“[…] Atatürk öldükten sonra ilk kez onun ilkelerinden
sapmasına binaen Türkiye’nin siyasi rejimi, ‘kısıtlı’ bir İslamcı
hareketin gelişmesine izin verdi. [Kenan] Evren, İslamcı
köktencilerle bir tür ittifak tesis etmeye girişti. Fakat bu
girişimin bir ‘bumerang’a dönüşmesi muhtemeldir.”
Yukarıdaki sözler, 26 Haziran 1983’te, 12 Eylül darbesinden
yaklaşık üç yıl sonra ve müstakbel Özal-ANAP iktidarının ortaya
çıkmasından yaklaşık dört ay önce Alman birinci kanalı ARD TV’de
yapılan bir yorumdan alınma. (1) Türkiye’de İslamcılık
olgusunun, ama daha kapsayıcı bir ifadeyle söylersek
dinselleşmenin ‘dışarıdan’ nasıl göründüğüne dair sarih
bir gözlem… Bu dinselleşme, güçlü bürokratik denetimin yol açtığı
sorunlar istismar edilerek, laik kazanımların Türkiye
kapitalizminin gelişimi lehine geri itildiği 70 yıllık bir dönemi
kapsar. Bu 70 yılda siyasal İslam’ın bir başat aktör haline gelişi,
üç temel ‘yükseliş’ döneminin kolonları üzerinde durmaktadır.
Bunlardan ilki, 1945 sonrasından başlayarak, Soğuk Savaş’ın
belirleyici olduğu bir ‘küresel-Batı’ basıncının etkisi ve
yönlendirmesi altında ortaya çıkan kolondur. Büyük toprak
sahipleriyle savaş vurguncusu büyük tüccarların bir sınıfsal
ittifakı olan DP, hem inanç istismarıyla devşireceği oy taburları
için elverişli bir zemin, hem de rekabet halinde oldukları
sivil-asker cumhuriyet bürokrasisine karşı kullanışlı bir
uluslararası koz olarak, Batı’nın “komünizme karşı
din” stratejisini coşkuyla kabullendi. Toprak ağalarıyla büyük
tacirlerin öncülüğündeki bu yeni iktidar blokunun teşekkül
etmesiyle, emperyalist blokun sosyalizme karşı yeni bir
‘küreselleşme’ siyaseti izlemesi örtüşmüştü. İktisadi liberalizm,
Batıyla siyasi ve ekonomik entegrasyon, küresel kapitalizmin
tedarikçisi ve bir pazarı olarak üretimin ve gündelik yaşamın
yeniden örgütlenmesi… DP bir yandan bu dönüşümün iktisadi ve hukuki
gereklerini yerine getirirken bir yandan da ona uygun
üstyapı hamlelerine girişti. Dinin ve taassubun –özellikle
anti-komünist– bir siyasal girdi haline gelmesi; eğitimin
tahribatı; işçi, ırgat ve hamalların inanç sömürüsü ve baskısıyla
yabancılaştırılması; tarikat ve cemaatlerin siyasal parti
formlarında tutunarak canlandırılması bu dönüşümün ideolojik ve
kültürel sonuçlarını üretti. Kapitalist çiftçilere dönüşen toprak
ağalarıyla karaborsacı köklerinden hiç kopmayan büyük
tacirlerin, dönemin edebiyatında “hacıağa” tipiyle cisimleşmesi; bu
tipin daha sonra hem edebiyat hem de sinemada, Türkiye
kapitalizminin dönüşümüne uygun şekilde (kâh şehirde ev sahibi,
rantiye, kâh kasabada karaborsacı, tefeci) yaşamaya devam etmesi bu
açıdan manidardır.
Bu dönem, aradaki toplumsal ve siyasal dalgalanmalara rağmen
1980’e kadar sürer. 12 Eylül darbesi ‘ikinci kolon’un inşasını
başlatır. Siyasal iktidarı, uluslararası kapitalistler ve yerli
büyük sermayenin teşviki ve desteğiyle gasp ve tadil eden
generaller, “Kuran’lı mitingler”, zorunlu din dersi, uluslararası
İslamcı Rabıta örgütüyle organik ilişki gibi görünür/görünmez pek
çok yolla dinselleşme bayrağını yükselttiler. Bu, sendikaları ve
siyasal örgütleri cebren dağıtılmış işçi sınıfının, yoksul köylünün
ve gençliğin kontrol altında tutulmasını doğrudan hedefleyen bir
yönelimdi. Arkasında, Afganistan’daki cihatçılardan Türkiye’deki
‘takunyalılara’, Güney Amerika ve Polonya’daki Katolik yobazlara
uzanan bir çeşitlilik içinde, dini, yeni ‘küreselleşme’ dalgasının
hizmetine koşan sermaye sınıfı vardı. 60’ların sonunda devrimci
gençlik ve işçi hareketine karşı Komünizmle Mücadele Dernekleri,
Talebe Birlikleri gibi ‘sivil’ oluşumlarla başlayan, giderek
bunlardan neşet edecek olan Millî Görüş ve MSP ile merkez siyasete
katılan İslamcılar, özellikle 70’lerdeki Demirel ve MC hükümetleri
ile bürokrasiye de yaygın bir akıntı halinde sızmışlardı. 80’lerde
başlayan ikinci dönem, bu sızıntının hem genişlediği hem de
kazanımlarını güvenceye aldığı bir dönem oldu. Başbakanlık
koltuğunda ülkedeki en büyük tarikat olan Nakşibendilerden biri
oturuyor, Nurcular ise sivil-asker bürokrasiyi sessizce istila
ediyordu. 12 Eylül öncesinde ‘arazi eğitimi’ni tamamlamış
İslamcıların artık devlet içine yerleşme, yuvalanma dönemiydi.
Özal’ın da teşvik ve öncülüğüyle cunta sonrası ‘sivilleşme’ dönemi,
Türkiye kapitalizminin siyasal aygıtına Nakşi ve Nurcu tarikat
üyelerinin aşılanmasını başlatmış, Gülenciler, Millî Görüşçüler,
Türk-İslamcılar, şuncular, buncular; hem yargı-emniyet içine hem de
özellikle 90’lardan itibaren belediyeler aracılığıyla yerel
yönetimler ve ‘sivil toplum’ ile serbest piyasa düzenindeki
iktisadi faaliyet alanlarına yerleştiler. 2000’ler başına kadar
süren bu dönemin sonunda İslamcılar, yine ‘küresel’ ihtiyaçlar ve
onların ’yerli’ mümessilleri eliyle, neoliberal kapitalizmin bir
başka etabı için daha kullanışlı bir versiyon ürettiler. Türkiye
siyasetinin İslamcılaşması ve toplumsal yaşamın dinselleşmesinin
üçüncü kolonu bu versiyon ile, AKP ile başladı ve 20 yıl
kadar sürerek bugüne geldi.
* * *
Geçtiğimiz 3 Temmuz günü 12 yaşındaki Mehmet Halil Yavuz’un
Muş’taki Karşıyaka yatılı Kuran kursunda, “kendisini kemeriyle
tuvalet kapısının koluna asarak” intihar ettiği açıklandı. Muş
Devlet Hastanesi’ne kaldırılan çocuk, 14 Temmuz’da öldü. Mehmet, 1
metre yüksekliğindeki bir kapı koluna asılı olarak bulunmuştu.
Diyarbakır’da yaşayan ailesi ve avukatları, 12 yaşında bir çocuğun
intihar etmesi için sebep olmadığını, bulunduğu kapı kolunda fiziki
olarak intihar etmenin mümkün olmadığını söylediler. Konuyla
ilişkili girişimlerde bulunan bölgedeki barolar, 17 Temmuz’da
Mehmet’le ilgili haberlere yayın yasağı getirildiğini duyurdu.
Mehmet Halil 12 yıl yaşadıktan sonra şüpheli şekilde ölmüştü, ancak
konunun toplum huzurunda konuşulması istenmiyordu. Öldüğü Kuran
kursundan sorumlu Muş Müftülüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı bu
yazının yazıldığı saatlere kadar konuyla ilgili hiçbir açıklama
yapmamıştı.
Mehmet Halil Yavuz, 70 yıldır, uluslararası sermaye ve onun
‘içerideki’ ortaklarının eliyle sürdürülen, Türkiye kapitalizminin
gelişiminin ortasından bir aks mili gibi geçen dinselleşmenin
sayısız kurbanlarından biridir. Yoksulluğu dinbazlıkla tamponlanan
kalabalıkların verdiği ‘adsız’ kurbanlardan biri, bu sürecin bugün
vardığı noktanın acı ve öfke verici bir sonucudur. Dönemin ruhuna
uygun bir ‘faili meçhul’dür şu anki haliyle…
Toplum ve yurttaş bilincinin dışında, tarikatlara, cemaatlere,
son olarak devlet eliyle organize edilen dinsel doktrinasyon
merkezlerine yönlendirilen yoksul bir Kürt çocuğu… Dinsel eğitim
görüntüsü altında, her türlü pedagojik korumadan ve denetimden muaf
Kuran kurslarında din adamlarının insafına terk edilmiş yüzbinlerce
çocuktan biri… (3) Olası faillerin siyasal saik ile kayırılması,
cezasızlık, denetim altındaki yargı organlarının ve medyanın
sağladığı zalim sessizlik…
Diyanet bünyesindeki Kuran kursları, son olarak 2019 yılında
güncellenen bir yönerge ile idare ediliyor. (4) Buna göre, yurt ve
pansiyonların denetimi, Diyanet müfettişleri ve ilgili müftülüğün
sorumluluğunda. Bu denetimlerden sorumlu olan müftülük ve Diyanet,
12 yaşında bir çocuğun ölümünün üstünden 17 gün geçmesine rağmen,
“mübarek Kurban Bayramı’nın hatırına” olsun bir açıklama yapma
zahmetine girmiyor. Cezasızlığı, mutlak dokunulmazlığı,
kutsal bir cüppe gibi, birbirlerinin sırtına geçiriyorlar.
* * *
Bugün 21 Temmuz. Altı yıl önce bugün, Türkiye’nin kaderini bir
süreliğine değiştirecek yeni bir dönemin başladığı gündü. 20 Temmuz
2015 günü Suruç’ta 33 sosyalist genç, IŞİD militanı görünümlü bir
cellat tarafından katledilmiş, böylece tüm ülke, karanlık ve kanlı
bir döneme girmişti. 21 Temmuz 2015 bu ‘yeni Türkiye’nin ilk
günüydü. Suruç katliamını ve ondan birkaç ay sonra, 10 Ekim’deki
Ankara Katliamını yapan militanlar, ucu Adıyaman’da, Antep’te, bir
çay ocağına, birkaç eve, herkesin bildiği ilişki ağlarına uzanan,
son derece basit ve tespit edilebilir bir koza içinde
yetiştirilmişti. Türkiye’deki dinselleşmenin organik
ürünleriydi. Artık iktidara yerleşmiş İslamcıların, bu iktidarı
ancak güvenlik rejimi görünümlü bir zorbalıkla elde tutabileceğini
gördüğü anda Türkiye’yi güvenli bir yer olmaktan çıkarmakta gözünü
kırpmayacağının dehşet verici kanıtlarıydılar.
Diyarbakır’dan Muş’a yatılı Kuran kursuna gönderilen yoksul bir
çocuk ile IŞİD’den kurtulmuş Kobane çocuklarına yardım götüren
sosyalist gençlerin yolunu ölümde birleştiren bu dinselleşme; gasp
edilen tazminatları için eylemden yorgun dönerken can veren
madenciler Tahir Çetin ile Ali Faik İnter’in, Karadeniz
kıyılarındaki rant sellerinde boğulanların, termik santral, maden
ve taş ocağı için yok edilen Yatağan ve Milas köylerinin, yurdun
dört yanındaki ovaların, yaylaların, göllerin ve ırmakların, bunlar
üzerindeki doğal yaşamın, üniversitelerden bağnazlıkla kovulan
bilgin ve akademisyenlerin yolunu da kesiyor.
Türkiye’de dinselleşme sorunu AKP’den ibaret değildir. AKP,
laikliğin parçalanmasının ve dinin artı değer sömürüsü
mekanizmasına eklenmesinin en hırslı, en çalışkan, en tahripkâr
aktörü olsa da ‘koçbaşı’ değildir. Dinselleşme, sonuçlarından biri
de AKP olacak şekilde, AKP’den çok önce başlamıştır ve AKP’nin
temsil ettiği ‘üçüncü yükseliş dönemi’ de sona eriyor
görünmektedir. Pek çok sonucu ‘muhalefeti’ de etkilemiş bulunan bu
dincileşmenin geri çevrilmesi, siyasal iktidarda bir
anahtar-teslim kadro değişikliği olmasından çok daha önemli ve
acildir. Türkiye’yi yönetme iddiasında olanlar, dinselleşmenin en
geri yanlarıyla uzlaşmayı bir ‘sandık kurnazlığı’ perdesiyle
gizlemek yerine, topluma bu konudaki –varsa– onarım planlarını
açıklamalıdır. Siyasal İslamın doğrudan sorumlu olduğu göç
akınlarına karşı popülist-milliyetçiliği kaşıyıp diğer yandan
siyasal İslamcılarla ‘restorasyon’ projesi üretmek, merkezdeki
‘resmi’ alternatiflere ‘iktidar’ yolunu açabilir; ama Türkiye’nin
önünü açmayacağı bugünden belli.
NOTLAR
1- Aktaran: Ulus Baker, “İslam’da Huzur, Söylem ve
Kanaat”, İletişim Yayınları, 2020.
2- Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve diğer
pek çok yazar, bu ‘tip’in toplumsal ve kültürel
oluşumunu/görünümünü etkili şekilde anlattılar. Aziz Nesin’in
“Zübük”ü ise bu egemen sınıf tipini, Menderes’den Erdoğan’a uzanan
bir hat boyunca dayanıklı kalacak şekilde, bir sağ siyasetçi
çekirdeği olarak resmetti.
3- Birgün gazetesinden Mustafa Bildircin’in haberine göre
Diyanet, 2020 yılında Kuran kurslarında sadece 4-6 yaş aralığında
bile 181 bin 808 öğrenciye ‘eğitim’ verdi. Bu sayı 2015 yılında 15
bin civarıydı ve 2016’dan sonra yüzde 1091 oranında arttı.
https://www.birgun.net/haber/okul-oncesi-dini-egitimde-rekor-182-bin-cocuk-kuran-kursunda-342143
4- İlgili yönerge şu linkten görülebilir.