AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” ifadesini, söyleyenin iki kimliği ile birlikte düşünelim. Bir siyasal parti genel başkanının, yönetim ilkesini Şeriat olarak açıklamış bir grubun inancı ve kendi inancı arasında özdeşlik kurması ile devleti temsil eden cumhurbaşkanının bu özdeşliği dile getirmesi siyasal ve hukuksal olarak birbirinden farklı sonuçlar doğurur. Meseleyi kavramak için önce kitaba başvuralım. Kitap deyince Türkiye’de artık anlaşılan şeyin Kur’an olduğu verisini bir kenara koyarak hepimizi bağlaması gereken kitaba dönelim: Anayasaya. Cumhurbaşkanı’nın korumakla yükümlü olduğu anayasa temel bir karar üzerine kurulu: Türkiye devleti bir cumhuriyettir. Cumhuriyeti kuran anayasal karar, devleti dört evrensel ilke üzerine oturtmuştur: Demokrasi, laiklik, hukuk devleti ve sosyal devlet. Dolayısıyla Türkiye’nin bağlı olduğu kitap, Türkiyelileri bir arada tutması beklenen ana siyasal uzlaşı, Taliban’ın açıkladığı demokrasi ve laikliğe cephe alan inanca karşı kurulmuştur. Cumhuriyetin kitabı, Taliban’ın kitabının karşısındadır. Bu nedenle Türkiye’nin kitabını korumak için, bu kitap tarafından görevlendirilmiş; bu kitabın koyduğu normlar aracılığıyla bulunduğu göreve gelmiş Cumhurbaşkanı’nın sarf ettiği sözlerin siyasal ve hukuksal anlamını değerlendireceğimiz perspektif budur. Aynı zamanda bir siyasal parti genel başkanı olan Erdoğan, Türkiye ve Taliban inancı arasında kurduğu ilişkiyi parti başkanı kimliği ile sarf ediyorsa, başka bir perspektif devreye girer. Siyasal partiler, tarihsel olarak ortaya çıkışlarından da anlaşılacağı gibi farklı toplumsal kesimlerin çıkarlarını korumak için vardır. Cumhuriyetin kitabının kurduğu çerçeveyi yıkmayacak şekilde kendi “tek kitabı”nı savunabilir, şiddeti çağırmadan bunu ifade edebilirler. Cumhuriyetin siyasal olarak neye açık olduğu ve neye kapalı olduğu yine cumhuriyetin kurduğu kurumlar zemininde demokratik müzakere yoluyla açığa çıkacak, kitabın çerçevesi toplumsal mücadelelerle genişleyip daralabilecektir. Çünkü cumhuriyetin kitabı kutsal değildir; aksine dinamiktir. Bu nedenle toplumun bir kesiminin çıkar ve değerlerini savunan parti başkanının ifadesinin siyasal ve hukuksal sonuçlarını da bu perspektiften değerlendirmek gerekir. Tabii kutsal olmayan kitabımıza göre.
Güncel durumumuza gelelim, siyasal deneyimin kutsal ya da değil kitapların çerçevesiyle sınırlı kalmayacağını bilerek… Cumhurbaşkanı ve parti genel başkanı aynı kişi. 2017 yılında OHAL koşullarında milyonlarca yurttaş dışarıda bırakılarak; yasaya aykırı olarak geçerli sayılan oylarla alınan siyasal kararla ortaya çıkan yeni kitap böyle söylüyor. Cumhurbaşkanı’nın devlet başkanı olarak gerçekleştirdiği eylemlerle siyasal parti başkanı olarak gerçekleştirdiği eylemler arasında titiz teorik ayrımlar yapılmaya çalışılsa da böyle bir ayrımın verili gerçeklikte siyasal bir anlamı yok. Dolayısıyla 2017 değişikliği ile yapılan sadece kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kaldırılması bağlamında anayasal kurumlar arasındaki dengenin yürütme lehine bozulması anlamına gelmiyor. Aynı zamanda kitaba bağlılığı ortadan kaldırıyor (anayasasızlaştırıyor). Başka bir kitabın, örneğimizde olduğu gibi İslam’ın kutsal kitabının, devletle ve başka yurttaşlarla bağını ona göre kurmayan milyonlarca insan üzerindeki tahakkümüne zemin hazırlayabiliyor. Yani bir partinin, toplumun bir kesiminin çıkarlarını, onunla özdeşleşmeyen herkesin üzerine yerleştiriyor. Bunun çok somut örnekleri var. Örneğin LGBT+’lar ile ilgili devlet adına girişilen tasarrufların tek dayanağı İslam’ın kutsal kitabı. Bu Adalet Bakanlığı’nın Anayasa Mahkemesi’ne cevabında artık yazıya da dökülmüş durumda. Kimi mahkeme kararlarında Kur’an’dan hükümler geçebiliyor. Devletin okullarında 'peygamberimizin hayatı' başlığını taşıyan zorunlu dersler var. İmam Hatip okulları birçok bölgede seçeneksizlik nedeniyle neredeyse zorunlu hale getirilmiş durumda. Silahlı kuvvetler mensupları, devletin kanalında cumhuriyetin değil, İslam'ın son ordusu olarak telaffuz edilebiliyor. Cumhurbaşkanı’nın kritik açıklamalarını Cuma ibadetinden sonra yapmasını kimse yadırgamıyor. Kamu kurumlarına giriş mülakatlarında namaz vakitleri sorulabiliyor. Bu örneklerin tek tek ve topluca gösterdiği şey, yurttaşların devlet ile ve birbirleriyle kurduğu bağın tek bir partinin, tek kitabına göre oluşturulduğu. Dolayısıyla cumhuriyetin kitabının askıya alındığı.
Tüm bunların, Türkiye’de yaşayan herkes için politik bir anlamı var. Laiklik artık kitabın korumasında hukuken tartışacağımız bir ilke değil, siyasal topluluğumuzun bütün kesimlerini ilgilendiren bir mücadelenin konusudur. Laiklik, çoğunluğun tahakkümüne karşı azınlığın; erkeğin tahakkümüne karşı erkek olmayanların; paralı ve dinci eğitime, fıtrata bağlanan iş cinayetlerine karşı ezilen sınıfların mücadelesinin ortak kesenidir. Laiklik Müslümanların ve Müslüman olmayanların bir arada ve eşit yaşayabilmesinin zeminidir.
Toplumları bir arada tutan kitaplar hayattan çıkar; laiklik bugün kitabî bir ilke değil, hayatın zorunlu kıldığı mücadelelerle kurulacak bir arada kalma zeminidir. Ekmek gibi, su gibi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Muhalefetten bir yurttaş olarak beklentim, laikliği savunmaktan korkmayınız, bunun için oy kaybetmezsiniz, çünkü bir çıkar grubunun dışında toplumun ezici çoğunluğunun geleceği için laikliği savunmak bir zorunluluktur.