Türkiye’deki ekoloji mücadelesinin seyir defteri: Cumhuriyet'in ilk yüzyılı

Bana öyle geliyor ki bu dönemde ekoloji mücadelesinin önündeki en büyük sorumluluk, diğer toplumsal kesimlerle beraber mücadeleyi çeşitlendirip derinleştirmek ve yaygınlaştırmak.

Abone ol

Şadi İdem

Dumbledore, "Önümüzde karanlık ve zor zamanlar var," dedi Harry'ye, "Çok yakında hepimiz, doğru olan ile kolay olan arasındaki seçimle yüzleşmek zorunda kalacağız."

Dünyadaki ve Türkiye’deki ekoloji hareketlerinin karanlık ve zor zamanlarda her zaman olmasa da çok kez doğru olandan yana tavır aldıkları söylenebilir.

Ekoloji hareketlerinin ilk olarak ABD ve Avrupa’da 1960’lı yılların sonuyla 70’lerin başında ortaya çıktığını görüyoruz. Bu dönemde ekoloji hareketlerinin yükselişi öğrenci hareketi, nükleer karşıtı hareket ve barış hareketi gibi farklı bileşenlerden oluşan daha geniş toplumsal hareketlerin bir parçası olarak gelişti. Ardından “büyü ya da öl” ikilemindeki kapitalizmin iktisadi ilişkileriyle, insansız doğayı ve toplumsal ilişkileri tarumar etmesi sonucu hareketin tabana dayalı mücadelelere evrildiğine tanık olduk, oluyoruz. Elbette bu denkleme devletlerin halklar üzerinde kurduğu tahakkümü de eklemek gerekir.

Bu hareketlerin mücadeleleri boyunca bir yandan çok uluslu şirketlerle diğer yandan devlet kurumları ve kolluk güçleriyle karşı karşıya kaldıklarına tanık oluyoruz.

Sistem karşıtlığı ve antikapitalizm özelliklerinin her harekette eşit ağırlıkta olduğunu söyleyemeyiz şüphesiz. Yine de toplumsal ekolojik yıkıma karşı duruş olarak biçimlenen ekoloji mücadelelerinin iki eksende geliştiğini söylemek mümkün. Yaşamı savunmak ve yurttaşların kendi yaşamları hakkında söz söyleme, karar alma süreçlerine dahil olma talebi.

Bu açıdan bakıldığında ekoloji mücadelelerini tabandan yükselen sosyal yurttaşlık talebi ve demokrasi mücadelesi olarak da kabul etmek mümkün.

Burada Türkiye’deki tabana dayalı ekoloji mücadelelerini birbirinden kopuk direnişler olarak değil, inişli çıkışlı da olsa birikerek gelişen bir mücadele süreci olarak ele almaya çalışacağım. Bir gazete yazısının sınırlılıkları dahilinde eksikliklerin olacağını baştan kabul ederek yazıyı Türkiye ekoloji mücadelesindeki nirengi noktaları olarak kabul ettiğim mücadelelerle sınırlı tutacağım.  

AKKUYU’DAN BERGAMA’YA

Türkiye 1965’den 1993 tarihlerine kadar 4 kez nükleer santral kurulumu konusunda ciddi girişimlerde bulunmuş, bu girişimler, nükleer karşıtı hareketlerin ve siyasi darbelerin etkisi ile iptal edilmiştir.

1976 yılında Mersin ve Sinop’a nükleer santral yapılmasının planlandığının duyurulması üzerine Türkiye’de ilk nükleer karşıtı mücadeleyi Arslan Eyce başlatmıştır. 1976 yılında Taşucu Balıkçılık Kooperatifi ve İçel Tarımsal Amaçlı Kooperatifler Birliği’nde “Akkuyu'da nükleer santral kurulmasına karşıyız” kararı alınmıştır. Ardından Mersin’deki farklı partilerden tüm belediye başkanları nükleer santralın Akkuyu'da kurulmaması konusunda karar almış, 500 yöre insanıyla başbakanın kapısına dayanmışlardır.(1)

1980 darbesiyle kesintiye uğrayan süreç 1986’da Çernobil kazasından sonra yeniden alevlendi. Bu dönemde mücadele çevreci, yeşil toplumsal hareketlerle bütünleşerek geniş bir nükleer platforma dönüştü. Ardından imza toplama ve nükleer karşıtı kongre derken, 1994 yılında Savaş Emek’in katkılarıyla Ağaçkakan Dergisi Akkuyu şenliğiyle ilgili bir çağrı yayımladı. O yıldan itibaren her ağustos ayında 2000 yılına kadar Akkuyu Şenlikleri düzenlendi. Nükleer karşıtı hareket yerel halkla ilk kez bu şenliklerde buluştu. Hükümetin nükleer enerji santralinden vaz geçmesinden sonra hareket sönümlendi.

2010 yılında Akkuyu Nükleer Santral ihalesinin Rusya’ya verilmesiyle birlikte eylemler tekrar yoğunlaştı. Bugün eylemlerde Nükleer Karşıtı Platform’un öne çıktığı görülmekte.

'DOĞADAKİ SOYKIRIMA HAYIR'

Ekoloji mücadelesi tarihinde elbette Aliağa direnişini es geçemeyiz. 1989 yılında Aliağa’ya termik santral yapılmasına karar verilince bu kararı protesto etmek için Bakırçay Belediyeler Birliği önderliğinde Aliağa’da büyük bir miting düzenlendi.  Pankartlarda “Doğadaki soykırıma hayır” yazıyordu. Takip eden günlerde Termik Konser, Bisikletli eylemler, At Arabalı Yürüyüş gibi bir dizi eylemin yanında 6 Mayıs 1990 yılında İzmir’den Aliağa’ya 50 kilometre boyunca on binlerce kişi ele ele tutuştu ve bir insan zinciri oluşturuldu. Eylemcilerin “Sevi Zinciri” dedikleri bu eylem 12 Eylül darbesi sonrası ilk çevre eylemiydi. 2 gün sonra dönemin Enerji Bakanı Fahrettin Kurt “Santralin yapımından çevrecilerin baskısı nedeniyle vazgeçilmiştir” diyecekti.(2)

Aynı yıllarda Ege'nin başka bir bölgesinde İzmir Bergama’da altın madenine karşı bir direniş filizleniyordu. Aliağa Termik Santrali'ne karşı mücadele kazanılırken Bergama’da yaklaşık 25 yıl sürecek direniş yeni başlıyordu.

BERGAMA DİRENİŞİ’NDEN GEZİ’YE

On yedi köyün ortasında kurulmak istenen siyanürlü altın madeni, yerel halktan büyük tepki aldı. Köylülerin siyanürlü liç yöntemi hakkında bilgi edinme ve madene karşı örgütlenme süreçlerinde dönemin Bergama Belediye başkanı Sefa Taşkın ve Oktay Konyar, Birsel Lemke, Senih Özay gibi kanaat önderleri etkili oldu. 

15.03.1994’de Oktay Konyar’ın başkanlığını üstlendiği Bergama Çevre Derneği, Çamköy’de bin kişinin katılımıyla “Siyanürlü Altına Veda” paneli düzenledi.(3)

1994 yılında çevre bakanlığının madenin aktif olarak çalışmasına “olur” izni vermesinin ardından mücadele hız kazandı. 2400 ağacın kesimine başlaması üzerine

Bergama köylüleri Çanakkale-İzmir karayolunu yedi saatliğine trafiğe kapattılar.

23 Kasım 1996’da da belden yukarıları çıplak bir şekilde altın madenine karşı bildiri dağıttılar.(4)

Bu süreçte özellikle Oktay Konyar önderliğinde Bergama köylüleri kahvehanelerde, çay ocaklarında ve köy meydanlarında toplanıp, gelecekleriyle ilgili konularda tartışıyor ve kararlar alıyorlardı. Bu haliyle kahvehaneler ve köy meydanları alışıldık kullanımlarından farklı olarak politik yaşamın şekillendiği mekânlara dönüşüyordu. Bu yeni politik alan ve politika, siyasi parti ve parlamenter siyasi yapıdan farklı özellikler içeriyordu.

Bergama direnişi siyanürlü altına hayır! ile başladı. Eurogold şirketine karşı yaşamlarını, topraklarını, geleceklerini savundular. Yaşadıkça gördüler ki, bu sadece kendi köylerinin ya da Bergama’nın sorunu değil. İlk başta yerel ölçekte kalan mücadele sonra Her yer Bergama hepimiz Bergamalıyız! sloganıyla Bergama dışına taştı. Her fırsatta insanları yaşamlarına ve geleceklerine sahip çıkmaya çağıran Bergama köylülerini, kimi zaman Akkuyu’da, Lefke’de, Kaymaz’da veya Artvin’de halklarla yan yana dayanışırken, kimi zaman kapitalizmin simgesi Mc Donalds’a karşı yapılan eylemlerde gençlerle, kimi zaman özelleştirmeye karşı yapılan eylemlerde işçilerle yan yana, Prag’da Küreselleşme karşıtı eylemlerin olduğu gün ve saatlerdeyse “Bergama-Prag El Ele” mitinginde küreselleşme karşıtı harekete destek verirken görüyoruz.

O dönemde de yargı kararları hiçe sayıldı. İzmir 1. İdare mahkemesinin Bergama’daki altın arama çalışmalarına yönelik olarak verdiği “kamu yararı bulunmamaktadır” kararına rağmen maden ocağı çalışmalarına dönemin hükümetlerinin destekleri ve verilen özel bakanlar kurulu izinleriyle sürdürdü. 2000’li yılların başlarında maden ocağının çalışmaları ve dönemin hükümetince başlatılan kriminalize edici tutumlar ve çeşitli sosyal nedenler sonucunda direniş zayıflamaya başladı.

Bergama direnişi “daha iyi ve yaşanılabilir bir dünya” özlemleriyle küresel karşıtı hareketlerle ortak paydada buluşmakta, “doğrudan demokrasi” ve her insanın sağlıklı bir ortamda yaşama ve kendi yaşamı hakkındaki kararlara doğrudan katılma hakkını savunmaktadır. Bu yönüyle Bergama hareketi küresel karşıtı hareketlerin “sokaklara sahip olma” sloganını radikalleştirerek “yaşam alanlarına sahip çıkma”nın gerekliliğini göstermiştir.

O yüzden Bergama direnişi Türkiye ekoloji mücadelesi tarihinin doruk noktalarından biridir. Potansiyelleri ve sınırlılıklarıyla, artı ve eksileriyle Türkiye ve dünya ekoloji hareketindeki yerini almıştır.

2000’Lİ YILLAR…

2000’li yıllara gelindiğinde AKP iktidarının uyguladığı çevre politikalarının toplumsal ve ekolojik faturası oldukça yüklü oldu. Derelerden meralara, ormanlardan denizlere, yediğimiz gıdadan içtiğimiz suyumuza, köylerimizden şehirlerimize yaşam adına ne varsa, her varlığın ve değerin pazarlanıp piyasaya sunulduğuna, metaya dönüştürüldüğüne tanık olduk(5).

Bu süreçte, aynı zamanda yerelden gelişen ekoloji mücadelelerine de şahit oluyoruz. AKP’nin demokrasi, insan hakları ve özgürlükler konularındaki pragmatizmini, iki yüzlülüğünü ekoloji mücadelelerine karşı da sergilediğini tespit etmeliyiz. AKP’nin ekoloji mücadelelerine karşı olan yaklaşımı “en demokratik” olarak kabul gördüğü 2002-2007 yıllarında dahi otoriterliğinin turnusol kağıdı gibidir. Termik santrallerden, HES’lere, GDO’lardan, nükleer santrallere ve altın madenciliğine karşı gelişen ekoloji mücadelesi, AKP hükümetinin otoriter baskısı altında var olmaya devam etmiştir; üstelik müstehzi bir yaklaşım ve itibarsızlaştırma eşliğinde.

GDO’YA HAYIR PLATFORMU

Türkiye’de ilk olarak 1998 yılında Nazilli’de ve Çukurova’da GDO’lu ürünlerin deneme ekimine başlanmıştı. 2003’ün Aralık ayında Fethiye’deki Ak­deniz Çevre Platformu toplantısında GDO konusunda bir oturum düzenlendi ve bu konuda bir çalışma yapılması hedeflendi.(6)

Ardından 2004 yılında GDO’lu tohumların ve gıdaların yetiştirilmesine karşı mücadele yürütmek için “GDO’ya Hayır Platformu” kuruldu. “Yaşam Patentlenemez” ismiyle bir deklarasyon yayınlandı. Bu platform önüne koyduğu temel iki hedefi gerçekleştirdi: Türkiye’ de biyogüvenlik yasasının çıkması ve Türkiye’de GDO’ların üretimini yasaklattıracak bir kamuoyu yaratılması.(7)

2004 yılında Canavar Domates Kampanyası gerçekleştirildi. Platformun temel talepleri, GDO’ların Türkiye’ye girişinin yasaklan­ması ve Ulusal Biyogüvenlik Yasası’nın bir an önce çıkarılmasıydı. Mart 2008’de “Biyogüvenlik Hemen Şimdi, Gıda Tohum Haktır” başlıklı bir kampan­ya yürüttü. Aynı yıl Biyogüvenlik Çalıştayı düzen­ledi ve Biyogüvenlik Yasa Tasarısı ha­zırlayarak Meclis’e sundu.

GDO’lu üretim sistemi tarımı endüstrileştirip giderek daha fazla karbon üretimine yol açıp iklim değişikliğini hızlandırdığı için, tüm dünyada gıda egemenliği meselesi bir nevi iklim adaleti meselesi olarak kabul edilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine platform sadece gıda güvenliğini değil, gıda egemenliğiyle iklim krizini ilişkilendirecek bir politika geliştirmeye başladı.

GDO’ya Hayır Platformu’nun mücadelesi sonucunda Türkiye’de GDO’lu üretimi yasaklayan Biyogüvenlik Yasası, ancak 2010 yılının Eylül ayında yürürlüğe girdi.

GERZE DİRENİŞİ

Türkiye’de özellikle 2004 yılında Madencilik Kanunundaki değişiklik sonrası kömürlü termik santral projelerinde ciddi bir artış gözlendi. Bursa’dan Artvin’e Türkiye’nin her bölgesi adeta şantiye sahasına döndü. Doğal olarak da bu süreç tabandan yükselen mücadele örneklerine sahne oldu.(8)

Yaykıl köyünde bir termik santral kurulması da bu yıllarda gündeme geldi. Anadolu Grubu 20 Kasım 2008’de Gerze Termik Santrali için üretim lisansı aldı. Bu haberi duyan yöre halkı termik santrale karşı örgütlenmeye başladı. 

Önce Facebook üzerinden bir sayfa oluşturuldu. Sinop Barosu avukatlarının ve köy muhtarının açtığı dava sonucunda, Temmuz 2009’da Danıştay 13. Dairesi hukuka uygun değildir diyerek yürütmeyi durdurdu. İtirazı reddedildiği halde şirket 5 ay sonra ÇED başvurusunda bulundu. Bu arada yöre halkı 2009 Eylül ayında Yeşil Gerze Çevre Platformu’nu kurmuştu bile.

Ardından kapı kapı dolaşarak “Yaşam alanlarımızı korumak, en temel anayasal hakkımız. Bu hakkı kullanmak için her şey yasaldır” diyerek termik santralin zararlarını anlatmaya başlıyorlar.

Şimdi Yeşil Gerze Çevre Platformu Sözcüsü Şengül Şahin’e söz verelim; “Santral kurulması planlanan bölge doğal sit alanı. Ormanlık alan. Santrali inşa etmek için yaklaşık 16 bin ağaç kesmeleri gerekecek. 1.dereceden arkeolojik sit alanı üstelik. Bölgede geç Roma erken Bizans dönemine ait kalıntılar olduğu tespit edilmiş.  İçme suyu kaynağına mesafesi 600 metre. Santral kurulduğu takdirde 40 kilometrelik alan doğrudan olumsuz etkilenecekti.”

Geçimini balıkçılıktan, tarımdan, hayvancılıktan, turizmden sağlayan halk santralin yapılmasına karşı çıkıyor. 3 Mayıs 2010’da 5 bin kişinin protestosuyla ÇED toplantısını yaptırılmıyor. “5 Eylül 2011 tarihinde gaz bombaları, TOMA’lardan sıkılan tazyikli sular, coplar…Günün sonunda 50 kişiye yakın yaralı…tutuklamalar…gözaltılar.”(9)

Ardından Yaykıl köylüleri ve Gerze halkı 10 bine yakın dilekçeyle endişe ve itirazlarını Bakanlıklara iletiyor. Yaykıl köylüsü ve Gerze halkının 6 yıllık kararlı mücadelesi sonucu 23 Şubat 2015’te Gerze Enerji Santralı projesinin ÇED süreci resmen sonlandırılıyor.

Böylece Bergama direnişi gibi Gerze mücadelesi de Türkiye ve dünyadaki ekolojik mücadelenin doruk noktalarından biri olarak tarihsel süreçte yerini alıyor.

MUNZUR DİRENİŞİ

Dersim’deki HES karşıtı mücadele de Türkiye ekoloji mücadelesinin nirengi noktalarından biri olarak kabul edilebilir. Zira Dersim ve çevresinde 1994’den bu yana onlarca baraj ve HES projesi gündeme geldi. Ve halk büyük bir direniş sergiledi. O dönem 25bin kişinin yaşadığı bir kentte 20 bin kişi barajlara karşı yürüyüş yaptı. Ve dünyanın en geniş ekoloji mitingini gerçekleştirdi. Nihayetinde Pülümür çayı üzerinde yapılması planlanan HES projesi iptal edildi. 

Dersim’de yapılması düşünülen barajlar ve HES’ler “bölgeye yönelik yatırımlar olarak değil devletin denetleme pratiklerinin devamı olarak algılanmıştır.” Yöre halkının barajlara karşı çıkış argümanlarının temelinde bu algı yatmıştır. Halk barajlarla köylerinden göç ettirileceklerini, yuvalarından ve kutsal mekânlarından uzaklaştırılacaklarını düşünmekte. (10)

Öte yandan Dersimliler kendilerine danışılmadan yaşamları hakkında tepeden karar alınmasına da tepkililer. Bu açıdan bakıldığında direniş yaşam alanlarına sahip çıkmanın yanında kendi yaşamlarıyla ilgili kararlarda söz sahibi olma talebini de içermekte. Bu aynı zamanda özellikle Gezi sonrası ekolojik direnişlerde gördüğümüz müştereklere, yaşam alanlarına ve kentlerine sahip çıkma talepleriyle örtüşmekte. 

Bu yönleriyle Dersim ve Munzur’daki mücadelenin sadece doğayı koruma saikiyle değil aynı zamanda çok kültürlülük ve demokrasi vurgusuyla da öne çıktığını söyleyebiliriz.

GEZİ’DEN AKBELEN ORMANINA

Gezi direnişi Gezi parkından birkaç ağacın sökülmesiyle alevlendi. Müştereklerin ve yaşam alanlarının savunulmasına evrildi. Kendisinden önceki yerel ekoloji mücadelelerinin mirası üzerinde yükseldi. Diğerleri gibi neoliberal politikaların yarattığı ekolojik ve sosyal yıkıma tepki olarak parti hiyerarşisini sevmez ve anti-kapitalist bir potansiyel içeriyordu.(11)  Farkı ise anti otoriterlik vurgusu ve diğerleri gibi yerele sıkışmayıp bir parktan, önce tüm kente ardından tüm ülkeye yayılmasıydı. O yüzden Gezi ne sadece mekânsal bir neoliberalizm eleştirisi ne de salt bir çevre hareketiydi. Olsa olsa kendinden önceki ekoloji mücadelelerinin mirası üzerinde yükselen çeşitli siyasi ve sosyal duyarlılıkları içeren toplumsal ekolojik bir direniş olarak değerlendirilebilir.(12) Ancak bu direniş uzun erimli siyasi bir nitelik kazanamadı. Gezi’de bir araya gelen farklı toplumsal kesimlerin kalıcı örgütlenmeler ve mücadele pratikleri geliştirememesi ve direnişe sıradan yurttaşların katılımının sürdürülememesi temel nedenlerden sadece bir kaçıydı. Tüm eksikliğine rağmen kendisinden sonraki mücadelelere esin kaynağı oldu.

Örneğin bu bağlamda Cerattepe’deki madene karşı verilen mücadeleyi anmak gerekir.  Madene karşı direniş Gezi’deki gibi, hemen tüm Artvinlilerin ortak yaşam alanlarını korumak için aralarındaki farklılıkları aşıp birlikte mücadele verdiği kentsel bir hareket olarak gelişti. Eylemlere toplumun her kesiminden katılım sağlandı. Halk sadece müştereklerini değil kentlerini ve kendi yaşamlarını da korumaya çalıştı.(13)

AKBELEN ORMANI DİRENİYOR; ÖLÜM ÇUKURUNA KARŞI YAŞAMI SAVUNMAK

Türkiye resmen 2058 yılında net sıfır emisyon hedefine ulaşacağını taahhüt ettiği halde hâlâ termik santral kurulması için izinler veriliyor.

Akbelen’de Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerine kömür sağlamak için doğal, tarihi ve kültürel değerler yok edildi, edilmeye çalışılıyor. Bölgenin en eski köylerinden olan Işıkdere Köyü tüm doğal, sosyal ve kültürel zenginliğiyle haritadan silindi. Şimdi de şirket gözünü Akbelen ormanına, Karacahisar, Çamköy’e dikmiş durumda.

Limak Holding ve İÇTAŞ ortaklığındaki YK Enerji, İkizköy'deki Akbelen Ormanı'nın 740 dönümlük bölgesini, termik santrallere linyit sağlayan açık maden ocağına katmak için gerekli izinleri aldı. Ancak İkizköylüler'in direnişiyle karşılaştı.

17 Temmuz 2021'de saat 06.00'da Akbelen Ormanı'na giren Orman İşletmesi kesim ekibi, İkizköy halkı ormanın derinliklerine erişinceye kadar 30'a yakın ağacı kesti.

İkizköylüler o günden beri ormanda 24 saat nöbet tutuyor. Akbelen’de ağaçlar kesildi ancak kazı yerlerinde Akbelen’in tarihi ve kültürel varlıkları ortaya çıkmaya başladı. Kazılmaya başlanan alanlarda duvar kalıntılarının tespit edilmesi üzerine Karadam Karacahisar Mahalleleri Doğayı Doğal Hayatı Koruma Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği Muğla Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvuruda bulundu. Akbelen Ormanı’ndaki arkeolojik kazı işlemlerine ilişkin bilgi verilmesini, ortaya çıkan duvar kalıntılarıyla diğer tarihi kalıntıların tescillendirilmesini istediler.(14)

Akbelen ormanı kaybedilirse olacakları öğrenmek için sözü direnişin başlatıcılarından ve liderlerinden Deniz Gümüşel’e verelim:

“Burası….Kömür madeni İkizköy’lülerin deyişiyle ölüm çukuru. Bu ölüm çukuru İkizköyden Gökova körfezi'ne kadar kuş uçuşu 15 km boyunca neredeyse kesintisiz uzanıyor. 1979’dan beri Milas'ta 7 köyü yok etmiş durumda. Maden son olarak gözünü İkizköy’ün kalan tarım alanlarına, zeytinliklerine ve Akbelen ormanına dikti. Maalesef 24 Temmuz sabahı başlayan kesimle ormandaki binlerce ağacımızı kaybettik. Maden Akbelen ormanına girerse ormanın ortasında ve çevresinde yaşayan İkizköy’lüler evlerini terk edip göçmek zorunda kalacaklar. Orman içindeki zeytinliklerle birlikte ormanı çevreleyen 3bin dönüm arazi içindeki 45bin zeytin ağacı da İkizköylü’lerin tarlaları da yok edilecek. 2021 yılındaki yangınlardan sonra Akbelen ormanına sığınan yaban hayvanları tümden yuvasız kalacak. Akbelen ormanının altından süzülen sularla beslenen Çamköy yeraltı suyu kuyuları da kuruyacak. Bu, Milas'ın köylerinin ve Bodrum'un susuz kalması demek. Akbelen ormanının madene dönüştürülmesi ekolojik, sosyal ve ekonomik felaketler getirecek. Ama Akbelen ormanı toprağı, börtü böceği, bakterisi, kuşları ve bebek çam ağaçlarıyla hâlâ yaşıyor. Mücadeleye devam. Akbelen’den vazgeçmiyoruz.”(15)

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında yüzleşeceğimiz en büyük sorun şüphesiz iklim krizinin toplumsal ve ekolojik sonuçları olacak. Bir yanda daha fazla sermaye biriktirmek isteyen kapitalizm ve halklar üzerinde tahakkümünü artıracak devletler diğer yanda yaşamı ve geleceği savunan toplumsal kesimler.

Ekoloji mücadelesinin diğer toplumsal mücadelelerle birlikte yaşam mücadelesi vermesi kelimenin gerçek anlamıyla hayati olacak görünüyor. Bana öyle geliyor ki bu dönemde ekoloji mücadelesinin önündeki en büyük sorumluluk, diğer toplumsal kesimlerle beraber mücadeleyi çeşitlendirip, derinleştirmek ve yaygınlaştırmak. Bunun için Deniz’in dediği gibi öncelikle “kendi öz örgütlenmelerimize daha eleştirel bakabilmeliyiz. Ve bu tür muhalefet anlarının kalıcı olması, siyasete evrilebilmesi için ne yapmamız gerektiği konusunda da düşünmemiz, ortaklaşmamız ve harekete geçmemiz gerekiyor.” (16)

Bu uğurda mücadele etmeye değer…

Kaynaklar

1) Arif Künar, Donkişotlar Akkuyu’da; Anti Nükleer Hikayeler: 2002: s31.
2) Ümit Oran, Oben Ulu, Türkiye’nin ilk büyük çevre zaferi. https://yesilgazete.org/turkiyenin-ilk-buyuk-cevre-zaferi-aliaga-termik-santrali-fotograf-galeri/ 
3) Füsün Gökalan Çımrın, Bergama köylü hareketinin dünü ve bugünü, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Bahar 2015, cilt 14, sayı 53, 310-17.
4) Özer Akdemir, Anadolu’nun ‘Altın’daki Tehlike-Kışladağ’a Ağıt, İstanbul, 2011, Evrensel Basım, s 37.
5) Şadi İdem, Muhafazakâr Demokasi’den Otoriterliğe AKP’nin çevre politikası ve Ekoloji mücadelesi, Nisan 2013, https://www.ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/25-ekoloji-ve-sol/59-muhafazakar-demokrasiden-otoriter-demokrasiye 
6) Barış Gencer Baykan, Türkiye’de GDO ve Toplumsal muhalefet, https://betam.bahcesehir.edu.tr/2012/11/turkiyede-gdolar-ve-toplumsal-muhalefet/ 
7) Arca Atay, GDO’ya Hayır Platformu nasıl oluştu? neler yaptı?, Toplumsal Ekoloji Dergisi, Yaz 2005, sayı 4, s 5-12.
8) Kayahan Pala, Dünyada ve Türkiye’de kömürlü termik santrallere karşı mücadeleden örnekler, Toplum ve Hekim Dergisi, Mayıs-Haziran 2017, cilt 32, sayı 3, s.168-176.
9) Şengül Şahin, Gerze’de Termik Santrali Nasıl Yaptırmadık, 14 Mart 2015, Bimag. https://m.bianet.org/biamag/toplum/162960-gerze-de-termik-santrali-nasil-yaptirmadik 
10) Gözde Orhan, Ekoloji ve Siyaset: Munzur baraj projelerine karşı toplumsal direniş örneği, Dersimi parantezden çıkarmak içinde, der: Şükrü Aslan, Songül Aydın, Zeliha Hepkon, İletişim yay. Eylül 2013, 253-272.
11) Sinan Erensu, Gezi parkı direnişinin ilhamını yerelden aramak, 10 Haziran 2013, Bianet. https://bianet.org/bianet/siyaset/147400-gezi-parki-direnisinin-ilhamini-yerelde-aramak 
12) Üç Ekoloji Dergisi, Yaz 2013, Gezi Direnişi Özel Sayısı.
13) Çağrı Eryılmaz, Fatmagül Akman, Kolektif Bir Çevre Hareketi Olarak Artvin’de Maden Karşıtı Direniş, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı 25, 2016, S. 17-33
14) https://www.birgun.net/haber/akbelen-ormaninda-arkeolojik-kalintilar-ortaya-cikti-445990 
15) https://www.youtube.com/watch?v=xc9DePSy21w 
16) https://jinhaagency1.com/tr/ekoloji/Cevre-aktivisti-deniz-gumusel-akbelen-ve-cudi-deki-agaclar-kardestir-41920