En karanlık günde kime başvurursunuz? Sesinizi yükseltmek için kimin sesine ihtiyaç duyarsınız? Hangi yazara, hangi ressama, hangi oyuncuya, hangi vicdana? Milan Kundera’ya göre 1975’te Avrupa’da böyle biri yoktu. 2022’de Türkiye’de var mı?
Prag, 1975… Nisan ayının sonunda bir sabah, Çekoslovak polisi, Marksist akademisyen Karel Kosik’in dairesini bastı. Altı saat boyunca, muhalif düşünürün evini köşe bucak aradılar ve nihayet 10 yıllık çalışmanın ürünü, 1000 sayfayı aşkın kitap taslaklarına el koydular.
Birkaç saat sonra Kosik, kendisi gibi muhalif olan yazar arkadaşı Milan Kundera ile Prag sokaklarını arşınlıyordu. Önce tüm o ağır felsefi notları okuyan polis memurlarının kafasının karışacağını düşünüp gülüştüler. Ama şakalar ağır havayı dağıtmaya yetmedi. Taslakların bir kopyası yoktu. Kosik onları polisten geri alabilecek miydi? İki arkadaşın tahminleri aydınlık bir yere çıkmıyordu.
Bir şey yapmalıydı ama ne?
Bir mektup belki? Avrupa’nın önemli bir şahsiyetine… Seslerini yükseltebilecek bir sese. Ama kim? Bu karanlık günde kime başvurmalı? Avrupa’nın vicdanını kim temsil ediyordu?
Kundera, 1984’te yayımlanan “Orta Avrupa’nın Trajedisi” isimli epey gürültü koparan makalesinde, ilkin kimseyi bulamadıklarını yazacaktı:
“Birdenbire anladık ki böyle biri yoktu. Evet, büyük ressamlar, oyun yazarları ya da müzisyenler vardı ama hiçbiri Avrupa’nın ruhani bir temsilci olarak gördüğü, toplumda ayrıcalıklı bir yere sahip ahlaki otorite konumunda değildi.”
İki arkadaş kös kös evine döndü.
***
Peki ya şimdi?
Dün Avrupa Günü’ydü. Bundan 72 yıl önce, Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schumann’ın İkinci Dünya Savaşı’yla yanmış yıkılmış kıtayı ayağa kaldırma çabası olarak yayımladığı deklarasyonun yıldönümü. Schumann o gün Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’nin kurulmasını teklif etmişti. Kuruldu. Avrupa Birliği de onun temelleri üzerine kuruldu. Bir Avrupa fikrinin, birbirinin boğazına basmak bir yana beraber çalışacak Avrupa halkları fikrinin inşasına girişildi.
Ama Kundera ve Kosik’in çok değil 25 yıl sonra fark edeceği gibi bu fikri omuzlarında yükseltecek bir ahlaki otorite ortaya çıkmamıştı.
Bugün de yok.
O kadar yok ki, Fransa’nın yeniden seçilmiş başkanı Emmanuel Macron, AB’ye hemen alamayacaklarını itiraf ettiği Ukrayna, Gürcistan, Moldova gibi ülkeleri de kapsayacak yeni bir Avrupa siyasi topluluğu fikrini, dün yani Avrupa Günü’nde gündeme getirdi. Bir tür ikinci mevki Avrupa… Birinci mevkide giden zengin Avrupa’nın rahatı kaçmasın diye.
Moral birliğin olmadığı yerde, ne kadar trajedi yaşanırsa yaşansın, farklı mevkiler olur.
***
Geçmişte de farklı değildi.
Milan Kundera, az önce bahsettiğim “Orta Avrupa’nın Trajedisi” makalesine şu satırlarla başlar:
“Kasım 1956’da, Macar Haber Ajansı’nın müdürü, ofisi top ateşiyle dümdüz edilmeden önce, Budapeşte’ye yönelik Rus saldırısının başladığını ilan ettiği bir teleks mesajını tüm dünyaya geçti. Mesaj şu sözlerle son buluyordu: ‘Macaristan ve Avrupa için öleceğiz.’”
Avrupa, bu sözleri ciddiye almadığını defalarca gösterdi. Ölen öldüğüyle kaldı.
Yıllar sonra Macaristan, Avrupa Birliği’ne girdi. Ama şimdi 1956’da ülkesi ve Avrupa için ölmeye hazırlanan ajans müdürünün yakınından bile geçmeyen otoriter bir fikirle yönetiliyor. Kundera’nın bir Avrupa’sı var. Macron’un Fransa’sı da Avrupa ve onun da kafasında bir Avrupa fikri var. Geçen ay tıpkı Macron gibi yeniden seçilen Victor Orban’ın Macaristan’ı da Avrupa. Bugün “Ülkemiz ve Avrupa için ölüyoruz” derken işgal edilen Ukrayna da Avrupa. Avrupa Günü’yle aynı gün, Avrupa’nın eski canavarını, Nazizm’i dize getirerek Avrupa’yı kurtarmasını kutlayan ama bu sene bu geleneksel kutlamada bugünkü Avrupa’ya gözdağı veren, Ukrayna’nın işgalcisi Rusya da uzak da olsa bir Avrupa…
Attila İlhan, bir kuşağı çok etkilemiş “Hangi” serisinde sorardı ya, biraz öyle bir soru: Hangi Avrupa?
***
Belki de soru şu: Hangi toplum?
Yazıyı 1975’in Nisan ayıyla açmıştım. Biraz daha geçmişe gidelim.
Kosik’in taslaklarına el konulmasından yedi yıl evvel, 1968’te de bir başka bahar, Çekoslovak başkentinin adıyla özdeşleşmişti. Prag baharı… Ülkedeki reform hareketlerine adını veren bu yeni bahar, Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle akamete uğramış, bu müdahale dünyada ve Türkiye’de solu ikiye bölmüştü.
Sol içi tartışmalar dünyada alevlenirken, Prag müthiş bir hayal kırıklığını yaşıyordu. Muhalif herkes kendine “Nasıl bir tavır almalı” diye soruyordu.
O dönem öne çıkan iki entelektüel figür, Milan Kundera ve 1989’daki “Kadife Devrim”le beraber ülkenin başına geçecek olan Vaclav Havel farklı yollar öneriyordu. Kabaca söylemeye çalışırsam, Kundera’ya göre direnmenin yolu kültürel üretimden, Havel’e göre sokaktan geçiyordu.
Kundera halkın kafayı suyun üstünde kültürel üretimle, edebiyatla, müzikle, sinemayla, kritik düşünceyle tutabileceğini düşünürken, Havel daha somut bir tepkiye ihtiyaç olduğunu savunuyordu.
Neticede ikisi de kendi yollarından gitti. İkisi de bir bakıma haklı çıktı. Kundera, sürgünde bir muhalif olarak Avrupa’nın düşünce dünyasına, kültürel üretimine yön verdi; “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”yle, “Şaka”yla ve nihayet “Ölümsüzlük”le, “Bilmemek”le kuşaklar boyu insanı etkiledi.
Havel de Prag baharından 21 yıl sonra sokaklara çıkarak, iyice güçten düşse de halen ülkeyi yöneten komünist rejimi devirdi. Çok geçmeden Çekoslovakya’dan Çek Cumhuriyeti ve Slovakya diye iki ülke çıktı.
Prag Baharı’na yön veren o idealler ne oldu peki?
Avrupa fikri gibi, yerinde yeller esiyor. Çek Cumhuriyeti ve Slovakya, sadece Rusya korkusunda birleşebilen Avrupa’nın birer üyesi. Hepsi bu.
Ne Havel ne Kundera…
Bugün geçer akçe olan düşünce, Avrupa’ya özlemle bakan halklara ikinci mevki bilet öneren Macron.
Ya da birinci mevkide gittiğini düşünen mevcut yolcuların bir kısmının ikinci mevkiye gönderilmesini isteyen aşırı sağcılar…
Avrupa bugün büyük ölçüde bu iki düşünceden ibaret.
***
O halde bir Avrupa fikrine gerek var mı sahi? Ne işe yarıyor? En küçük çıkar çatışmasında yıpranan, kendisi için savaştığını söyleyen bir ülkeye bile ikinci mevki bilet öneren bu fikir bugüne dek ne işe yaradı? Bir vicdanı yoksa bir Avrupa da lazım mı?
Esas olan insanlar. İnsanların vicdanı. Tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da, Türkiye’de yaşayan vicdanlı insanlar. Gerektiği her anda sesini yükseltenler. Kitaplarda, filmlerde, şarkılarda, sokaklarda.
On bin sayfalık notlarına el konulan Karel Kosik, Marksist bir düşünürdü. İkinci Dünya Savaşı’nda direniş hareketine katılmış, yakalanarak toplama kampına gönderilmişti. Savaş sonrası, özellikle de “Somutun Diyalektiği” isimli eseriyle Çek düşünce hayatında (sonra da tüm dünyada) etkili oldu. Hümanist Marksizm’in önemli temsilcilerinden biri olarak kabul gördü. Ama muhalif günlerini işsiz geçirdi. 1990’a dek, ülkesindeki üniversiteler tarafından yok sayıldı.
1975 senesinde emeğinin, düşüncesinin ürünü o on bin sayfanın da yok sayılacak olmasını artık hazmedemedi. Çareler aradı.
Kundera’yla üzerinde konuştuğu mektubu nihayet birine gönderdi.
Fransız düşünür Jean-Paul Sartre’a… Düşünce dünyasının o dönem için rockstar’ına.
Le Monde’da yayımlanan uzun mektup şöyle başlıyordu:
“Sevgili Jean-Paul Sartre,
Size bu açık mektupta, sansasyon düşkünü basının pek ilgisini çekmeyecek, son derece sıradan bir olaydan bahsedeceğim. Zaten sansasyonel olanla ilgilenenlere de seslenmiyorum. Ben size sesleniyorum. Ve sizin vasıtanızla sosyalist, komünist, demokrat arkadaşlarıma, ki onlar Çekoslavakya’nın da arkadaşıdırlar, sesleniyorum. Herhangi bir şey istemek ya da itiraz etmek için de yazmıyorum size. Sadece benim için önemli olan tek bir sorunun cevabını öğrenmek için yazıyorum.
Ben suçlu muyum?”
Kosik, bu çok önemli açık mektupta, nasıl yok sayıldığını, nasıl hiçbir işte çalıştırılmadığını, varlığının nasıl sıfırlandığını ama öte yandan rejim açısından, polis açısından varlığının her yeri nasıl da kapladığını, sürekli didik didik edildiğini yazıyordu.
İktidar, Kosik’i her bakımdan hiçleştirmeye çalışıyordu.
Tıpkı bugün Türkiye’de “Barış İçin Akademisyenler” bildirisini imzalayanlara yapılan gibi.
Kosik’in tüm mektubu dikkatle okunmaya değer ama Sartre’a ve arkadaşlarına sorulan şu sorunun altını özellikle çizmek isterim:
“1975’in Nisan ayı, taslaklara keyfi el koyma açısından yeni bir alışkanlığın, yeni bir normalin topluma empoze edilme girişiminin başlangıcı mı olacak? Acaba bu süreç Kafka’nın ülkesinde öyle bir gelişecek ki, bu endoktrinasyonun doğal ve gerekli bir sonucuymuş gibi yazarlar, tamamlanmış eserlerini gelip alması için polisi bizzat kendileri mi arayacak?
***
Sartre, Kosik’e bir mektupla cevap verdi. Evvela “Hiçbir hükümetin, vatandaşın düşüncelerini yargılama hakkı yoktur” diyerek onun suçlu falan olmadığını söylüyordu.
"Ancak kendim için konuşabilirim ama bugüne dek sizin sevgili ve mutsuz ülkeniz üzerinde epey tartışma yürüttüm; bu yüzden benimle beraber şunları söyleyecek çok arkadaşınız olduğunu biliyorum: ‘Karel Kosik suçluysa, o halde kendi iradesiyle düşünen herkes (sadece entelektüeller değil, işçiler ve çiftçiler de) eşit derecede suçludur.’ Eylemlerimizi işte bu basit fikrin üzerinde inşa etmeliyiz. Demek ki size yardım ederek kendimize de yardım ediyoruz.”
Kosik’in taslaklarının kendisine nihayet iade edilmesinde bu mektubun faydası oldu.
***
Kundera ile Kosik o gün Avrupa’nın vicdanını temsil eden biri olmadığını düşünmüştü. Çünkü Avrupa’nın öyle belirgin, herkese eşit yaklaşan bir ahlaki otoritesi olmadığı ve bunun da zaten temsil edilemeyeceği kanaatine varmışlardı. Belki haklılardı. Bence haklılardı. Hâlâ haklılar.
Bu anekdotu okuduktan sonra Türkiye üzerine çok düşündüm. Acaba kim temsil ediyor Türkiye’nin vicdanını? Kime söylemeli bir derdi?
Herkesin tek tek sayacağı çok isim vardır elbette, itiraz edemem.
Benim aklıma evvela Gezi Davası’ndan dolayı zaten içeride olanlar geldi.
Suçlular mı peki?
Onlar suçluysa biz değil miyiz? Kendi irademizle düşündüğümüze inanıyorsak…