Türkiye’nin yakın tarihine Ayvalık’tan bir tanık: Çetin Akkoç

Zeki Müren'den Adnan Şenses'e, Safiye Ayla'dan Nesrin Sipahi'ye kadar pek çok ünlüye eşlik eden Ayvalıklı ritim saz ustası Çetin Akkoç’un, onu geçtiğimiz sene kalp rahatsızlığından kaybedene kadar anlattıkları adeta kısa bir Türkiye tarihiydi. Ayvalık’ta Çetin Akkoç’un pansiyonunda konuk olduğum on güne koca bir ömürlük hikâyeler sığdırdım. Anlatmasam olmazdı!

Abone ol

Çetin Akkoç’u yıllar önce Ayvalık’ta tanıdım. Kendisi bir zamanlar Yunan General Trikopis’ye ait bir yalıyı pansiyon olarak işletmekteydi. Aslında artık pansiyonculuk yapmıyordu fakat benden hoşlanmış olacak ki beni konuk etmişti. Onu, geçtiğimiz sene bir yaz günü sıcağında, kalp rahatsızlığından kaybedene kadar da diyaloğumuz hep sürdü. Baharları yolumu muhakkak Ayvalık’a düşürmeye çalışır, gidemesem de ara sıra arardım, sohbet ederdik. Onun bana anlattıkları adeta bir kısa Türkiye tarihiydi. Sizin de bana hak vereceğinizi umarak bir kısmını paylaşma ihtiyacı duyuyorum.

Çetin Bey, onu tanıdığım ilk günlerde aşağı yukarı her gün “gurup vakti”ni özlemle bekler, işlerini ona göre ayarlar, hatta beni de “Birazdan gurup vakti başlayacak, çabuk olun” diye uyararak, manzarayı kaçırmamamı isterdi. Bu vakitlere mutlaka radyodan bir sanat müziği eşlik ederdi. Arada bir “Siz TRT Ankara Radyosu sanatçısı Mustafa Erses’i tanımıyor musunuz, nasıl tanımazsınız efendim?” diye tatlı sert bir azarlansam da müziğe ve hayattan zevk almaya böylesine düşkün bir insanın kendi zamanın en ünlü ritim sanatçılarından biri olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Öyle ya, ben onu emekli astsubay Çetin Akkoç olarak tanımıştım. Bir gün yine onunla bahçede kahve içerken yan taraftan gelen seslerden konuyu açtım. Çok sıradan, alışıldık bir tavırla “yan taraftaki yalı, Orhan Peker’in yalısı” dedi. Ben oldukça şaşırmış bir vaziyette, “yani ressam Orhan Peker’den mi söz ediyorsunuz?” diye sorarken o anlatmaya başladı: “Her gün bahçe sularken karşılaşıyorduk. Ben onu her daim boyalarla uğraşırken, şövalenin başında otururken gördüğüm için yağlı boyacı olduğunu düşünüyordum. Bir gün yine bahçe sularken sohbet etmeye başladık. Zaman içinde dost olduk. Resimden pek konuşmazdı. Son yıllarına kadar büyük bir ressam olduğunu bilmiyordum. Bir gün bana bir tablosunu hediye etti ve anı olarak saklamamı istedi. ‘Ben bir ressamım, bildiğin gibi değil’ dedi. Aslına bakarsanız pek bir anlam verememiştim. Bu konuşmadan yıllar sonra, bir akşam, tek kanallı televizyonda haberleri izliyordum. Birden ekranda bizim komşunun (Orhan Peker’in ) fotoğrafını gördüm. ‘Ünlü ressam Orhan Peker vefat etti’ dedi televizyon. O an, onunla geçirdiğimiz her gün gözümün önünden hızlıca geçti. Meğer gerçekten ünlü bir ressammış bizim komşu.” Ben anlattığı bu anının etkisinden henüz sıyrılamamışken, o içeri gidip elinde bir poşetle geri geldi. Poşetin içi siyah beyaz fotoğraflarla doluydu. Kimler yoktu ki o fotoğraflarda, Safiye Ayla’lar, Zeki Müren’ler, Sevim Tuna’lar, Muhterem Nur’lar, Eşref Kolçak’lar, Erol Taş’lar... O an hazine sandığı bulsam bu kadar şaşırırdım. Ben büyük bir ilgiyle her biri çok samimi bir üslupla imzalanarak hediye edilmiş bu fotoğrafları incelerken, o sıra dışı hayatını anlatmaya başlamıştı.

Mediha ve Çetin Akkoç, Berken Döner

İZMİR FUARI’NDA BİR DARBÜKATÖR: ÇETO

Saraybosna’dan Ayvalık’a yerleşen yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğan Çetin Akkoç, mahallelerinde o yıllarda çok ünlü olan sazendelerin arasında büyür. Müziğe çok yatkın olduğu için onlardan kolaylıkla ritim öğrenir. Akkoç bu işi öyle geliştirir ki, o sazendelerle birlikte dönemin eğlence yerlerinde darbuka çalmaya başlar. Böylece bu işte gitgide ustalaşmaya başlar. Zaman akıp giderken lise çağına gelir. Şöyle anlatıyordu o dönemleri Akkoç: “Ayvalık’ta lise yoktu. Ben de çareyi askeri okula yazılmakta buldum. Astsubay oldum. Hava astsubay olarak İzmir’de görev yaparken bir konserde ritim sanatçılarımızdan biriyle tanıştım. Ondan bu işin inceliklerini öğrendim. Hevesli olduğumu görünce beni sahne arkasına aldı ve darbukayı kucağıma verdi. Beni çok yetenekli buldu ve özel ders vereceğini söyledi. Bu sanatkârın adı Süleyman Taşpınarlı’ydı. Ayrıca altmış yıldır arkadaşlığımızın sürdüğü Necdet Tokatlıoğlu’ndan da ritim dersleri almaya başladım. Nihayetinde bana üzerinde ‘1. sınıf ritimcidir’ yazan bir sertifika verdiler.” Ritim sertifikası almayı başaran Çetin Bey, gündüz askeri okula devam ederken, akşamları ise İzmir Fuarı’nda çalışmaya başlamış. Böylece hayatına damga vuracak İzmir Fuarı perdesi açılmış. Birkaç sanatçıya eşlik edince, yavaş yavaş ünlenmeye de başlamış. O yılları şöyle anımsıyor: “Fuar’ın en ünlü mekanları Recep Özgen Çay Sarayı, Safiye Ayla’nın Ayla Mehtap Çay Bahçesi, ismini Zeki Müren’in verdiği Manolya Gazinosu, özellikle kadın matinelerine yer veren Akasyalar Bahçesi ve Kürt Beşir’in(Öge) Çamlık Senar Gazinosu’ydu. Milli Mücadele gazisi Beşir Öge, Müzeyyen Senar’a duyduğu hayranlık nedeniyle gazinosuna onun soyadını eklemişti. Fuar’da on iki yıl çalıştım. Safiye Ayla, Zeki Müren, Sevim Tuna, Şükran Ay, Nezahat Bayram, Bedia Akartürk, Muhterem Nur, Sevim Tanürek, Nesrin Sipahi, İnci Çayırlı, Necdet Tokatlıoğlu, Recep Birgit, Adnan Şenses Güzide Kasacı ve daha pek çok kıymetli sanatçılarla aynı sahneyi paylaştım.”

Bedia Akartürk ile sahnede...

Çetin Bey, birlikte çalıştığı sanatçıları her zaman büyük bir saygı ve özlemle ansa da “İnci ablam” dediği İnci Çayırlı’nın, onun üzerinde büyük hatırı vardı; “İnci Çayırlı ile çok güzel günlerimiz oldu. ‘Taksim’ denilen, doğaçlamaya dayalı musiki şeklinin en başarılı yorumcularından Tanburi Necdet Yaşar, gelmiş geçmiş en büyük neyzenlerden Niyazi Sayın da refakat ederdi İnci Hanım’a. Üçümüz hep beraberdik. Televizyonun olmadığı yıllardı, sokaklarda araba gezer, hoparlörle konseri duyururdu. İnci Çayırlı’nın çıktığı her gece gazino tıklım tıklım dolardı. Radyoda okuduğu repertuarı okumaz, halkın bildiği, eşlik edebileceği eserleri seslendirirdi.” Günleri oldukça renkli ve hızlı geçen Çetin Bey, askeri disiplinin ve gazinoların arasında adeta iki farklı hayat yaşayarak, aynı zamanda Güzelyalı Hava Harp Okulu’nda görevine de devam eder. Sanat camiasında “Darbükatör Çeto” olarak tanınır. Her ne kadar 657 Sayılı Devlet Memurları Yasası gereği bu işi yapması yasak olsa da, yoksul bir ailenin çocuğu olarak ailesine bakmak zorunda olduğunu bildikleri için sahneye çıkmasına göz yumulur.

SAFİYE AYLA İLE DOSTLUK

Çetin Bey, yıllar içinde dönemin ünlü sanatçılarının en yakınında olup, aynı sahneyi paylaşsa da bir ismi asla unutmamıştı. O isim Safiye Ayla’dan başkası değildi. Onu büyük bir saygı ile anlatırdı: “Safiye Ayla benim en sevdiğim sanatçılardan biridir. Fakat halk arasında Atatürk’ün şarkı söylerken Safiye Ayla’nın yüzünü görmeye tahammül edemediği, ‘Kara kız gözümün önünde söylemesin, sesi perdenin arkasından gelsin’ dediği söylentisi yayılmıştı. Bu dedikodudan dolayı çok üzgünüm. Dayanamayıp bir gün, ‘Safiye abla, insanlara, özellikle de kadınlara verdiği değer hepimizce bilinen Ata’mızın senin hakkında söyledikleri doğru mu?’ diye sordum. Gülümsedi ve bana şöyle dedi ‘Bak Çeto, biz Selahattin Pınar’la filan Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde her hafta muazzam fasıllar yapardık ve ben Ata’mızın yanında otururdum. Bir akşam beyaz gömleğinin üstünde iri, çirkin bir böceğin yakasına doğru tırmandığını görünce elimi kaldırıp böceği uzaklaştırmak istedim. Atamız elimi tuttu ve bana ‘dokunma Safiye, kendi kendine gider o!’ dedi. Şimdi söyle bakalım, bir böceğe kıyamayan Ata’mız bana mı kıyacaktı? Atatürk beni kızı gibi severdi, buna inanmalısın’ dedi. Safiye abla ile bu konuşmadan sonra, tüm şüphelerim gitmişti. Bu mesele benim için bir daha açılmamak üzere kapandı.”

MANOLYA GAZİNOSU’NDA BİR ‘SANAT GÜNEŞİ’

Bir gün Manolya Gazinosu’na Zeki Müren gelir. Çetin Bey, udi ve bestekar Kadri Şençalar’ın tavsiyesi üzerine onunla tanışır. Bu tanışıklık büyük bir dostluğa atılan ilk adımdır aslında. Böylece hayatında yeni bir sayfa açılır, Zeki Müren’in kadrosuna dahil olur. “Zeki Bey sanatına tutkuyla bağlı, büyük bir titizlikle sanatını icra eden bir insandı. Türkçeyi çok özenli konuşurdu. Kostümlerini kendisi çizer, tasarlardı. Kuaförü ve makyözü özeldi. Saz arkadaşlarından da aynı özeni beklerdi ki zaten bunun aksi mümkün değildi. Çalıştığı ortamda gürültü istemezdi, buna tahammülü yoktu. O şarkısını okuduğu zaman servis dururdu. Ben dahil herkes ona ‘Paşam’ diye seslenirdik. Birlikte çalıştığı insanlara karşı nazikti. Zaten öyle bir etkiye sahipti ki onun yanında kaba, bayağı davranışlarda bulunmanız imkansızdı. O bir ‘Sanat Güneşi’ydi.” İzmir Fuarı günleri çok yoğun geçen, her geçen gün ününe ün katan Çetin Bey, Fuar kapandıktan sonra, dönemin en güzel sinemalarında düzenlenen halk konserlerinde Sevim Tuna’nın özel ritimcisi olarak sahneye çıkar. Sevim Tuna ise o yıllarda ününün doruğunda, “Bağdat Yolu” şarkısıyla çok sevilen bir şarkıcıdır. “Sahnelerin cesur kadını” olarak ünlenen Sevim Tuna, 1999 yılında akciğer kanserinden vefat eder.

‘İZMİR FUARI’NIN VAZGEÇİLMEZİ DANSÖZLERDİ’

İzmir Fuarı’nın da, turnelerin de her zaman vazgeçilmezi ise dansözlermiş. Çetin Bey, o yılların ünlü dansözleri olarak Zennube’yi (Mermnune Şimşek), Özcan Tekgül’ü, Nimet Alp’i, Türkiye’den çok İtalya’da ünlenen Nana’yı ve Muhterem Nur’u hatırlıyordu. “Romalı Perihan, Seher Şeniz, Tülay Karaca sonraki kuşağın temsilcisi oldular. En çok eşlik ettiğim dansöz Zennube’ydi. ‘Olayların kadını’ derlerdi onun için. Adına şarkılar bestelenmesi boşa değildi” diye anlatıyor. Her ne kadar Türk sanat musikisi anılarının en kıymetlilerine eşlik etse de halk müziğini de bir o kadar sevmiş Çetin Bey. “Sadece Türk sanat musikisi icra edenlerin değil, Türk halk müziği sanatçılarının da ritimcisiydim. Halk türküleri dediniz mi akla gelen ilk isimlerden biri Nurettin Çamlıdağ’dır. Bu ismi Ahmet Sezgin, Nuri Sesigüzel, Osman Türen, Perihan Altındağ (Sözeri)’nin kız kardeşi Neriman Altındağ (Tüfekçi) izlerdi. Saz ustası Nida Tüfekçi de Neriman hanımın eşidir zaten.” Dönemin en ünlü sanatçılarıyla çalışan ve son derece hızlı yaşayan Çetin Bey, Türk sinemasının en parlak dönemlerinde sinemaya da adım atar; “Türk sinemasında şarkılara film çekmek bir dönem çok popülerdi. ‘Kırık Bir Aşk Hikayesi’, ‘Çıkar Yol’, ‘Bahtımın Rüzgarı’ gibi filmlerde ben de yer aldım. Ancak o günlerde başrol oyuncusu dışında sinemadan pek kazanamazdın. Çok az para verilirdi. Bu yüzden devam etmedim.”

HALİKARNAS BALIKÇISI İLE TANIŞMA

1963 yılına gelindiğinde Çetin Bey’i derinden etkileyecek bir dostluk başlar. Bu dost Cevat Şair Kabaağaçlı, nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı’dır. Akkoç, hala yitirilmemiş bir heyecanla o ilk karşılaşmayı şöyle anımsıyor; “Günümüzde oldukça popüler olan Bergüzar Korel’in dedesi Cambaz Osman ile birlikte turneye çıkmıştık. Tel cambazıydı Osman. Bodrum’da program yaparken her akşam Cambaz Osman’la bir bey birlikte geliyor, arka tarafta demleniyorlardı. Merakla onları izlerdim. Bir gün dayanamayıp ‘Osman amca, kim bu gece demlendiğiniz adam?’ diye sordum. O da ‘Sorma Çetin! Hükümet tarafından buraya sürgün edilmiş biri o’ dedi. ‘Sanatçı mı?’ dedim. ‘Bu adam yazar, Çetin. Lakabı, Halikarnas Balıkçısı, adı ise Cevat Şakir. Durum bildiğin gibi değil yani’ dedi. O akşamdan itibaren ben de onlara katılmaya başladım. Hayatta en çok üzüldüğüm şeylerden biri de Cevat Şakir’le bir fotoğrafımızın olmayışıdır.”

BİR GÜN AYVALIK’A GENERAL TRIKOPIS’NİN AKRABALARI GELİR…

Çetin Akkoç, 1978 yılında da otuz yıllık sanat yaşamını noktalayıp Ayvalık’a döner. Yaşamının sonuna kadar oturduğu evi pansiyon olarak işletmeye başlar. Çetin Bey’e bu fikri veren de, sonuna kadar destek olan da sevgili eşi Mediha Hanım’dır. Bu işte de o kadar başarılı oluyorlar ki Elia Kazan, Sezen Aksu, Hümeyra ve daha pek çok sanatçıyı ağırlıyorlar. Çetin Bey’in pansiyonculuk geçmişinde en unutamadığı anı ise Yunan General Trikopis’nin akrabalarının daha önce bir zamanlar kendilerine ait olan evi görmeye gelmesi. O günü aynı heyecanla anlatmıştı; “Bir buket çiçekle karşılamaya gittim. ‘Önce evinize, sonra memleketinize hoş geldiniz’ dedim. On beş gün boyunca yalıdan dışarı adımlarını atmadılar. Kendilerinden kalan tüm eşyalara; antika konsola, çini sobaya, radyoya, aynalara dokundular. Bahçedeki ağaçlara bile sarıldılar. Gittiler. Bir daha da gelmediler…”

Yalının son konuğu bendim. On gün boyunca nefis müzikler ve Cunda manzarası eşliğinde, zeytin ağaçları altında, bir zamanlar General Trikopis’ye ait olan bu evde onun izini sürdüm. O eşyalara ben de dokundum, ağaçları dinledim. On güne koca bir ömürlük hikâyeler sığdırdım. Anlatmasam olmazdı! Mediha Hanım, çok sevdiği eşinin hasretine dayanamadı. Geçtiğimiz ay onu da kaybettik. Bu hikâyede adı geçen herkesi özlemle selamlıyorum. Bir vakitler Ayvalık’ta erkenden uyanır, tiril tiril şişe bezi elbiselerimi giyip, yüzyıllık ahşap merdivenleri gıcırdatarak mutfağa koştururdum. Çünkü Çetin “amcam” ve Mediha “teyzem” uyanmış olur, bahçede benim kahve getirmemi beklerlerdi. Bir de sigara yakardı Mediha teyze… Çetin amca anlatmaya başlar, Mediha teyze sallanan sandalyesinde sessizce denizi izler… Sonra o da katılırdı bize. Kim zeytinyağı işine girmiş de tutturamamış… Kozak Yaylası’nın kızları pek güzel iğne oyası işlermiş ki bu yörede eşi benzeri yokmuş… Misafirler geliyormuş, bir koşu İmren Pastanesi’ne gidip bir sakızlı kurabiye alınabilir miymiş… Tek tek masaya yatırır, bütün Ayvalık’ın tozunu attırırdık. İkisini de sevgiyle anıyorum. Çetin Akkoç’a, olanaksızlıklarla dolu hayatına karşı koyarak bu büyülü hayatı yarattığı için ve onu benimle paylaştığı için gecikmiş bir teşekkürü borç bilirim! Octavio Paz’ın sözleri geliyor aklıma: “Düşlerine layık ol”.