1923’ten bu yana çok kültürlülüğün bastırılarak tek kimlikli bir yapının kurulmaya çalışıldığı Türkiye’de, birçok kültür yüzyıllık asimilasyon, baskı ve değersizleştirme çabalarından zayıflayarak çıktı. 2000’li yıllar itibariyle Ermeni ve Rum kimlikleri neredeyse görünmez hale getirildi ve geçmişe ait, ancak belki bazı dizi ve filmlerin nostaljik birer öğe olarak göstermeye başladığı unsurlara dönüştürüldü. 2000’li yılların başlarına kadar görece var olan Rumlar ve Ermenilerin kamusal görünürlükleri de bu dönemin sonlarına doğru, özellikle Hrant Dink cinayetinden sonra birer birer kaybolmaya başladı. Tek kimlik ülküsünü engelleyen veya zorlayan temel unsur ise ağırlıkla Kürtler olarak kaldı. Bununla da mücadele için 1990’lara kadar denenen bilindik açık/baskın asimilasyon çabalarından sonuç alınamayınca sessiz/gizli asimilasyon sürecine geçildi. Ancak bu da umulan neticeyi vermiş değil.
YENİ SOSYOLOJİK GERÇEKLER
Fakat 2010’lar itibariyle Türkiye’nin bu yüzyıllık kimlik siyasetini, asimilasyon çabalarını anlamsız kılacak veya en başa döndürecek ciddi sosyolojik gelişmeler/değişimler yaşanmaya başladı. En büyük gelişme elbette 4 milyona yakın Suriyeli mültecinin ülkeye gelmesi oldu. Türkiye toplumu kısa bir zaman diliminde yeni bir etnik toplulukla bir arada yaşamak durumunda kaldı. Yine bu kısa süre içinde Araplar ülkenin en büyük üçüncü etnik grubu haline geldi. Suriyeli göçünün ilk yılları itibariyle gündeme gelmese de yıllar içinde dükkân tabelalarındaki Arapça kullanımından, Arapça ders verilen resmi ve özel okullara, kamusal hizmetlerde Arapça tercüman sağlanmasından bu dilde bilgilendirici içerikler hazırlanmasına kadar geleneksel sosyolojik ve bürokratik yapıyı önce afallatan sonra dönüştüren çok sayıda ciddi gelişme yaşandı.
Bunlara ek olarak Türkiye, geri gönderilmeleri ülkelerindeki iç savaş, devam eden belirsizlik ve politik durum nedeniyle öngörülebilir bir gelecekte mümkün görünmeyen Suriyeliler için biraz da mecburen sosyal uyum programlarına başlamak durumunda kaldı. Suriyeli çocukların okula kazandırılmasını da amaçlayan Geçici Eğitim Merkezleri’nde Arapça eğitime izin verilmesi bu zorunlu adımlardan biriydi. Birkaç yıldır Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ülkede yasal kalış hakkına sahip yabancılara yönelik başlatılan ve bu kişilerin “ülkemizdeki sosyal, ekonomik ve kültürel hayata uyumunun kolaylaştırılmasını” amaçlayan sosyal uyum ve yaşam eğitimleri de bu sürecin bir başka adımı olarak ortaya çıktı. Program, en azından şu aşamadaki çerçevesinin darlığı nedeniyle gerçek anlamda bir sosyal uyumu gerçekleştirme potansiyelinden uzak olsa da bir kamusal niyeti açık etmesi bakımından önemli bir kırılmanın göstergesi durumunda.
Suriyelilerin sosyal uyumunun nasıl bir “uyum” olacağı, bunun asimilasyonist bir “uyum” mu yoksa o kültürü kabullenen ve korumaya alan bir entegrasyon mu olacağı konusunda pek kimsenin bir fikri ve politikası henüz yok. Mülteci karşıtı diskurun oy toplar derecede güçlendiği bir dönemde kimsenin böyle bir tartışma yürütecek mecali -en azından seçimlere kadar- olmasa da meselenin yakın dönemin en önemli tartışma alanlarından biri olacağı açık.
ÇOK KÜLTÜRLÜLÜKLE YÜZLEŞME
Ancak bilindiği gibi ülkedeki yabancılara dair tartışmanın ve hızlı gelişen sosyolojik değişimin özneleri sadece Suriyeliler değil. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre ülkede 3 milyon 760 bini Suriyeli olmak üzere toplam 4 milyon 89 bin kayıtlı mülteci bulunuyor. Suriyelilerin dışında kalan kısmı Afganlar, İranlılar, Pakistanlılar, Türkmenistanlılar ve diğer ülkelerin vatandaşları oluşturuyor. Tabii esas olarak kayıtlı olmayan yüzbinlerce göçmen/mülteci de var. Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre sadece son 5 yılda yakalanan düzensiz göçmen sayısı 1 milyon 215 bin. Yalnızca yakalanan kişi sayısı dikkate alındığında yakalanamayan kayıtsız göçmen/mülteci sayısının da en iyi ihtimalle bu civarda olduğu söylenebilir.
Ülkede ikamet izniyle kalan yabancılar yönünden bakıldığında da 2010’dan sonra sayılarda her yıl katlanarak artan bir yükseliş söz konusu. 2010 yılında bu statüyle kalan yabancı sayısı 182 bin iken bu yıl bu sayı henüz yılın bitmesine 3 ay kala 1 milyon 364 bine ulaşmış durumda. Bu izin türüyle kalan yabancıların ülkelerine bakıldığında da yine mültecilerin menşe ülkeleri olan Irak (143 bin kişi), Suriye (106 bin), İran (98 bin), Afganistan (53 bin) gibi ülkelerin ön plana çıktığı görülüyor. Türkmenistan (115 bin), Rusya (108 bin), Azerbaycan (67 bin), Özbekistan (53 bin) da bu izin türüne en fazla başvurunun olduğu diğer ülkeler.
Öte yandan, daha önce Asya ve Afrika’dan gelen göçe alışık olan Türkiye, bu yıl Ukrayna ve Rusya’dan gelen kitlesel göçlerle de tanıştı. Ağustos ayı verilerine göre Türkiye’deki kayıtlı Ukraynalı sayısı 145 bine ulaşmış durumda. Ukrayna savaşının henüz ilk ayında Türkiye’ye gelen Rus sayısı da 14 bini geçmişti. Son seferberlik kararından sonra binlerce Rusyalının daha Türkiye’ye sığınması bekleniyor.
Mülteci veya göçmenlerin önemli bir kısmı sınır dışı edilmeye çalışılsa da bir o kadarı veya belki daha fazlası siyasi veya ekonomik sebeplerle ve birbirinden çok farklı coğrafyalardan gelmeye devam ediyor. Türkiye, 2000’li yılların ilk dönemine kadar Asya ve Afrika’dan gelen göçmen/mültecilerin Avrupa’ya geçiş için kullandığı bir transit ülke konumundayken Avrupa’nın da sınırlarını korumaya alması ve bir süredir izlediği geri itme (push back) politikası nedeniyle bir varış noktası vasfı kazanmış durumda. Türkiye bu haliyle belki de tarihinin en çok kültürlü dönemini yaşıyor. Yukarıdaki verilerden de görüleceği üzere bu çok kültürlülüğün azalmayacağını, aksine yakın gelecekte daha da çeşitleneceğini gösteren birçok gösterge mevcut. Devam eden göç/mülteci hareketliliği bu nedenle Türkiye’yi çok kültürlülük açısından “ister istemez” ve hiç olmadığı ölçüde dinamik bir ülke haline getiriyor ve ülkedeki vatandaşından devlet kurumlarına yine “ister istemez” bir takım değişim ve dönüşümlerle yüz yüze bırakıyor.
GECİKMİŞ BİR SÜRECİN SANCILARI
Dolayısıyla Türkiye istediği kadar uğraşsa da giderek artan sayıda farklı kimliği eskisi gibi kolayca asimile edemeyeceğinden veya buna girişse dahi bütün bu çabaları bir süre sonra zaten anlamsızlaşacağından bu kimliklerle bir yüzleşme ve uyum sürecini yaşamak zorunda kalacak. Elbette Türk kimliği dışındaki tüm kimliklerle yalnızca dışlama ve zayıflatma refleksi geliştirebilmiş bir ülke açısından bu süreç kolay olmayacak. Hatta hala en büyük derdi Kürtçe’yi ve Kürt kimliğini bastırmak olan devlet aklı, bunun uğruna bu yeni kimliklerle de mücadeleyi düşünebilir. Ancak bunun boşa bir çaba olacağı Suriyeliler dolayısıyla uzun süredir anlaşılmış durumda. Ne yeni gelen halkların –Almanya’daki Türkler gibi- kendi dil ve kültürlerini bırakma niyetleri var, ne de Türkiye’nin tüm bu kimlikleri tek bir potada eritme kabiliyeti.
Türkiye bu yönüyle, Avrupa ve Amerika kıtalarındaki birçok ülkeye kıyasla gecikmiş ve öyle görünüyor ki önüne geçilemez bir çok kültürlülük sürecinin içinden geçiyor, bu ülkelerin on yıllar önce yaşadığı süreç ve sancılarla da yeni yeni yüzleşiyor. Bu yeni dönemin Türkiye’nin büyük yıkımlar yaratmış ve yaratmaya devam eden tekçi zihniyetinden kurtularak diğer kimliklerle tanışma ve barışması anlamında bir fırsat ve imkâna dönüşmesi önünde ise yine kendi ürettiği korkuları ve ülküleri dışında bir engel bulunmuyor. İlk yüzyılını farklı kimlikleri zayıflatma veya ortadan kaldırma çabalarıyla geçiren Türkiye’nin ikinci yüzyılının kültürel kıyımlarla ilerlememesi için önünde böyle bir ciddi imkân –hâlâ- var.
Ülkelerindeki savaşlar, siyasi baskılar veya ekonomik yoksunluklar nedeniyle gelmiş milyonlarca yabancının kültürel farklılıklarının tanınması, hak ve hizmetlere kendi dillerinde erişimlerinin sağlanması Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engellerden birini de doğrudan kaldıracaktır. On yıllardır tek dil, tek millet projesini gerçekleştirmek için her türlü anti demokratik yolu kullanan devletin demokratik dönüşümü nihayet bu çok kültürlülüğün zorunlu da olsa ortaya çıkaracağı kazanımlardan biri olabilir.