Türkiye’nin iki seçimi
Gerçek demokrasi CHP’nin sandıkta “kazandığı” noktada değil, AKP’nin kaybettiği Van’da karşımıza çıkmıştı. Belli ki benzer alanlarda, mücadele ve dayanışma zeminlerinde karşımıza çıkmaya devam edecek.
BAŞLARKEN: ÖNCESİ VE SONRASIYLA TÜRKİYE’DE YEREL SEÇİMLER VE AKABİNDEKİ 'YUMUŞAMA'
31 Mart seçimleri sonrası, “siyaset” sahnesinde pek çok tartışma yapıldı, saray rejiminin yumuşama ihtimallerinden bile bahsedildi. Ancak bu sahne çift (çok) suretli ve 31 Mart 2024 tarihinde yapılan yerel seçimleri asıl farklı kılan, herkes için geçerli olan yasaların bulunduğu tek bir ülkede iki ayrı seçim yapılmasıydı. Türklerin yoğunlukta yaşadığı kentlerdeki seçimler ve Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı kentlerdeki seçimler arasındaki koşullarda önemli farklılıklar vardı. Nitekim seçim sonuçları itibariyle de bu ikilik/farklılık devam etti ve ediyor. Baskıların azalma ihtimalinden bahsedilen bir siyasal atmosferde Van halkıyla dayanışan DEM Parti ve TİP üyeleri tutuklandı. Bundan birkaç hafta evvel 1 Mayıs’ta da benzer bir tablo yaşanmış, bazı eylemciler tutuklanmıştı. Şu an 1 Mayıs’la ilgili yapılan tutuklamaların da devam ettiği bilgisi gelmeye devam ediyor. Son olarak Kobani Davası’nda da verilen ağır cezalarla birlikte gerçek muhalefetin, düzen dışında görülenlerin payına düşen adaletin ne ve ne kadar olduğuna şahit olmuş olduk. Gezi davasında, Can Atalay’ın Anayasa’nın dışında tutulmasındaysa değişen bir şey yok.
31 Mart öncesine gidersek; bilindiği üzere Kürt kentlerinde önceki yerel seçimlerde kazanılan 53 belediyeye zaten kayyım atanmıştı ve bu kentlerde yaşayanlar seçimlerde kullandıkları oylarla seçilen kişiler tarafından değil, hükümetin atadığı vali ve kaymakamlar tarafından yönetilmekteydi. 31 Mart seçimleri de aslında bu sürecin bir devamı olarak cereyan etti. Eş başkanlık uygulamasının kriminalizasyonundan, kadınların belediyeleri yönetmesine karşı yürütülen siyasi propagandaya, gözaltı ve tutuklama furyasına; bu kentler yasal olarak ilan edilmemiş bir OHAL rejimi ile yönetilmeye devam ediyordu. Seçimlerde 12 kentte, sadece seçim gününe özel asker ve polis görevlendirmesi güvenlik gerekçe gösterilerek yapılmış, bu kişiler görevlendirildikleri kentlerde oy kullanarak AKP’nin kazanmasını sağlamıştı.
Nitekim 61 yaşındaki Şırnaklı Süleyman Salğucak’ın oy kullanmak amacıyla dışarıdan gelen askerlere haklı bir öfkeyle “söyle sen nerelisin?” diye sorduğu görüntüler sosyal medyada gündem olmuştu. Bu itiraz ülkenin Kürt yakasında farklı bir seçimin yapıldığını kanıtlayan bir itiraz olarak hafızalara kazındı. Devamında Türkiye’nin diğer kentlerindekinden farklı bir seçim yaşanmasının en bariz haline Van’da şahit olundu. Halk ciddi bir direniş göstererek YSK vasıtasıyla AKP tarafından alınmak istenen mazbatayı geri almış ve kendileri adına konuşup eyleyeceğine inandıkları DEM Partili Abdullah Zeydan’a geri vermişti. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz üzere bu haksızlığa karşı çıktığı için halihazırda tutuklu onlarca insan var.
KONSENSÜS
İddiaya göre, demokratik sistemlerde yasalar siyasetin sınırlarını çizer. Bu sınırlar herkes için geçerlidir. Yasalar siyasetin sınırlarına ilişkin konsensüsü işaret eder. Elbette söz konusu Türkiye olunca Kürt kentlerindeki seçimler için yasaların sınırlayıcılığı geçerli değildir, zira burası konsensüse, kurucu sözleşmeye, arkheye dahil edilmemiştir. İşte Kürt kentlerinde yasa ile uygulama arasındaki bu yarık, siyasetin 31 Mart’ta da disensus alanında, adeta bir düşmanlık politikası ve buna karşı verilen mücadele olarak, bir mutabakat değil hak talebi olarak cereyan etmesine sebep olmuştur.
Her ne kadar düşmanlık politikalarıyla siyasi rekabet arasındaki ayrım bugün gittikçe silikleşse de(1) bu olaylar konsensüs alanında, polisin içinde bir siyasi rekabet olarak vuku bulmakta. Bu çerçevede hasbelkader yasaya uyulduğunu, en azından itirazların dikkate alındığını, bir şekilde masaya oturularak, o mazbataların - mevcut hükümetçe yeterince makbul bulunmasa da “Türklük Sözleşmesi”ne, arkheye, bu bahisle konsensüse dahil olan- yurttaşların temsilcilerine verilmiş ve verilmekte olduğunu gözlemlemek mümkün. Mesela 31 Mart seçimleri açısından, bu mazbatalar uğruna- henüz- kimse tutuklanmadı, kimse sandıkta oy kullanan birine “söyle sen nerelisin” demek zorunda kalmadı, Van’daki gibi çetin bir mücadele verilmesine henüz gerek olmadı.
1 Mayıs gösterilerinde ortaya çıkan seçim sonrası durum, bu keskin ikiliği daha da vurgulamakta. 1 Mayıs’ta başta Taksim’de 1 Mayıs kutlanması için çeşitli muhalif gruplardan da destek alarak ziyadesiyle kararlı çağrılar yapan CHP ve sendika yöneticileri, alanda kısa sürede geri adım attılar. Bir kez daha konsensüs masası kuruldu ve herkes siyasal sahnedeki kalıcı yerine geri dönmüş oldu. Gerçek muhalifler polisin ve polisin bariyerlerine karşı durmuş, anayasal hakları için mücadele ederken, nizam intizam güçleri sınıra/kıyıya ne kadar yaklaşabileceklerini göstermiş oldular. Sınırın öbür tarafında kalanlarsa zincirleme bir tutuklama dalgasıyla karşı karşıya. Van’dan Taksim’e, yerel seçimlerden 1 Mayıs’a kadar bu tablonun bizi çıkardığı yer aynı; sözde demokrasi desteklenirken, özellikle disensus alanlarında haklar ve özgürlükler için verilen mücadeleler bastırılmakta.
Elbette Cumhur İttifakı’nın görece özgürlükçü, sosyal demokrat söylemleri öne çıkaran CHP’yle yarışta kan kaybetmesi, emek ve özgürlük mücadelesi açısından olumlu sonuçlara gebe olabilir. Ancak polisin öbür tarafındakileri ve böylece tüm bu tablo içerisindeki asıl vahameti görmeksizin, en azından kalıcı olumlu sonuçlar ortaya çıkacak gibi durmuyor. Zira bir konsensüs bir konsensüstür, siyasetin polise indirgenmesidir. Polis bir taraftan yurttaşların belli haklar elde ettiği, siyasal özneler haline geldiği bir yer gibi görünse de esasında bir ölçme- tartma, yerleştirme, bu bahisle dışlama ve hiyerarşikleştirme mekanıdır. Aynı zamanda hak pay etme manasına gelen konsensüs birilerinin dışlanması, varsayılmaması pahasına kurulabilir. Konsensüs, öncesi ne olursa olsun, “Bir” araya gelmedir, artık “İki”ye kapalıdır, daha doğrusu ikinci dışarıdadır ve artık bu dışardakine idare “söyle sen nerelisin” bile deme zahmetine katlanmaz.
Diğer ulus devletler gibi, Türkiye de çokluğu birin yasasının altına almak şeklindeki bu Platoncu idealin “modern” versiyonu üzerine kurulmuştur. Evvel ezel bu böyleydi. Bugün otoriterleşme dalgasının en önde gelen temsilcilerinden biri olarak “Saray Rejimi”nce bu “Bir”lik olma ideali yerli ve milli söylemi üzerinden tezahür ediyor. Dışarıda bırakılanların, ekonomik olarak kârlı, toplumsal açıdan hoş görülebilir bir konsensüse dahil edilenlerin kapsamı gittikçe daralsa da hâlihazırda cümle düzen partileri de bu “Bir”liğe dahil.(2) Bu sebeple, sandık ve düzen partileri içine sıkışmak potentiaya değil auctoritasa götürecektir. Seçim dönemleri de bir tartışma, siyasal katılım süreci değil güç gösterisi olacaktır.
Ne demiştik: Yasalar siyasetin sınırlarına ilişkin konsensüsü işaret eder ve herkes için geçerlidir. Devamla; yargı da bu çerçevede rol oynamalıdır. Son yıllarda barizleştiği üzere, gerçek siyasal hayatta, bu gösteri halindeki siyasi güçleri sınırlamak bir tarafa yargı da sahnede gayet siyasallaşmış bir şekilde yerini almış halde. Can Atalay davasıyla alakalı olarak gelişen ve adına “yargı krizi” denilen süreçte bunu gayet sarih bir biçimde görmüştük. Nitekim yerel seçimlerden sonra da benzer bir kodlama, ayrımcı bir hak-hukuk pay etme pratiğinin sergilendiğine şahit olmaktayız. Gezi Davası nezdinde yeniden yargılama talepleri reddedilirken, Kobani Davası’nda da karar verildi. 2014 yılının Ekim ayında HDP’nin resmi twitter hesabından Kobani’nin IŞİD tarafından kuşatılmasına karşı halka demokratik tepkisini gösterme çağrısı yapılmasıyla başlayan ve on binlerce kişinin demokratik protesto hakkını kullandığı protestoların faturası yıllar sonra HDP’li siyasetçilere kesilmiş oldu. Demirtaş’a 42 yıl, Figen Yüksekdağ’a 32 yıl ceza verildi. Hem somut bir şiddet çağrısı olmaması hem yaşamını yitirenlerin çoğunun HDP’li olmasına, gizli tanıkların hayali olması ve şikayetçi olduğu ifade edilen kişilerin mahkemede şikayetçi olmadıklarını söylemesine rağmen yüksek cezalar verildi. Bu davanın başından sonuna bir kez daha konsensüsün dışında görülenler açısından yargı-siyaset ilişkisi ortaya çıkmış oldu.
DİSENSUS
1 Mayıs’ta da bir emsali görülebileceği üzere, düzen içi kavga bir şekilde yatışabilir. Konsensüs alanında iyi kötü “rekabetçi”, “demokratik”, barışçıl seçimler yapılır ve mazbatalar alınır. Zira burada söz konusu olan kavgadan da ziyade rekabettir ancak asıl mesele, asıl siyaset polisin kıyısında cereyan etmektedir. Konsensüs temelinde bir araya gelmiş uyumlu toplumun kenarında… Orada Can Atalay gibi mazbatası verilmeyen milletvekilleri, Selahattin Demirtaş gibi Figen Yüksekdağ gibi, hakkında senelerce hapis cezasına hükmedilen siyasi liderler var. Abdullah Zeydan gibi mazbatası elinden alınmaya çalışılan belediye başkanları ve Van halkıyla dayanıştığı ve/veya anayasal hakkını kullanarak 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak istediği için tutuklanan insanlar ve mücadeleleri de bu alanda. Haliyle asıl siyasi mücadele burada verilmiş ve verilmekte.
Konsensüs siyasetin tayin eden, ad/kimlik veren polise indirgenmesidir, oysa siyaset tam da haksızlığın dışavurumu manasına da gelen misnomerle ilgilidir ve bu yüzden disensus alanında yapılan, kurumların ve toplumun dönüşümü için gerçekleştirilen şeydir. Burası artık mutabakat değil, haksızlığın dile geldiği, bu bahisle gerçek ve aralıktaki siyasi özneleşmelerin gelişebildiği bir yerdir. Siyaset eşitlere hükmetme sanatı, iktidar icrası değil, eşitlik ve özgürlük mücadelesidir; sandıkta oy kullanmak, iktidar olmak için yarışmak değildir, demos olarak, polisin değil demosun bir üyesi olarak arkhe mantığını sekteye uğratmak için verilen uğraştır. Yurttaşlığı inkâr edilen, “var”sayılmayan Süleyman Salğucak’ın yaptığı gibi, “Polis”ten, dışardan gelene, “sen nerelisin” diye sormaktır. Zira siyaset sandıklar açılınca başlamaz, önemsiz görülenlerin dahil edildiği, oyu sayılmayanların varsayıldığı yer ve zamanda başlar.
Evet, disensus da bir ortak yerdir, buranın da “bir” araya gelenleri vardır. Ancak buradaki bağ sözleşmeselden ziyade polemiksel ve dahası eşitlik talep eden, bu bahisle bir haksızlığı ele alan insanlar arasındaki bir mutabakat değil, paylaşım ortaklığıdır. Bu insanlar arada/eşikte hatta eşiğin, sınırın bizzat kendisi olduğu için bir aradadır ve gerçek demokratik bir araya geliş tam da budur. Demokrasi de siyasa yaratılması yoluyla, sadece seçimler aracılığıyla olup biten, yöneticilerin seçilmesi süreci değildir. Burjuva ve/veya bugünkü sağ popülist retorikte edindiği yer bir tarafa, gerçek demokrasi her şeyden evvel disensustur. Jacques Rancière’in de dediği gibi “demokrasinin arkhesi yoktur, ölçüsü yoktur”, demokrasi ölçüye vurulamaz, olduğu için sandığa da sığamaz zira salt oy gibi sayılabilen bir şeye indirgenemez. Misyonu istikrar değil, toplumsal dönüşüme çanak tutmaktır. Bu yüzden demokratik mücadele özgürleştirir ve polisin dışından gelir, gelebilir.
Türkiye’de de 31 Mart yerel seçim sürecinin ve sonrasında yaşanan gelişmelerin siyaseten asıl anlamlı kısmı şimdi varsayılmayan insanların gelecekte varsayılma, yani toplumsal özgürleşme ufkuyla ve bir haksızlığa karşı bir araya gelmesidir. Nitekim bu seçimde disensus alanlarında, Kürt kentlerinde yapılan seçimlerde DEM Parti AKP’nin kayyım politikası, irade gaspı karşısında tepkisini sandıkta göstermiş oldu. Daha önemlisi sandığa sığmayan siyasal sahnede Van halkı ve halkla dayanışan tüm herkes, arkheye dahil edilmeyenler, outcast siyasal özne olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda Van’da gösterilen direniş, Van halkıyla gösterilen, CHP’yi bile, yetersiz de olsa, içine (dışarı) çeken dayanışma, düzene sığmayan partilerin, sandığa sığmayacak kazanımları demokrasinin esas göstergesi oldu. Yasa ile uygulama arasında var olan yarık ile yaşanan ikili seçim gerçeğine rağmen Van örneği demokratik kazanımların elde edilmesi için sadece sandığa değil, demokratik protesto hakkının kullanılmasına da ihtiyaç olduğunu gösteren olaylardan biri oldu. Gerçek demokrasi CHP’nin sandıkta “kazandığı” noktada değil, AKP’nin kaybettiği Van’da karşımıza çıkmıştı ve belli ki benzer alanlarda, mücadele ve dayanışma zeminlerinde karşımıza çıkmaya devam edecek.
SONUÇ YERİNE: SİYASETİ KURTARMAK İÇİN…
31 Mart’ta ve sonrasında yaşanan tüm bu gelişmeler nezdinde görüldüğü gibi Türkiye’de seçim konsensüs alanında yarışın imkanlarını oluştururken, disensus alanında dost-düşman hukukunun belirleyiciliğinde gerçekleşiyor. Biri seçimi düzenleyici bir etkinlik, diğeri seçimi bir yok etme-var olma kavgası, yani siyasal olanı yeniden kuran bir moment olarak inşa ediyor.
Resmi bakış açısının değişmediği, sadece yöneticilerin değiştiği yalancı bir bahar konsensüs alanını gösteriyor. Disensus alanı ise gerçek bir baharın hem habercisi hem de adresi olma vasfını taşıyor.
Siyaseti kurtarmak için gerçek bir bahara sarılmak dışında seçeneğimiz yok. Çünkü siyaset bir mücadele alanıdır ve ancak demokrasi, eşitlik, özgürlük mücadelesi yürütülüyorsa kendi değerini kazacaktır. Bu eşitsizlik, düşmanlık ve haksızlık çağında, bu çivisi çıkmış zamanda siyaseti disensusun sınırlarında yeniden icat etmek zorundayız. Van halkı ve tüm dayanışma gösterenler gibi, 1 Mayıs’lar için ısrar edenler gibi…
NOTLAR:
(1) Nitekim bunun bazı sonuçları geçen yıl genel seçim döneminde Erdoğan’ın rakibi Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı özellikle “LGBT” ve “terör” söylemleri üzerinden yürütülen politikalarda ve İmamoğlu’na açılan hakaret davasında görüldü.
(2) Bunu geçen yıl, genel seçimlerde özellikle ikinci tur başkanlık seçimleri öncesinde sosyal demokrat CHP’nin söylemlerinde bariz bir şekilde görmüştük veya Türkiye’nin başkentinin belediye başkanına biraz mercek tutmak da yeterli.