Son verilere göre İzmir depreminde can kaybı 114 olarak açıklandı. Çöken binaların enkazı altında kurtarılmayı bekleyenlerin durumunun ve yaşanan maddi-manevi kayıpların yanı sıra Seferihisar’ı vuran ve asırlardır Türkiye’de başka bir örneği görülmemiş olan tsunami felaketi de deprem tartışmasının farklı boyutlarını temsil ediyor. Tartışmanın siyasi boyutuysa daha çok açığa çıkan hasarın toplumsal, ekonomik ve kültürel sonuçlarının nasıl soğrulacağıyla ilgili. Ancak bu düzeyde gerçekleştiğinde tartışma, hükümetin deprem karşısındaki siyasi sorumluluğunu tam olarak açığa çıkaramıyor. Elbette bugünkü bilgi birikimimizle depremin yeri, zamanı ve büyüklüğü hakkında kesin öngörülerde bulunmak bilimsel açıdan mümkün değil. Yine de bilim insanları eldeki verilerden yola çıkarak bazı hesaplar yapabiliyor ve belli olasılık düzeylerinde yol gösterici olabilecek tahminler ileri sürebiliyor. Bu açıdan bakınca deprem tartışmasının siyasi açıdan en önemli boyutunu yapılan bu tahmin ve uyarılara hükümetin ve toplumun ne ölçüde cevap verdiği hususu oluşturuyor.
Riskli alanları belirlemek ve buralardaki yapıların deprem dayanıklılığı konusunda gerekli tedbirleri almak, halkın deprem bilincini yükseltmek veya deprem sonrası arama, kurtarma, barınma türünden ihtiyaçların karşılanmasını sağlamak gibi unsurlar bilim ve siyaset arasındaki etkileşimin yaratacağı bir tür “deprem risk yönetimi” politikasının temel bileşenleri arasında sayılabilir. Fakat Türkiye’nin önceki deprem deneyimleri kadar, bugün İzmir’de yaşananlara baktığımızda bu konuda başarılı bir portre çizildiğini söylemek mümkün değil. Hükümetin deprem karşısındaki tutumu daha çok inanç ve arzuların yönetimine odaklanmış durumda. Elbette ki birçok başka doğal felaket gibi deprem de engellenebilir değil ve böylesi durumlarda insanları motive etmenin ve umut aşılamanın önemi inkâr edilemez. Gelgelelim binalar maneviyat gücüyle ayakta duramıyor; burada ihtiyaç duyduğumuz şey motivasyon ve umuttan çok akılcı düşünce, etkin yönetim ve gelişkin bir risk bilincidir. Öbür türlüsü karşı karşıya olduğumuz riskleri olduğundan daha küçük göstermek, insanları kaderine terk etmekten başka bir anlama gelmiyor.
Biz böylesi bir kaderciliğin başka örneklerini önceden yaşadığımız doğal veya teknolojik felaketlerde de farklı biçimler altında deneyimlemiştik. Maden ocağı göçüklerini veya tren kazalarını “fıtrat”, sel baskını veya depremleri işlenmiş günahlar için ödenmiş bir “kefaret” olarak vaz eden kaderci anlayış, konu ne olursa olsun, Türkiye’nin muhtemel ve önlenebilir riskleri yönetmedeki başarısızlığının üstünü örtmenin bir biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi Covid-19 konusunda halkın adeta kendi kaderine terk edilmiş, buna rağmen sonuçta yine sorumluluğun kendi omuzlarına yıkılmış hali de aynı yaklaşımla yakından ilgili. Tek tek bireylerin gücünü aşan ve baş edilemez konularda insanların buldukları ilk açıklamalara veya kendilerine en iyi gelen gerekçelere sarılmaları anlaşılır. Ama inkarcılığın ve kaderciliğin hükümet düzeyinde siyaset olarak uygulanması, topluma felaketler karşısında bir dünya görüşü olarak empoze edilmesi kabul edilemez.
Ayda bebeğin kurtarılış sürecinin, kurtarılma anını temsil eden sembol ve sözlerin asıl siyasi anlamını da bu çerçevede kavrayabiliyoruz. Bütün Türkiye Ayda’nın kurtuluşuna kilitlendi ve sevindi, şimdi düzenlenen kampanyalarda dendiği gibi mucize Türkiye’ye umut oldu. Ama umuda kimin ihtiyacı vardı? Zira çaresiz ve zor durumda kalmış insanların umuda ihtiyacı olur ve umut Türkiye’de eksikliği çok fazla hissedilen bir şey. İnsanların 3 yaşındaki bir bebeğin enkazdan sağ çıkmasına duyduğu sevinçle sınırlı değil duyduğumuz umut ihtiyacı. Gençlerin çoğu Türkiye’de kendisi için bir gelecek göremiyor ve yurtdışında daha iyi bir hayat bulabileceği inancında. İş çevrelerinin büyük bir kısmı ekonominin geleceğinden çok umutlu değil ve Türkiye’de artık reel olarak üretilen değerlerden çok bu beklentiler alınıp satılıyor. Seçmenlerin çoğu demokrasi konusunda fazla beklentili değil, hatta 7 Haziran seçimleri ve İstanbul yerel seçimlerinde olanlardan ötürü, dikkate değer bir kısmı Türkiye’de mevcut hükümetin seçim yoluyla değişebileceği inancını yitirmiş durumda. Yani umutsuzluk sadece depremle sınırlı değil, Türkiye’nin genel sorunu.
Öte yandan umut sadece bilinçle veya geleceğe dair akılcı beklentiler geliştirmekle de elde edilebilecek bir şey değil. Umut etmek, gelecek olayların mümkün olup olmadığına ve gerçekleşme olasılığına karşı son derece duyarlı olan bir duygu durumunu yansıtıyor. Yani sadece belli bir sonuç için arzu duymak veya o sonuca inanmak yetmiyor, umutlu olabilmek için sonucun elde edilmesi uğruna sizi harekete geçirecek ciddi bir duygusal yatırım da yapmış olmanız gerekiyor. İnsanların inançları ve arzuları arasındaki etkileşimse duygularımız üzerindeki etkisini en çok doğal felaket zamanlarında hissettiriyor. İnsanlar felaketlerin sebebini açıklamak için geliştirdikleri anlatılarda, etkilerinin varabileceği boyutlarla ilgili kaygılarında veya olayların nasıl öngörülebileceğiyle ilgili iddialarında çoğunlukla kendi inanç ve arzularının farklı bileşimlerince biçimlendirilmiş duygularla olaya yaklaşıyorlar. Mesela 17 Ağustos depreminin merkezinin Batı Çalışma Grubu’nun çalışma merkezinin altı olduğuna inanan İslamcı, deprem karşısındaki umudunu da bu çerçevede geliştirecektir. Tıpkı depremin esasen kuru ve sıcak havalarda olduğuna, bu atmosferden rahatsız olan hayvanların kendine özgü bir içgüdüyle felaketi önceden hissettiklerine ve onlar sayesinde depremin öngörülebileceğine inanan kişinin umudu gibi. Bunu doğrudan ve açıkça ifade etmese bile, ilki sorunu seküler hayatta gördüğü için dini dünya hayatına, ikincisi meseleyi insanın doğadan yabancılaşmasına atfettiği için doğaya geri dönüşe umut bağlamıştır aslında.
Felaketler karşısında geliştirilen umutlar bize insanın kendini çevreleyen dünyaya, bu dünya içinde beraber yaşadığı diğer insanlarla olan ilişkilerine nereden baktığına dair önemli ipuçları sağlıyor. Türkiye, bugün dünyanın ve memleketin muhtemel gidişi ve gelecekteki olaylara dair öznel arzularımız ve inançlarımızdan türeyen böylesi duygulardan fazlasına ihtiyaç duyuyor. Asıl ihtiyaç duyulan kısmi ve ayrıştırıcı umut kırıntılarından çok, henüz var olmasa da nesnel gerekliliği bizim ihtiyaçlarımız tarafından doğrulanan, ilerletici ve birleştirici umut projeleridir. Mesela hakça ve özgür bir şekilde yaşama umudu, inkârcı ve sübjektif olmayan ilerletici bir umut olarak öne çıkmalıdır. Yahut insanların ortak yaşamını mümkün kılan barış umudu türünden birleştirici umur projeleridir ihtiyaç duyduğumuz. Çünkü ancak böylesi bir dünyada toplum kendine empoze edilen kaderci ve inkârcı ruh halinin ötesine geçebilir. Ayda bebekler sadece böylesi bir dünyada geleceğe güvenle bakabilir, bugünü huzur içinde yaşayabilir.