Seküler kültür de dinsel kültür gibi bizde zaten içkindi. Batıdan gelen etkiler sekülerizmi daha sistemli ve kurumsal hale getirmiş olabilir. Ama bana göre Osmanlı toplumu hiçbir zaman İslami veya modernist entelektüellerin düşündüğü kadar dindar ve tutucu olmadı. Osmanlı halkının tutucu dindarlardan oluştuğuna dair yorumların çoğu peşin hükümlere dayanıyordu ve bunlar bir nevi oryantalist yaklaşımlardı.
Türkiye’de 1980’lerden itibaren temel gündem maddelerinden biri
siyasal İslam'ın yükselişi oldu. O dönemde aydınlar İslami
ritüeller ve söylemlerdeki canlanmayı Osmanlıdan günümüze uzanan
Batılılaşma, modernleşme, sekülerleşme süreçlerinin
başarısızlığının simgesi olarak görmekteydiler. Bu bakış açısına
göre toplum kendisine giydirilmiş Batılı kesim deli gömleğine
sığmamış ve nihayet özüne dönmeye karar vermişti. Bu yorum hem
seküler dünyanın yıkılışına sevinenler hem de ağlayanların
ortaklaştıkları temel unsurlardan biriydi. Seküler yaşam, kurumlar
ve algılar bizim kültürümüze yabancıydı, bunlar Batıdan ithal
edilmişti. Üç beş ‘gavur padişah’ ile cumhuriyet elitleri eliyle
toplum bir nebze sekülerleştirilmiş; ama yukarıdan gelen bu
müdahale halk nezdinde karşılık bulmadığı için de cumhuriyetin
birinci yüzyılı tamamlanmadan sekülerleşme macerası için alarm
zilleri çalmaya başlamıştı.
İslami eleştiride haklılık payı olduğu muhakkak... Sekülerleşme
projesi Osmanlı/Türkiye tarihi boyunca asıl olarak Batılı
kaynaklardan beslendi. Dönemin bakış açısı sekülerleşmeyi salt III.
Selim ve II. Mahmud döneminde programatik olarak başlayan
Batılılaşma macerasına endeksliyordu. Bu durumda bizler tutucu,
dindar bir toplumken dışarıdan (Batıdan) gelen rüzgarlar ile
sekülerleşmeye zorlanmış bir toplumduk. Bu hem modernistlerin hem
de tutucuların ortaklaştıkları yegane noktaydı. Aradaki fark
modernistlerin dışarıdan gelen sekülerleştirici etkileri
olumlaması; tutucuların ise bunları yermesiydi. Yoksa Osmanlıdan bu
yana halkın tutucu ve dindar olduğu ön kabulünü her iki kesim
de kabullenmekteydi.
Ben farklı düşünüyorum. Seküler kültür de dinsel kültür gibi
bizde zaten içkindi. Batıdan gelen etkiler sekülerizmi daha
sistemli ve kurumsal hale getirmiş olabilir. Ama bana göre Osmanlı
toplumu hiçbir zaman İslami veya modernist entelektüellerin
düşündüğü kadar dindar ve tutucu olmadı. Osmanlı halkının tutucu
dindarlardan oluştuğuna dair yorumların çoğu peşin hükümlere
dayanıyordu ve bunlar bir nevi oryantalist yaklaşımlardı.
Bu konuya dikkatimi çeken genç yaşta bu dünyadan ayrılan İranlı
Marksist düşünür Mansur Hikmet (1951-2002) oldu. Mansur Hikmet
ölümünden hemen önceki yıllarda Batılı ve İranlı gazetecilerle
yaptığı mülakatlarında İran’ın İslam ülkesi olarak tanımlanmasını
hatalı bulduğunu söylemekteydi. Mansur Hikmet’e göre bu ancak
‘kafasında bir Müslüman dünya yaratmış olan fundamentalistlerin
veya Batılı oryantalistlerin yaklaşımı’ olabilirdi. Sadece dini
kimlikle tanımlanamayacak derecede zengin bir tarih ve çeşitliliğe
dayalı bir kültüre sahip olan İran halkı, salt İslami bir toplum
olarak tanımlanamazdı ve aslında hiçbir zaman da böyle bir toplum
olmamıştı. İran’daki despotik rejimin, bütün baskısına rağmen
insanların yukarıdan dayatılan bu İslami kimliği kabullenmemesinin
sebebi de buydu. Hikmet oldukça ilginç bir örnek vererek meşhur pop
şarkıcısı Guguş’un İran’da Humeyni’den daha çok sevildiğini de
söylemekteydi.
İran’ın ‘Ajda Pekkan’ı Guguş
Mansur Hikmet’i okuduğumda benzer evrelerden geçen bir toplum
olarak bizimkini düşünmemek imkansız gibiydi. Geçmişte nasıl “70
yıllık laik sistemin toplum ilişkilerini geçmişten ve gelenekten
koparamadığı” iddia ediliyorsa (ki zaman zaman yazılarımda
gelenekten bal gibi kopulduğunu savunuyorum) şimdi de pekala 20
senelik ‘anti-seküler’ iktidarın yönetiminde de toplumun seküler
yaşam biçiminden ödün vermeme konusundaki ısrarından söz
edilebilirdi. Tepeden gelen bütün yönlendirmelere rağmen –dindar
olarak nitelenenler de dahil- ailelerin çocuklarını imam-hatiplere
göndermemekte olduklarına dair sosyolojik araştırmalar yayınlandı.
Teoloji okullarında deizmin yaygınlaştığı bizzat İslami aydınlarca
bir uyarı olarak dillendirildi. Diyanet’in kadın-erkek halay
çekilmesi aleyhine söylemleri özellikle halayı ibadet gibi gören
Kürtlerin tepkisine yol açtı. Şenlikli düğünlerden hoşlanmayan
İslamcıların alternatif olarak dizayn etmek istedikleri ‘İslami
evlilik törenleri’ halkta karşılık bulmadı (İslami evlilik töreni
denilen olguyu cenaze merasimine benzeten ve Anadolu insanının
düğünü eğlenceyle eş tuttuğunu kabullenen, ‘içeriden’ bir eleştiri
için İsmail Erdoğan’ın İslamcı Düğünler başlıklı
yazısına bakabilirsiniz). Alkole karşı mücadele başarısızlıkla
sonuçlandı ve milletimiz evde alkol üretme konusunda ileride dünya
çapında kimya Nobelleri alabilecek yetenekler yetiştirmeye
başladı.
Türkiye’de katılım adıyla perdelenen İslami bankacılık çabası da
başarılı olmadı. Günümüzde mevduatını bu bankalara yatıranların
bütün banka müşterilerine oranı sadece yüzde 5’te kaldı. Katılım
bankalarının müşteri bulamaması nedeniyle din görevlilerinin
maaşlarının bu bankalara yatırılmasına karar verildi ve bu karar
din görevlilerinin de şikayetlerine yol açtı. Çocuklara dönük
çeşitli istismarların dini referanslarla savunulmaya çalışılması
her yönüyle ters tepti ve her kesimden insanın tepkisine sebep oldu
vb. Zaten bu tepkilerin sosyolojik açıdan önemi sadece
‘laikçilerden’, ‘beyaz Türklerden’ değil kendini mütedeyyin
addedenlerden de gelmesiydi.
Özetle millet tüm ideolojik yönlendirme, baskı ve özendirmelere
rağmen tutucu neo-İslamist bir hayat tarzına ikna edilemedi.
Toplumun popüler ikonları dahi değişmedi. Sınır ötesi operasyonlara
destek alabilmek için hükümet ehlinin çağırdığı sanatçılara –ikonik
modellere- bakıldığında durum net olarak anlaşılmakta. Kamuoyunun
desteği için çağrılan kişiler normal şartlarda tutucu/dindar
ideolojinin en hazzetmeyeceği kişilerden oluşuyor. Daha önceki bir
yazımızda değindiğimiz üzere yardıma çağrılan bu ikonların hemen
hepsi ‘İslami değerlere’ en uzak kişilerden oluşmakta. Bu manzara
Mansur Hikmet’in Guguş’un Humeyni’den daha birleştirici bir ikon
olduğunu söylemesiyle uyuşuyor.
Peki, bunun sebebi ne? Türkiye’de seküler kültür neden
sanıldığından daha kuvvetli ve dirençli çıktı? Bence sosyologlar
artık bu konuya eğilmeliler. Benim gibi arkeoloji/tarih eğitimi
almış kişiler bu durumun mazideki sebeplerini irdeleyebilir ama
daha sağlıklı sonuçlar sosyolojik/antropolojik araştırmalarla
ortaya çıkacaktır. Ben kendi payıma şöyle bir adım atayım ve
Türkiye’de namaz kılma oranlarını yorumlamaya çalışayım. Türkiye’de
namaz kılma oranlarıyla ilgili anketler –bu tür anketlere
katılanların dürüst olma konusunda çekincelerini ayrı tuttuğumuzda
dahi-“yüzde 99’u Müslüman” olarak görülen bir ülke için hayli
düşük. Milliyet Gazetesi’nin 2012’de yayınladığı bir ankette, katılımcıların
yüzde 27’si beş vakit namaz kıldığını söylerken; yüzde 23’ü ise
hayatında hiç camiye gitmediğini belirtmiş. Diyanetin yaptığı bir
araştırmaya (2014) göre ise Türkiye’de beş vakit namaz kıldığını
belirtenlerin oranı yüzde 42, Cuma namazına düzenli olarak
gittiklerini söyleyenlerinki ise yüzde 57. Halkın yüzde 7,2'si ise
hiç namaz kılmadığını söylemiş.[1] Gerçi Diyanetin anketleri bu tür
konularda pek bir iyimser. Mesela yine Diyanet anketine göre halkın
yüzde 82’si hayatında hiç şans oyunu oynamamış. Halkın sadece yüzde
2,3'ü düzenli, yüzde 13’ü ise “ara sıra” toto, loto, piyango vb
oynamaktaymış. [2]Yani bizim gözümüzle gördüğümüz Nimet Abla
kuyrukları, at yarışları, iddia bayileri, lotolar, totolar hepsini
ayakta tutan halkın yüzde 2,5’uymuş. Elbette şans oyunlarından
alınan vergilerde son senelerdeki anormal yükseliş Diyanet
raporlarını çürütmekte. 2017’den 2021 yılına 5 yıllık dönem
zarfında şans oyunlarından alınan vergideki artış oranı yüzde 513
olmuş. Devlet-i Âlimiz 2021’de bu ‘gayr-i İslami’ oyunlardan
6 milyar lira vergi toplamış. Vergi oranları bu oyunlarda ortalama
yüzde 7,5 dolayındaymış. Bu durumda 2021’de şans oyunlarına halkımız 100 milyar
lira yatırmış. Yüzde 82’si ‘hayatında hiç şans oyunu oynamamış’
bir millet için çok ilginç bir başarı.
Diyanet kadar iyimser olmayan Yeni Akit (2016) ise
Türkiye’de beş vakit namaz kılanların oranının en ‘bonkör’
anketlerde bile yüzde 30’u geçmediğini belirtmekte.
"Türkiye’nin yüzde 70’inin namaz kılmadığını, düzenli namaz
kıldığını söyleyenlerin de yüzde 70’inin sabah namazına
kalkamadığını haberleştiren Yeni Akit'in yakın
tarihli bir haberine göre de (2021) tüm
vakitlerin namazını kılanların oranı yüzde 24,4 imiş.
Buradan çıkarılan sonuç, Türkiye’de halkın İslam’ın en önemli
şartlarından birini yerine getirmediğidir. Peki bu sonuç ne anlama
gelmektedir? İslami basın, müteessir bir dille verdiği bu
sonuçlardan “insanları dinden uzaklaştıran laikliği,
seküler-modernleşmeyi, Batılılaşmayı vb." sorumlu tutuyor. Acaba bu
doğru mu? Böyle olsaydı, anketlere katılan kişilerin ‘ladini’
insanlar olarak etiketleyebilirdik. Ama öyle değiller. Anketlere
katılanlar Tanrıya inandıklarını (yüzde 94) ve atalarının
mezarlarını düzenli olarak ziyaret ettiklerini (yüzde 88)
belirtmektedirler.
Beş vakit namaz kıldığını söyleyenler yüzde 20’lerde kalırken
çoğu fıkıh ekolünün pek önem vermediği mezar ziyaretleri neden
yüzde ’90’lara yakın. Türkiye’de hayatında hiç camiye gitmemiş
insan bulabiliyorsunuz, ama babasının mezarını ziyaret etmeyeni
bulamıyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Bana göre bunun açıklaması
Türkler arasında yaşamakta olan, Orta Asya’dan kalan gelenekler.
Bilindiği üzere İslam öncesi Türklerde ibadethane ve
düzenli-zamanlı ibadet gibi kavramlar yoktu. Ama mezarlar, atalar
kültü, kurganlar, balballar, dilek ağaçları vb. çok önemliydi. Bu
nedenle kümbet ve türbeler, yatırlar İslamdan sonra da en önemli
toplanma merkezleri olmaya devam ettiler. Mesela Arabistan’daki
Vahhabiler buraları putyeri olarak görüyorlardı ve Arabistan’da,
Suriye ve Irak’ta egemen oldukları hemen her yerde türbeleri,
yatırları yok ettiler, dilek ağaçlarını kestiler. Oysa Türkiye’de
türbeler, yatırlar camilerden daha fazla ziyaretçi toplayabiliyor.
Mezar ve ata kültünün gücü bana göre Türklerin tarihinin
derinliklerinde yatıyor. Bunlar elbette benim görüşlerim. Eski Türk
kültürü üzerine çalışanlar eksik olduğum noktaların altını
çizebilirler.
Eski Türklerde din adamı tipi bulunmadığı için, Türkler Müslüman
olduktan sonra da ulemayla pek anlaşamadılar. Ama bana göre şamanik
geleneğin tezahürü olan ermiş-evliya tabakasına her zaman saygı
duydular. “Ortodoks İslam’ın” çok sayıda karısı, dükkanı, serveti,
malı mülkü olan alim/molla tipiyle uzlaşamadılar; ama tekkede bir
lokma bir hırka yaşayan, dünyadan elini eteğini çekmiş ermiş tipini
benimsediler. Hala da din görevlilerinden bu mütevazılığı
beklemekteler. O nedenle günümüzde gösteriş içinde yüzen ulema
tipini benimseyemiyor, daha doğrusu bu duruma bir anlam
veremiyorlar. Çünkü alim, ulema denildiğinde akıllarına Horasan
erenleri, Hoca Ahmed Yeseviler, Yunuslar, Hacı Bektaşlar, Hacı
Bayram Veliler gibi bu dünyanın malını mülkünü elinin tersiyle
itmiş insanlar geliyor. Bu sebeple şu kadar milyonluk otomobille
gezen, yedi yıldızlı tesislerde kalan, gelirleri ülke bütçeleriyle
yarışan din adamlarını kültürel genlerinde bir yere
yerleştiremiyorlar. Burada bir hata olduğunu Voltaire ya da
Montesquieu üzerine yaptıkları okumalardan çıkarsamıyorlar. Onlara
bunu fısıldayan geçmişin ruhu ve kültürel genleri. İslamcı
aydınların sanırım anlamak istemedikleri gerçek bu. İnsanların mal
mülk düşkünü din adamlarına, tarikat şeyhlerine gösterdikleri
tepkileri sadece onların ‘Batıcı-modern’ kimliklerinden
kaynaklandıklarını sanıyorlar. Ulemaya karşı güvensizliğin,
‘laikçilerin’ anti-propagandasının bir sonucu olmadığını, tam
aksine Anadolu halkının zihninin bir köşesine kazındığını kabul
etmek istemiyorlar.
Bu yazıyı, tam da bu konuyla ilgili olan ve Yıldırım Bayezid
devrinde geçen eğlenceli misalle bitireceğim (bundan sonra da bu
türden anlatılara zaman zaman yer vereceğim). Olayı anlatan Osmanlı
tarihçilerinden Neşri (1450-1520). Günümüz Türkçesiyle özetliyorum.
Denilir ki bir vakitler, Osman Gazi ve Orhan Gazi zamanında kadılar
hep dürüst insanlarmış (mefasidden müberra imişler). Ancak
sonraları hile hurda ve rüşvet kadılar arasında yayılmış. Sonunda
bunların rüşvetçiliğinden fesatçılığından yılan halk şikayetçi
olmuş. Şikayetler Sultan Bayezid’e vardığında, Bayezid “Ne kadar
kadı varsa toplayıp (cem idüb), Yenişehirde cümlesini bir eve
doldurup yakın (tolayına odun yığub od ura) taki bu zalim kadı
cümlesi yanalar” demiş. Çevredekiler “aman sultanım yapmayın
etmeyin” diye yalvarmışlar. “Bu kadılar yanarsa halimiz nice olur,
kadısız, imamsız ne yaparız, davalara kim bakacak, halka dinini
imanını kim öğretecek” demişler. Herkesin güvendiği Arap namlı Hoca
söz istemiş. Hünkarım demiş siz bunları dinlemeyin. Verin hepsine
odu gitsin. Bana da müsade edin, gidip İstanbul’a varayım,
Tekfur’dan (Bizans imparatoru) ruhban (papaz) isteyeyim demiş.
Bayezid Arap Hoca’ya dönüp “Bre devletsüz ruhbanları neylersin (ne
yapacaksın)” diye sormuş. Arap Hoca demiş ki “Hünkarım ruhbanları
kadı idelüm. Bu ruhbanlar okumuş bilgili adamlardır. Hem de dürüst
ve namuslu insanlardır. Hem madem kadıları kırıp Kuran
hükmünü yok edeceğiz en azından bunlar İncil ehlidir. Bari
kullarına İncil öğretirler” demiş.
Yani Arap Hoca bu yolla “Kadıları yakarsak din, iman da elden
gider, bu adamlara da elimiz mecbur" mesajı vererek padişahı
korkutup kararı durdurmuş. O zaman Sultan Bayezid “E peki ne
yapacağız, bu adamların rüşvet ve fesatını nasıl durduracağız" diye
sorunca Arap Hoca, "efendim bunların düşelikleri (kazançları)
azdır, ondan böyle yaparlar" demiş, Sultan da kadıların
varidatlarını arttırmış.[3]
Bence bu anlatı –elbette bir mit olmakla birlikte- hem
Osmanlı’nın hem de Cumhuriyetin din adamlarıyla olan tuhaf
ilişkisini özetlemekte. Devlet ricali ne diyanetle yapabiliyorlar
ne de diyanetsiz. Diyanet giderse din iman da gider diye
panikliyorlar. Ama diyaneti de ancak varidat musluğunu açarak
ellerinde tutabiliyorlar. Musluk ise havuz problemlerine konu
olacak derecede açıldıkça açılıyor o da başka mesele.
NOTLAR:
[1] Türkiye’de Dini Hayat Araştırması, DİB, Ankara 2014,
s.XXIX-XXX., a.g.e. s.XXXIV.
[2] Türkiye’de Dini Hayat Araştırması, DİB, Ankara 2014,
s.XXXIV.
[3] Mehmed
Neşrî, Kitab-ı Cihannümâ, I. Cilt, Yayınlayanlar: F. Reşit Unat ve
M. A. Köymen, TTK, Ankara, 1987, s.337-339.