“Türkiyem” diye bir özne var ya, hani şu içinde dilediğimizce yaşayamadığımız, kendini sahibi ilan etmişler tarafından bin türlü eziyete mâruz bırakıldığımız, sanki haysiyetimizin çamura bulanmış püre kıvamına getirilmesi için tasarlanmış gibi duran, ortam mı, makine mi, tanrısal güçleri olan bir ucûbe mi belirsiz varlık… Bir ülkenin -m’siz Türkiye- ve özellikle üzerinde yaşayan toplumun, insanların insanlığının toptan inkârını işleyen, bezeyen ve geliştiren bu menfur kelimeyi gözlere kulaklara sokmak üzere her ağzını açanın menfur birşeyler sakladığını, yaşamsal işinin yalanla dolanla olduğunu, hepimize ya da bazılarımıza bazı fenalıklar planladığını biliriz hani. Öğrenmeden biliriz. Doğuştan öğreniriz.
“Kelime göze sokulur mu, ey köşeyazarı!” Bilmiş bilmiş bu itirazı dillendiren okurlarım, sâkin olun ve hafızanızı yoklayın; sokulur. Yerine göre cop yapılıp başka yerlerimize de sokulmuşluğu vardır o kelimenin.
Şu günlerde Türkiyem, güzide siyasî geleneklerimizden bîhaber genç kuşaklar için özel konularda kurslar tertiplemekte. Doğuştan öğrenme kaynaklarımızda -ihaleyle suç ortaklarına dağıtıldıkları için- boşluklar meydana geldi ve faal nüfusu oluşturan büyükşehir insanlarımız yaşadıkları ortam konusunda cahil ve şuursuz kaldılar. “Türkiyemde hayatta kalabilme” bahsine dair yaşamsal bilgilerimizin kuşaktan kuşağa aktarılma süreçlerinde -yönetimi işten anlamayan çete mensuplarına peşkeş çekildiğinden- fay hattının yolaçtığı yarıklara taş çıkartır aksaklıklar oluştu ve yalnız büyükşehir şuursuzları değil, birbirine düşmanlığını bir türlü ötekini tamamen imha etme seviyesine vardıramamış toplumuzun bilumum kesimleri de ekstra şuursuz ve ultra bilinçsiz kaldı.
Oysa hem siyasî geçmişimiz hem devlet tecrübemiz -ki, en büyük aksaklık bu mevzudaki bilgilerin aktarılmasında meydana geldi ne yazık ki; Ertuğrul dizisi falan yüzünden- bizi neyin ne olduğunu bilme, anlama konusunda dünyanın en bol imkâna sahip, en şanslı insanları kılıyor.
Neden? Çünkü öğrenmemiz gerekenler her defasında kafamıza kakıla kakıla, eksiksiz fazlasız tekrarlanıyor. En dangıl velet bile ezberler hepsini. Yeni bir şey öğrenmemiz gerekmiyor. Aynı hıyarlıkları tekrarlaya tekrarlaya içselleştirdik, yapısallaştırdık, kendimizin kıldık, Türkiyem’in m’si gibi oldular.
Heyhat! Gelin görün ki, hangimizin kimi öldürüp kimden ne gasp ettiğini bizatihi kendimize unutturabilelim diye, İstanbul’un bir vakitler devletin yeni sahiplerini de zengin eden eroin laboratuvarlarında üretilmiş iksirler bize kendimiz hakkında uyduruk bir varoluş hikâyesi yaratma imkânı sunarken, öbür yanda oramızı buramızı sakatladı. Sakatlanan uzuvların başında beynimiz ve uzuv olup olmadığını tartışmaya kalkacağınız için şimdilik yalnız araya sıkıştırıp geçerek size bu imkânı tanımayacağım haysiyetimiz geliyor. Akıl fikir bu sakatlanma sürecinin neresinde, kestiremiyorum. Biryerlerinde bulundukları kesin. Çünkü mantık ve matematikten böylesine nefret durduk yerde üremez.
Seçim matematik, strateji mantık işi, muhterem okurlar. Farkındayım, hepiniz bunu biliyorsunuz, benden veyahut vazifesi ahkâm kesmek olan kimseden öğrenecek değilsiniz. Ayrıyeten, siyaseti siyasetçiler bilir, yapar, bunu da biliyorsunuz, biliyoruz. Siyasetçinin bizden farkı ne? Güya şu: Sonuçta bir noktada oylarıyla memleketi kimin yöneteceğini, hattâ belki kabaca nasıl bir rejim içerisinde yöneteceğini belirleyecek insanların eğilimlerini, tepkilerini, isteklerini koklamak, hissetmek, anlamak. Hem kendisini destekleme ihtimali bulunanların hem de öldür allah kendi safına geçmeyeceklerini bildiklerinin.
Bu işi sağ siyasetçiler genellikle daha iyi yapar. Sebebi basit: İnsan davranışlarını, toplumsal yaşamları dönüştürme gibi bir dertleri yoktur, üstelik insanların doğuştan sahip oldukları-olmadıkları birtakım sıfatlar, özellikler üzerine oynarlar, siyasetlerini değiştirilemez birtakım kabuller üzerine bina ederler. Böylece hitap ettikleri, peşlerinden sürüklemek istedikleri kitlelerle -evet, rahatlıkla, insan denen yaratığın bütün özgün marifetini yok sayma pahasına “doğal olarak” diyebileceğimiz tarzda- aynı zeminde buluşurlar.
İnsanın alışkanlıklarında, bildikleri bellediklerinde değişiklikler yaratmadan hiçbir amacına ulaşamayacak sol siyaset ise, daha başından, insandan gayret bekler. Bu yüzden sahaya dezavantajlı çıkar. Bir tür “asabiyet” gerekliliği, bu yüzden, hem de ilkeler doğuran ahlâkî, bilince dair, akıl kadar vicdanı da işin içine sokan büyük siyasî tercihin kaçınılmaz sonucudur. Ve -haydi, siyasî asabiye diyelim, elle tutulur ve ulaşılabilir olsun- bu asabiye, genellikle her aşamada büyük engellerle, baskılarla karşılaşan değiştirici-dönüştürücü muhalif siyasetler için en büyük kuvvet kaynağıdır. Alternatifi yoktur. Orijinali, çıkması yoktur. ‘Abi bu da işi görür’ü yoktur. Zor elde edilir, kolay zedelenir, yırtılır, parçalanır, zor tamir edilir.
Homurtularınızı işitiyorum, muhterem okurlar. Bunca yılın yazı-çizi insanıyız biz de; bazı hünerler edindik zamanla. “Ulan bunun neresi somut? Hani seçimden meçimden bahsedecektin?” Edeceğim. Yolunu yapıyorum işte. Asabiyeye zarar vermemek için. Aday çıkaracağım illeri titizlikle belirliyorum.
Seçim tamamen -evet, tamamen!- matematik işi. “Kim kaç oy alacak?”tan ibaret bir sonuç evresi var ki, önceki her şeyi kendisine tâbi kılıyor, kendisine ulaşmayan hiçbir çabaya hiçbir ödül vermiyor. Yani biz de, seçime kadar, seçime doğru yapılacak her şeyi öncelikle bu kıstasa göre değerlendirmek durumundayız. TİP’in HDP ile mesafe koyma girişimi bu bakımdan yararlı mıdır? Tabiî bu soruyu iki ayrı kanaldan sorabiliriz: (1) Bugünkü zulüm rejimini devirecek bir seçim sonucu oluşturmaya yararı var mı? (2) Oy bakımından TİP’e yararı var mı?
İlk sorunun cevabı: hayır. İtiraz eden? Yok. Güzel. Nâçizâne görüşüm o ki, ikinci sorunun cevabı da ilk bakışta ‘hayır’. Ama işte burada devreye kurstu dersti diye bahsettiğim şey giriyor ve bize, böyle soruları, nesnel olarak değerlendirmek amacıyla olayın üzerine eğilenlerin farklı, hadisenin merkezindeki sol örgütlerin farklı sorduğunu hatırlatıyor. Türkiyem solunun maalesef idrakı ve kabulü zor bir benmerkezcilikle mâlûl olduğu kadim bilgisiyle birlikte. Biz -amorf, heterojen, herhangi bir odakta toplaşmamış, yalnız tepkiler ve dilekler bakımından birleşmiş örgütsüz kitle-, hâlihazırdaki siyasî-toplumsal koşulları zemine yayıp üzerine oturarak, hemen yarın mümkün ve mâkûl olanın nasıl gerçekleştirileceği gibi bir soruya cevap aramakla meşgûlüz. Ve bu bakımdan en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, bizde heves uyandıracak, “yapabiliriz” duygusunu güçlendirecek, evet, kabaca, yeni bir asabiye oluşumunu besleyecek tavırlar, gelişmeler. Hattâ belki güvenceler. Yani, “güvenebiliriz” hissiyatı. Bu sadece tek kanallı basit bir duygu değil, tam teşkilatlı, “Türkiyem”in sevdiği deyişle “kompile” bir ruh hali.
Tip'in ayrı baş çekme girişimi, kimbilir, belki bu partinin kendine dair bilincine, özgüvenine katkıda bulunabilir. CHP’nin solunda bir Batı Türkiye partisi hiç de fena ihtimal değil. Benim yaşımdaki solcuların, elbette haklı ve kaçınılmaz karamsarlıkla mâlûl tecrübemiz, bu ihtimalin varolmadığını, azıcık serpilecek bir “CHP solu” partisinin o ne kokar ne bulaşır kadim zihniyet tarafından kolaylıkla yutulacağını söylüyor. Ayrıca, hernekadar bu örgütün öndegelenleriyle muhtemelen uzun boylu anlaşamayacak olsak da beni memnun eden, sevinerek izlediğim süreç, kısaca TİP’e artan teveccüh diye niteleyebileceğimiz vaziyet seçim çarklarının arasından oya dönüşüp sağlam çıkabilecek mi, bu sorunun cevabı da hiç öyle garantili bir evet değil. Seçim farklı bir atmosfer, farklı bir toplu haleti ruhiye âlemi. TİP’in, kendisine yönelik ilgiyi olması gerektiği gibi değerlendirmediğini, oy meselesini, ama esas bir “seçim hareketi”ni besleyecek asabiyenin hayatiyetini hiçe sayarak siyasî fayda hesabıyla attığı adımın umduğu sonucu vermeyeceğini sanıyorum.
Bütün bunları bizler akıl edebiliriz de, bütün gün siyasetle meşgûl TİP’liler akıl edemez mi? Elbette ederler. Ne yazık ki, işte, öncelikleri benmerkezci kültürümüz belirleyebiliyor.
Bu meselenin bir de öbür yüzü var. TİP’in fuzulî ve yıpratıcı girişimi, elbette sandığa gitmeyi-gitmemeyi, oy verip vermemeyi belirleyecek -onsuz edemeyeceğimiz- asabiyeyi zedeledi. Ancak TİP’in tutumuna yönelik eleştirilerde önemli bir yeri de kimse HDP dışında hiçbir adım atamazmış gibi tuhaf bir şart şurt dayatması tutuyor. TİP’in tutumunun özellikle kazanılmış bir seçim sonrasında ayrıştırmacılığı, Kürtlerin siyasî tecridini kolaylaştırması tehlikesi tabiî var. Burada elbette vefasızlık, kıymet bilmezlik kokan birşeyler pişiyor, o da öyle. Ancak “HDP’nin gölgesinden çıkma” hevesleri çoğu zaman nasıl bu olumsuz duyguları barındırıyorsa, HDP tribünlerinde de bazen “siz de kim oluyorsunuz?”a varmasına ramak kalmış haller görülüyor. Gölgesinden çıkmak gereken hiçbir şey de yok değil yani.
Neyse ki, bu tavırları takınanlar, partinin yükünü sahiden omuzlamış, gerçek emektarlar, yöneticiler değil. Bu yazıyı, her iki partinin sözcülerini, yöneticilerini, “Türkiyem” siyasetinde zaten hiç beklemediğimiz, sol içi tartışmalarda da pek şahit olmadığımız özenli, saygılı üslûplarından ötürü tebrik ederek, onlara bu nedenle teşekkür ederek bitirmek isterim. Umarım “tribünler” sahadaki oyunun şuurlu ve centilmence geçmesi yönünde baskı kurar, zedelenmiş asabiyeyi onarma gayretinde birleşir. Sol siyasetin en hayatî handikaplarından olan benmerkezciliğin -pek kabaca “etrafı görmeme” kusuru da diyebiliriz- yeni bir zaferi için çalışmazlar.