Bitmeyen derin devlet, “kemalizm”, laiklik, rejim tartışmaları... Yerinde duran sabitler: Tarih ve coğrafya. Ve halen yanıt aranan “biz kimiz?” hatta “biz var mı, kaldı mı, hiç olmuş muydu?” soruları.
Hani şu eskinin öldüğü, yeninin henüz doğamadığı bilinen alacakaranlık kuşağı, Gramsci merhumun hepimize ezberlettiği. Canavarlar, hayaletler dolaşıyor filan. Bir de kalıtsal hastalıklar eklenebilir. Onun karşısında da geçmişi tarihleştirememek. İşte Sedat Peker’in çok izlenen demek ki amacına ulaşan videoları. Bitmeyen derin devlet, “kemalizm”, laiklik, rejim tartışmaları. Dolaptaki iskeletler cabası. Yerinde duran sabitler: Tarih ve coğrafya. Ve halen yanıt aranan “biz kimiz?”, hatta “biz var mı, kaldı mı, hiç olmuş muydu?” soruları.
Bu bakımlardan Fransa’yı esin verici buluyorum. Barışamadıkları sömürgeci ve savaşçı geçmişleri, toplumdaki entegrasyon sorunları, evrensel aydınlanmacılık iddiaları, derin devlet vb. Güncel olarak da bazı koşutluklar var. Emekli ve muvazzaf generallerin muhtıramsı Valeurs Actuelles dergisi makalesi, devletin güvenlik ve istihbarat teşkilatları mensuplarının karıştıkları ağır suçlar, Cezayir Savaşı, Ruanda Soykırımı ile yüzleşme, DeGaulle gibi bir figürün sahiplenilmesi meselesi, hatta ikiyüzüncü ölüm yıldönümü bağlamında Napolyon Bonapart’ın nasıl anılacağının bilinememesi.
Doğal olarak, benzerliklerin bittiği yer gözümüzün önünde duran demokratik zemin. Fransa, hukuk devleti. Yargı bağımsız. Medya özgür. İfade hürriyeti tam –o denli ki ‘dine küfür’ (“blaspheme”) yasal. Vesayetten söz edilemez. Sokağa “dökülmek” kaçınılması gereken, sakıncalı bir eylem değil, aksine alışageldik. Darbeden çok devrim görmüş. Buna karşılık, devrim içinde darbe (Napolyon), DeGaulle dönemindeki darbe girişimleri gibi tarihçeleri de var.
Dış politikada da, bana göre tuhaf, yani tarihe ve coğrafyaya aykırı biçimde, kafa kafayayız. Akdeniz’de, laiklik/islamofobi meselesinde, AB’ye adaylık sürecinde, Libya’da, genel olarak Magrep’te ve Sahraaltı Afrika’da. Devlet idaresinde, ulusal çıkarların savunulmasında ama daha ziyade diplomaside Amerikancadan apartmayla “mide-bağırsak” konusuna değinmiştim. Yani bazı işler mide gerektirir, Türkçesiyle (bulantıya kapılmamak için) burun tutularak yapılır. Bazılarıysa, belki diplomasiden ziyade askerlik, istihbarat, güvenlik gibi alanlarda, deyim yerindeyse, (korkudan) “donuna doldurmamak” çabasıyla.
Böyle deyince, Macron’un Çad cumhurbaşkanı İdris Deby’nin cenazesine katılıp, Fransa’nın oğul Deby’nin (şimdilik) kadife darbesine (çaktırmadan) destek vermesi ve genel (kendi penceresinden) terörle mücadele yaklaşımı anımsanabilir. Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’yi Elize Sarayı’nda alayı valayla ağırlayıp, Légion d’Honneur nişanıyla onurlandırıp, üzerine otuz Rafale’i, hem de devlet güvenceli kredileri Fransız bankalarından sağlanmak yoluyla, satması bu kalemden güncel örnekler olarak sıralanabilir. Alman silah sanayisinin “referans müşterileri” Yunanistan ve Türkiye’ye örnekse denizaltı satışı gibi politikalarını, Yunanistan’a Rafale satarak dengelemesi de eklenebilir.
Erdoğan da (yinelemek gerekirse artık Ankara demek, Erdoğan demektir) Mısır’a heyet gönderip, diplomatik uzlaşı arıyor. Libya’dan çekilmenin koşulları konuşuluyor. İsrail’e büyükelçi teatisi teklifi yapılıyor. Suudi Arabistan’la İstanbul’da işlenen Kaşıkçı devlet cinayetinin geride bırakıldığını gösteren açıklamalarla birlikte Kral Selman’la telefonda görüşüyor. ABD Başkanı Biden’in Ermeni Soykırımı açıklamasını saplantılı sorun haline getirmeyerek, Haziran’daki NATO Zirvesi marjında gerçekleşecek ikili görüşmeye odaklanıyor. NATO çatısı altında Soğuk Savaş’tan geri gelen Karadeniz ve Kafkasya’da Rusya’yı çevreleme ödevini iştiyakla ve layıkınca yerine getiriyor.
Bu resimden akılcılık mı, yoksa fırsatçılık mı çıkar? Ayakta kalma içgüdüsü müdür, sözkonusu diplomatik virajı almaya Erdoğan’ı zorlayan? Güncel rejimde, bütüncül, çokboyutlu, uzgörülü, soğukkanlı bir dış politikadan söz edilebilir mi? Bunlar herhalde geçerli sorular. Üstelik iletişimi trollukla karıştıran Fahrettin Altun’un beyhude kafa göstermeleri gülünç kaçtığı gibi, Erdoğan’ın diplomasiyi önceleme girişimlerini de içeriden sakatlıyor. Kimi Dışişleri meslek memurlarının, sosyal medyadan, üst düzey yabancı devlet görevlisi ve yöneticileri de dahil olmak üzere, ona buna ilk adlarıyla hitap ederek ayar verme ataklarını saymıyorum bile.
Söylemi ayarlamanın ve diplomatik manevraların ötesinde, orta yerde kaya gibi duran saçma sapan S-400 alımı ve bedeli olan F-35 programından atılma, onun üzerine dönüp TCG Anadolu gibi pahalı bir platformu “SİHA taşıyıcısına” dönüştürmek gibi “Zihni Sinir” projeleri var. Yeni ABD yönetiminin başat küresel sınama olarak koyduğu Çin ve ardından Rusya iken, bu iki devletle sıkı fıkı ilişki kurma çabaları var. AB’ye üyelik perspektifini canlandırırmış gibi gözüküp, laf ola “insan hakları eylem planı” açıklamak ama gaz kesmeden hukuk devletini temelinden dinamitleyerek, aynaya bakmaktan kaçınmak var. Dış politikanın ekmeğini içeride yeme yanılgısı ve takıntısı da baki ama silikleşiyor.
Bunlardan fazlası da var ama konumuz Fransa ile Türkiye’nin benzerliklerini yan yana koyup, yüzleşme, entegrasyon ve zemin farklılıklarını vurgulamak. Kıbrıs ve PKK’yle mücadele/Kürt sorununa siyasal çözüm denince, Isaiah Berlin’in tilki-kirpi meseline sığınmak, kâh milliyetçi ortağın gönlünü hoş tutmak, kâh “ordu seferde gerek” şiarına sarılmak, aynı zamanda geçmişin tarihleştirilememesinin de göstergeleri. Düz söylersek, geçmişimiz ortak, tarihçelerimiz farklı. Aynı ırmağa dizboyu girmişiz ama bacaklarımızın arasından ayrı ayrı sular akıyor.
Bugün, Fransa’da aşırı sağı temsil eden RN’in DeGaulle’e sahip çıkması, Mafia’nın Yargıç Falcone’yi tanıtım amaçlı simge seçmesine benzetilebiliyor. Polis, tesadüfen de olsa, iç istihbarat teşkilatı DGSI bağlantılı cinayet şebekesini ortaya çıkarabiliyor. Özür dilemeye dek vardırmasa da cumhurbaşkanı sömürgecilikle, Cezayir, Ruanda’yla resmi yüzleşme adımları atabiliyor. Laiklik konusunda geri adım atmadan, ama “o iş bitti” de demeden, entelektüel bir iddia ortaya koyabiliyor. Çok mu başarılı? Örnekse, Beyrut limanındaki patlamanın ardından Macron’un Lübnan’a gidip postasını koymasının üzerinden dokuz ay geçti, ortada hükümet yok. Buna karşılık, herhalde tutarlı.
Özcesi, yine geldik “hafriyat v. mimari” karşıtlığına. II. Atatürk olma iddiasının, diplomasiyi de içerecek, diplomasinin zihniyetin dışavurumu olarak da görülebilecek bir boyutu var. Cem Dinlenmiş’in çizdiği dünyayla, erken dönem cumhuriyetin I. Ulusal Mimarlık Akımı eserleri arasındaki derinlik ve (deyim yerindeyse) aydınlık farkını zihninizde yan yana koyun. Ayrıca doğrudur, Türkiye kenara itilebilecek bir ülke, bir NATO müttefiği değil. Buna karşılık kırılganlığın en yüksek düzeye çıktığı, talepkârlığın en fazla arttığı dönemlerde de, herhalde eski meslek büyüklerim de hiç yoktan bu konuda amadeleriyle mutabık kalacaklardır, adama çok el öptürürler bu âlemde maatteessüf.
Bu içinde bulunduğumuz saltanat sonu ya da çöküş ortamında, bizim büyük çaresizliğimiz ise kendine “demokratik” nitelemesini yakıştıran muhalefet. Muhalefetin güvenlik, dış politika, istihbarat ve “kalıtsal hastalık” diye adlandırdığım konularda ne yapacağının, köktenci dönüşümü geçtim, herhangi bir farklılık ortaya koyup koymayacağının bilinememesi. Hatta (veya çünkü?) muhalefetin kendi bu alanlarda ne yapacağından emin olmadığı izlenimi veriyor. Belki kısaca değindiğim o atar-giderci kimi hariciyecilerin “yarınlar hiç olmayacakmışçasına” freni patlamış gibi yaşama coşkusu da o nedene dayanıyordur. Dümene kim geçerse geçsin, forsaların aynı forsa kalacağı, pruvanın hep neta, rüzgârın hep kolayına olacağı inancına.