Türkiye'de yazarların susturulması
Yazar Elif Şafak ABD'nin prestijli dergilerinden The New Yorker'a Türkiye'de ifade özgürlüğünün durumunu yazdı. Metnin Türkçe çevirisini ilginize sunuyoruz.
Elif Şafak
Yirminci yüzyıl başlarında Budapeşte’de dünyaya gelen Macar asıllı İngiliz yazar Arthur Koestler, hayatı boyunca otoriter rejimlerin tehlikelerini çok yakından tanımak durumunda kalmıştır. Gücün sınırsızca tek elde toplanması kadar, bu tür rejimlerin insan ruhu üzerindeki yıpratıcı etkileri de meşgul etmiştir zihnini. “Şayet güç insanı yoldan çıkarırsa” der Koestler, “bunun tersi de doğrudur: Zulüm de kurbanı yoldan çıkarır, ama muhtemelen daha az aşikâr ve daha trajik şekillerde.”
Eğer Koestler haklıysa ve otoriter rejimler nihayetinde kendileriyle birlikte onları eleştirenleri de yoldan çıkarıyorsa, o zaman Türk edebiyatçılarının endişelenmek için fazladan bir nedenleri daha var demektir. Yıllardır, karanlık ve giderek daralan bir “liberal olmayan demokrasi” tünelinde ilerlemekteyiz. İktidardaki AKP’nin yönetimdeki elitleri, özgür seçimlerin bir demokrasiyi sürdürmek için yeterli olmadığını görmeyi reddediyorlar. Gerekli başka öğeler de var halbuki: güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, kadın hakları ve azınlık hakları ve çok sesli, bağımsız bir basın. Yanında bu koruyucu öğeler olmadan sadece sandıkla, en iyi ihtimalle çoğunlukçuluğa, en kötü ihtimalle otoriter rejime giden yolun taşları döşenir yalnızca.
Temmuz’da gerçekleşen ve iki yüzden fazla insanın ölümüne neden olan kanlı darbe girişimi şoke edici ve son derece yanlıştı; her şeyi daha vahim hale getirdi. Darbecilerin AKP hükümetini devirme yönündeki sinsi girişimlerine ilk karşı çıkanlar arasında liberaller ve demokratlar vardı. Ama liberal ve demokratların yine aynı hükümet tarafından ilk cezalandırılan ve susturulanlar olması da Türkiye’nin sonu gelmez ironilerinden biridir. Bugün hapishanelerinde bulunan yüz kırkın üstünde gazeteciyle Türkiye dünyanın en çok gazeteci hapseden ülkesidir – Çin’i bile geçmiştir. Arkadaşlarımız ve meslektaşlarımız sürgün edildiler, kara listelere alındılar, tutuklandılar, hapsedildiler. Yetmişinci yaş gününü parmaklıkların arkasında kutlayan saygın dilbilimci Necmiye Alpay, romancı Aslı Erdoğan, romancı Ahmet Altan, akademisyen Mehmet Altan, liberal köşe yazarı Şahin Alpay, laiklik yanlısı Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Murat Sabuncu ve aynı gazetenin kitap ekinin genel yayın yönetmeni Turhan Günay... Hapisteki yazar ve gazetecilerin listesi ürkütücü uzunlukta ve hepimiz içten içe biliyoruz ki daha da uzaması işten bile değil.
New York Times geçenlerde, “Ana akım yazarlar kısmen de olsa hükümetin sert müdahalesine karşı tuhaf bir bağışıklığa sahipler” yazmıştı. Ama bilmediğimiz şey, süregiden bu baskı ortamının “özgür” olanlarımız üzerindeki etkileri. Bir yorumcunun sosyal medyada yazdığı gibi: “Eğer bütün bu yazarlar ‘içeride’ ise, diğer yazarların da hiçbiri gerçekten ‘dışarıda’ sayılmaz.”
Çalkantı ve huzursuzluk dönemlerinde edebiyata daha az değil, daha çok ihtiyacımız vardır. Ama edebiyatımızın, ülkedeki ortamdan hiç etkilenmediğini, el değmeden kalacağını varsaymak saflık olur. Arap Baharı’ndan beri “sarsıntılı coğrafyalar”dan gelen –Mısırlı, Pakistanlı, Libyalı, Tunuslu– yazarlarla birçok temasım oldu. Eğer bu tür yerlerden gelen bir romancıysan apolitik olmak gibi bir lüksün olmadığını hepimiz biliyoruz. Ve otoriter rejimler altında sanatın her alanı yozlaşma ve manipülasyona açık olsa da, edebiyat –şiirden ziyade de düzyazı– özellikle risk altındadır bu koşullarda. George Orwell, “Yazının Korunması” adlı denemesinde, bu iki yazın türünün demokratik olmayan rejimlerdeki kaderini ele alır. Bir şair despotizm altında nispeten fazla yaralanıp incinmeden hayatta kalabilir diye düşünür Orwell, ama “yaratıcılığını öldürmeden” düşüncelerini ne kontrol edebilen ne de sınırlayabilen düzyazı yazarı için durum öyle değildir. Orwell, Almanya, İtalya ve Rusya’da ne zaman otoriterlik yükselse edebiyatın kuruyup gittiğini anlatır Orwell. Sonra da gelecekteki yazarları uyarır: “Şiir totaliter bir çağda ayakta kalabilir, hatta mimarlık gibi kimi sanat veya yarı-sanatlar zorbalığı faydalı dahi bulabilirler, ama düzyazı yazarının suskunluk ve ölüm dışında bir seçeneği yoktur.”
Tuhaf şeydir suskunluk; siz fark etmeden çürüyen bir sakız gibi, ağzınızda tuttukça giderek ekşiyen macunumsu, yapışkan bir maddedir. Ve bulaşıcıdır: Başkalarıyla beraber olmayı sever tuhaf bir şekilde. Başkaları da aynısını yaparken suskun kalmak daha kolaydır. Suskunluk bireysellikten nefret eder. Suskunluk yalnızlıktan nefret eder.
Halbuki roman sanatı tam da bunlara ihtiyaç duyar –Türkiye gibi kolektivist ve kutuplaşmış bir ülkede en zor şeydir birey olmak, birey kalmak. Hâlâ kendi kendilerine düşünüp yazabilen bireylerden ziyade birilerinin kızları, karıları ya da anneleri olarak görülen kadın yazarlar için bu zorluk daha da büyüktür kanımca. Türkiye’de yaş ve cinsiyet; sınıf ve varlıkla birlikte, temel ayrım çizgilerini oluşturur ve kadın yazarlar, toplumun gözünde “yaşlı” mertebesine erip, cinselliklerinden ve kadınsılıklarından arınmadan önce saygı görmezler. O an gelene dek, bir kadın yazar olarak maruz bırakıldığınız cinsiyetçilik ve değersizleştirme retoriği daha keskin olacaktır.
Bu tür kara çalmaların ciddi bir kısmının yeni kültürel elitin içinde yer alanlardan gelecek olması çarpıcıdır. Hiçbir şey, otoriter rejim altında birtakım fırsatçı “gazeteci” ve “yazar”ların ortaya çıkıvermesi kadar üzücü değildir. Bu tiplerin bazıları, istedikleri türden bir başarıyı yakalayamamış olan ve hızlıca tırmanıverme umuduyla baskı ortamından faydalanmaya kararlı, yaşını başını almış yazarlardır. Bazılarıysa karanlık ve kaosun semeresini görmeye hevesli acemilerdir. Meslektaşlarının tutuklanmasını ulu orta talep eden ve dilekleri gerçekleşince adeta sevinip kutlayan bu tür insanlardan oluşan bir grup mevcut şu anda Türkiye’de.
Bu fırsatçı tepkinin dışında, Türk yazarları arasında entelektüel ve sanatsal özgürlüğün yitirilişine verilen dört temel tepki olduğunu düşünüyorum. Birincisi, depolitizasyon –gönüllü bir otosansür. Kendi hayal gücümüzün içine doğru bir kaçıştır bu. Stefan Zweig, Nazi Partisi’nin yükselişi öncesinde Viyana’daki hayatı anlattığı Dünün Dünyası adlı anı kitabında, “Tümünü unut, dedim kendime” diye yazar, “zihninin ve işinin içine, herhangi bir ülkenin vatandaşı ya da o cehennemî oyunun bir piyonu olmadığın, yalnızca yaşayan ve soluk alan kendin olduğun yere, delirmiş bir dünyada aklının hâlâ mantıklı bir etki yaratmaya çalışabildiği tek yere kaç.” Bu yolu seçenler büyük oranda politika dışı konuları tercih edecekler, aşk ve kırılan kalpler hakkında tehlikesiz hikâyeler yazacaklardır. Bu arada, pencerelerimizin ötesinde daha da uğursuz şeyler olacak, meslektaş ve arkadaşların başları derde girecek, ama biz, yaratıcılık tutkumuzda içten ve samimi olduğumuz kadar yaratıcılığı baskılayan güçlerden de tüm varlığımızla korkup ürkerek, kafamızı kitap yığınlarımızın arasına gömeceğiz.
Bir diğer yol, aşırı entelektüelize etmedir – konudan ziyade tarzda yapılan bir değişikliktir bu. Bu yoldan gidenler, daha dolaylı, daha karmaşık şekillerde yazmaya başlayacaklar, böylece söylenemeyecek olanı hem söyleyip hem de tam söylemeyecek, diktatöre diktatör demek zorunda kalmamak için cümlelerini fazla uzun, tanımlarını fazla soyut ve karmaşık tutacaklardır.
Bir de kendilerini pek de hazır olmadıkları bir toplumsal rolün içine fırlatılmış bularak, güce, adaletsizliğe, eşitsizliğe, baskıya karşı mücadele etmek zorunda kalanlar olacaktır. Bunların sanatları serpilebileceği gibi, tam tersine zarar da görebilir – bu zarar illaki hükümetin baskısı nedeniyle olmak zorunda değildir, aşırı politika, hikâye anlatma sanatını boğabilir, zedeleyebilir.
Dördüncü ve sonuncu yol ise hicivdir, keskin, kara bir mizahtır. Otorite figürüyle dalga geçmekten, babasından bunca korkan bir toplumla –ve aynı zamanda kendimizle her gün ruhumuzun bir parçasını daha satarak hayatta kalmaya çalışan biz yazar ve sanatçılar da dahil– dalga geçmekten daha iyi ne tepki verilebilir ki duruma? Mizah tehlikeli iştir lakin Türkiye’de; tutuklananlar arasında ülkenin önde gelen karikatüristlerinden Musa Kart’ın bulunmasında şaşılacak bir şey yoktur.
Bu dört yol önümüzde bu şekilde uzanırken, biz edebiyatçılar, birbirinden cam duvarlarla ayrılan minik hücrelere bölünmüş halde buluruz kendimizi. Eski dostluklarda bile çatlaklar belirir. Sarsıntılı coğrafyalardan gelen yazarlar daha önce hiç olmadığı kadar çok politika konuşmak ve yazmak durumunda hissediyorlar kendilerini. Olağan olan ile hayati önem arz edeni, banal olan ile yüceliği, “içerisi” ile “dışarısı”nı dengelemek gibi ikilemleri göğüslüyoruz her gün. Kaba genellemelere yatkın bir kültürde nüansları savunmak, toplumun bir yanını diğer yanıyla kapıştırmanın popülist demagogların ekmeğine yağ sürdüğü bir yerde empati köprüleri kurmaya çalışmak gibi zorlukları göğüslüyoruz her gün. Ve Türkiye’deki durum, her ne kadar kimi açılardan diğerlerinden daha moral bozucu olsa da, çok daha büyük bir trendin bir parçası aslında. Avrupa’nın her yerindeki ülkelerin kıyılarına birbiri ardınca vuran milliyetçilik, popülizm ve “kendi içine kapanış” dalgaları şimdi de Amerika Birleşik Devletleri’ne ulaşmış durumda. Şovenizm ve yabancı düşmanlığı yükselişte. Bu bir Endişe Çağı –ve endişeden öfkeye, öfkeden de saldırganlığa yalnızca bir adımlık mesafe var. Eğer Koestler ve Zweig bugün hayatta olsalardı alametleri derhal tanırlardı.
Kaynak: The New Yorker