Türkiye'nin ilk anarşist kızı: Aysel Gürel
"Ben birey değilim. Ben kalabalık bir nesneyim. Ben tek başıma radyoyum, televizyonum, konserim, orkestrayım. Türkiye'nin ilk anarşist kızıyım ben. İlk hippisiyim. Ben Amazon kadınıyım. Türkiye'de kadının bilinçaltıyım."
DUVAR - Dokuz yıl önce bu gün (17 Şubat 2008) aramızdan ayrılan Aysel Gürel, 7 Şubat 1929 tarihinde, aynı zamanda Sezen Aksu'nun da doğum yeri olan, Denizli Sarayköy'de doğdu. Bugün Aysel Gürel'in 89'uncu yaş günü. Çocukluğunun ilk yılları Denizli'de geçti. Babası hâkim Ali Rıza bey, annesi ebe Kamile Kezban hanımdır. Daha sonra annesinden “Annem Türkiye’nin ilk Kadınlar Birliği üyesi, çarşafı ilk atanlardan" diye söz edecektir.
Sekiz yaşındayken aile Çorum'a taşınır. Daha o günlerde 'Deli Aysel'e çıkmıştır adı. 'Deli Kamile'nin kızı deli Aysel' diye bahseder komşuları. Babası oyalansın diye bir kuzu alır. İlk şarkısını 'Mido' adını verdiği bu kuzuya yazacaktır.
TRABZON'DAN SİVASTOPOL'A YÜZMEK!
Bir süre sonra Trabzon'a çıkar babasının tayini. Çocukluğu dört katlı bir Rum konağında geçer. Ailenin en küçüğüdür. Her zaman övgüyle bahsettiği İhsan adlı bir ağabeyi ve Ahsen adlı bir ablası vardır.
Aysel Gürel'in kişiliğine damga vuran olaylar da bu dönemde, Trabzon'da yaşanır. Mahalle baskısından bunalan genç kızların geceleri ay ışığı altında el ele tutuşarak elbiseleriyle denize girdikleri ve sonra bir anafora kapılıp birlikte can verdikleri, ertesi gün bir namaz vaktinde musalla taşlarına yan yana dizildikleri Trabzon'da...
Yüzmeyi çok sevdiğini anlatır hep. Ama o Trabzonlu kızlardan farklı olarak gündüz vakti ve mayoyla girmektedir denize. Trabzon'dan Sivastopol'a yüzmek istediği için 8 kez boğulma tehlikesi geçirmiştir:
"Ben yüzücüyüm. Karadeniz’de büyüdüm. Karadeniz, bir adım attıktan sonra üç insan boyu olur. Sekiz kere boğuldum, suni teneffüsle hayata döndürdüler. Ağzımdan kanlı köpükler, kumlar gelerek… Karadeniz’de lamboz dediğimiz anaforlar var. Çoğu arkadaşım daha on dört, on beş yaşlarındayken o şekilde boğuldu. O nedenle sabahları vurgun yemiş gibi uyanırdım. 'Gitti Kebire gittii, Semiha gittii' çığlıklarıyla, tahta teneşirlerin üzerinde upuzun saçları arkadan sarkmış yıkanırken seyrettim bir çok arkadaşımı. Hepsi bakire olarak, öylece gittiler."
Daha sonra bir çok şarkısında geçen 'vurgun' kelimesinin o günlerden kaldığını anlatacaktır.
MAHALLE KİTAPLARDA ANLATILANLARA BENZEMEZ
Klasik, müzik dinleyen, cumhuriyet balolarına giden modern bir ailede büyümüştür. Ama taşra boğucudur: "Muazzam bir kütüphanede emeklemeye başladım ben. Ancak kitaplarda anlatılan şeylerle, mahallede anlatılanların birbirine benzemediğini gördüm." Ünzile odur işte. Köyün son çitine gitmeye korkar, çünkü dünyanın orada bittiğine inanır."
Bu yüzden erken yaşta deli olmaya karar verir:
"33.000 nüfuslu bir vilayette büyüdük. Çocukluk yıllarında bulunduğum yerde kocakarı kültürü vardı. Bütün şehri sarar bu kültür. Yeni yetişen genç kızlar ve erkekler hakkında türlü hikayeler uydurulur. Fotoğrafçının kızı hastaneye kaldırılır, apandisti alınır. O kocakarı kültürü destan yazar. Kız hamile kalmış, aldırmış. Ben çok okuduğum için bundan nasıl kurtulurum diye düşündüm. Deli rolü yaparsam kurtulurum dedim."
'DELİ' OLARAK İLK EYLEM
Deliliğe nasıl başladığını ise şöyle anlatacaktır: "Gül hanım teyze vardı, biraz kilolu. 2 metrelik bir duvar vardı. Gül hanım teyze çamaşır asıyordu. Büzgülü bir etek de giymişti. Paraşüt etkisi yapar dedim. Duvardan aşağı ittim. Hakimin kızı Gül hanımı duvardan atmış 'deli' dediler, yırttım."
Tiyatroyla ilk tanışması da Trabzon Lisesi'ne gittiği yıllarda olacaktır. Oynadığı ilk oyun Romeo ve Juliet'tir. 'Tek aday' olarak girdiği elemeleri geçerek çıkmıştır sahneye:
"Trabzon Halkevi’nde muazzam etkinlikler olurdu. Orta sondaydım, devlet tiyatrosu oyuncusu Talat Gözbak askerliğini yapmak üzere gelmişti. Halkevinin kapısına 'Oyun oynanacak kız aranıyor' diye ilan astılar. Hemen koştum. Talat bey bana baktı, çok sıskasın dedi. Ama başka müracaat eden olmadığı için ben oynamak zorunda kaldım."
TANPINAR VE NERUDA
Liseyi bitirdikten sonra üniversite eğitimi için İstanbul'a geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü'ne girdi. Ahmet Hamdi Tanpınar hocasıdır. Bu durumdan övgüyle bahsetmiştir hep:
“O benim hocamdır. Onlar yüz senede bir gelen insanlar. ‘Su, mermer ve yeşil ve ölümsüz ilkbahar’ hocamın şiiriydi, ya da ben etkilenip yazmışım."
O dönem en sevdiği, etkilendiğini söylediği şairler arasında Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Haşim, Pablo Neruda vardır.
Bir de detaylarını bilmediğimiz konservatuvar eğitimi için Avrupa'ya gönderilmesi hikayesi var:
"Dahi çocuk olarak devlet beni Paris’e konservatuvara gönderiyordu. Annem 'Kondüktör trende seni s…r' dedi, göndermedi."
1952 yılında fakülteden mezun oldu. Bir süre öğretmenlik yaptı. Ancak bu meslek ona göre değildi. Aynı yıl Muhsin Ertuğrul'la tanışınca Küçük sahne'de tiyatroya başladı.
EVLENME VAKTİ GELİNCE
Sonra evlenme zamanının geldiğine karar verdi. Tiyatroculuğun yanı sıra dergilere kapak kızı olarak poz verdiği günlerde tanıştığı gazeteci Vedat Ebrem'le evlendi. Bir gün pat diye gazeteye gitmiş ve Ebrem'e evlilik teklif etmişti. Teklifi kabul görünce 4 ay sonra Kadıköy Evlendirme Dairesi'nde gelinliksiz, törensiz bir nikahla evlenirler.
Ancak bu evlilik uzun sürmeyecektir. Müjde Ar doğduktan kısa bir süre sonra Mehtap Ar'a 7 aylık hamileyken, eşinin kendini aldattığını öğrenir ve hemen boşanır.
Sonrası Karagümrük'te bir ev... Ve zor yıllar...
O dönem iki küçük kızıyla birlikte ciddi ekonomik sıkıntılar içinde yaşarlar, ama umursamaz.
KUYRUKLU PİYANO VAR AMA EKMEK YOK
Hali vakti yerinde bir ailenin kızıdır aslında, "Zengin bir ailenin el bebek gül bebek, şımarık bir piçi olarak büyüdüm" diyecektir yıllar sonra. Ama ailesinden kalanları satıp satıp yemiştir. Müjde Ar şunları anlatıyor:
“Biz çocukken babadan kalma Rum evleri varmış, onları satıp satıp yerdi. Ev satıldığı vakit gider kuyruklu piyano alırdı ama evde kimse piyano çalmayı bilmezdi. Sonra tabii açlık başlardı. Bir defasında çok parasız kaldık, su saatine giden kurşun boruları sattı.”
Babasından kalan 3 aylık emekli maaşı ile geçinmeleri zordur.
Mehtap Ar ise o günlerden "Karagümrük'te, demir ve torna atölyeleri arasında bir yerde otururduk. Paslı çivi ve çelik parçalarını toplayıp eskicilere satardık. Resmen açtık..." diye bahsediyor.
YEMEK VAKTİ MİSAFİRLİĞE
'Bakkal Adil'in biriken borç nedeniyle veresiyeyi kestiği dönemlerde ise daha da zor günler başlar. Ama o bunun da bir çaresini bulmuştur. Mehtap Ar bu çareyi şöyle anlatıyor:
‘Yemek zamanı komşulara misafirliğe gitmek... Komşularımız 'Buyurun sofraya' dedikleri zaman ‘Biz tokuz' derdi annem. Tabaklara bakardık melül melül. Annem sıkı sıkı tembihlerdi hemen masaya koşmayalım diye. Ancak üçüncü tekliften sonra ‘Madem ısrar ediyorsunuz' dediği zaman gözlerinden 'fırlayın' mesajını alırdık."
Ama onun bir şikayeti yoktur. Ne iş olsa yapar: "İş seçmedim, dublaj var dediler oraya gittim, radyofonik temsiller dediler oraya koştum. Tiyatro dediler tiyatroya gittim, film var dediler oraya gittim."
Sonradan çok pişman olacaktır ama iki kızını dayakla terbiye etmeye çalıştığı yıllardır o yıllar . "Ben uyurdum baygın, üstümden basarak geçerlerdi. Kalkardım döverdim, tekrar bayılır uyurdum. İşkence filmi gibi bir yaşamdı" diye anlatacaktır o günleri.
'KAÇMAK ANLAMSIZ NASIL OLSA DAYAĞI YİYECEĞİZ'
Mehtap Ar ise şunları söylüyor: "Odun sobalı tek göz bir evde oturuyoruz. Dayak lafını duyunca kaçmaya çalışırdık ama nereye kaçıyorduk? Yatağın altına.... Sonra anladık ki kaçmanın bir anlamı yok, nasılsa dayağı yiyeceğiz, öylece durup beklerdik."
Bütün bu dönemler boyunca, ne işle uğraşırsa uğraşsın, şiir yazmayı hiç bırakmadı. İki şiir kitabı yayınladı.
70'li yıllarda Türk popunun yükselişe geçmesiyle birlikte şiirleri bestelenmeye başladı. Güzin ile Baha'nın seslendirdiği Deli Balım (1973) ve Yörük Yaylası (1974) büyük ilgi topladı. 1977'deki Ateş Böceğim ise yıllarca dilden dile dolaştı.
80'li yıllardan itibaren Türk pop müziğine rengini veren isimdi. Üç kuşak boyunca pop müzik şarkıcıları onun sözleriyle çıktı sahneye. 20 binden fazla şarkı sözü yazdığı rivayet edilir.
90'lı yıllardan itibarense sadece şarkı sözleri değil giyimi, perukları, gözlükleri ve açıklamalarıyla bir fenomene dönüştü.
40 YAŞINDAN SONRA KIYAFET DEVRİMİNE GİRİŞTİ
Bu tarza 60'lı yıllarda 40 yaşını geçtikten sonra karar vermişti. Müjde Ar anlatıyor:
Annem 40’ından sonra dudaklarını simsiyah, saçlarını mosmor, kaşlarını kırmızı boyamaya başlayınca, Ertem Eğilmez, bir ruh doktoruna götürmemizi tavsiye etti. Götürdük, doktor Aysel’den deli. Teşhisi koydu; anneniz bir deha!”
Taşranın deli kızı, ülkenin deli kadını olmuştur. Söylediği her söz, yaptığı her şeyle bir tabu yıkan olarak yaşadı 79 yaşına kadar:
"Ben birey değilim. Ben kalabalık bir nesneyim. Ben tek başıma radyoyum, televizyonum, konserim, orkestrayım, her şeyim. Türkiye'nin ilk anarşist kızıyım ben. İlk çiçek kızıyım. İlk hippisiyim. Ben Amazon kadınıyım. Türkiye de kadının bilinçaltıyım."
Evet temel bir nedeni vardır bütün bu yaptıklarının. Mehtap Ar "Yahu anne, nedir bu kostüm, bu peruk, gecelikle dolaşmalar?' diye sorunca şu yanıtı verir:
"Bunlar topluma lafımı dinletme kostümüm. Normal döpiyesli, entel gözlüklü, ensede topuzla laflarımı söyleseydim, bir sürü insan içinde kaynar giderdim. Bu şekilde topluma lafımı dinlettim. Şarkılarım insanlara ulaştı."
'NAZİLER'İN POLONYA'YA GİRDİĞİ GİBİ...'
O kadar aşk şiiri yazmış olsa da aşka inanmadığını söyler, "İnsan bir patatese bile aşık olabilir" derdi. Cinsellik, özellikle kadın cinselliği konusunda da sözünü sakınmadı hiç:
“Kadına kulaktan girilir, aşağıdan değil. Çiftleşme çok özel ve güzel bir olaydır. Ama günümüzde bu büyü, bu estetik yok ki. Bir insanın bir diğer insanın vücuduna hoyratça girmesini Naziler’in Polonya’ya girmesi gibi görüyorum. Haksızlık."
Ayrıca çok iyi bir ev sahibidir! Evde sadece yatak odası, banyo ve mutfağı kullandığını söyler. 'İyi ev sahibi olmanın' sırrını da çözmüştür: Kimseyi kapıdan içeri sokmamak.
Asla yemek yapmadığını da anlatır: "Evime hiç tencere sokmadım. Sabaha karşı üçte kahvaltı ediyorum. Ben asla yemek yapmam. Simit yerim, peynir, azıcık reçel… İşte o kadar."
'KORKU İNSANI CÜCELEŞTİRİR'
Akla gelmeyecek hassasiyetleri vardır. Tıraş bıçaklarını çöpe atmadan önce kağıtlara sarıyordu. 'Niye?' sorusuna verdiği yanıt ise şöyle: "Eğer bir gariban çöpleri karıştırırsa eli kanamasın."
Korku bilmez bir kadın olduğunu söylüyor tüm tanıyanları. Geceleri mezarlıklarda dolaştığını anlatanlar var. "Korku insanı cüceleştirir" diye öğüt verirdi kızlarına.
Kendisinin Türk kadınının bilinçaltı olduğunu söylerdi bir de. Kızı Mehtap Ar, annesinin tek vasiyetinin Türk kadınlarına olduğunu anlatır:
“Annemin vasiyeti şuydu: Tüm kadınlara söyle; bilsinler ki ben 80 yaşıma kadar çalıştım ve dimdik ayaktayım. Çalışmak ve ayakta kalmak güç ama ben başardım. Tüm kadınlar da başarabilir."
Yaşadığı gibi hızlı bir şekilde ayrıldı aramızdan. 2007 yılının sonlarında akciğer kanserine yakalandı. Yaklaşık 2 ay sonra da 17 Şubat 2008'de hayata veda etti.
HAYATI 'SÖZ' OLARAK YAŞADI
Çok sayıda tiyatro oyunu sergiledi. 20'den fazla filmde oynadı ama onları şimdi kimse hatırlamıyor. Yazdığı şarkı sözleri ise Türkiye'de hemen her kesimden insanın yüreğine dokundu. Hayatını 'söz' olarak yaşadı. Torununa bile 'Söz' adını verdi.
Peki Aysel Gürel kimdir?
70'lerde 'Gençlik Başımda Duman'la yaşayamadıkları gençlik günleri uzakta kalanları ağlatandır. 80'lerde devrimciler için Erdal Eren'in 'Son Bakış'ına ağıt yakandır. 90'larda dünyayı tanıyan bir kuşak için 'Abone'yle yürekleri hoplatandır. Yerinden yurdundan edilenler için, Sürü'nün müziğine Sürgün'ün sözlerini yazandır. Anadolu'nun küçük köylerinde, kasabalarında bir çitin ardında sıkışan ergen kızlar için Ünzile'dir. Umutsuz aşkını bekleyenler için sıcak bir sobanın üzerindeki mavi çaydanlıktır. Sözleriyle isyan eden, ne kavgası ne sevdası biten bir kadındır.
Aysel Gürel 'söz'dür...
"Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. O'ydu başlangıçta Tanrı'yla birlikte olan. (Yeni Ahit, Yuhanna Bab -1-2)