Türklerin kimsesizliği ve Malmoth

Nicedir kendi ayakları üzerinde duramadığının farkında bile değil Türk, o yüzden Malmoth’u koruyucu perisi sanıyor. Öyle olmasa çoluğuna, çocuğuna, emeğine, toprağına, taşına, suyuna bunca düşmanlık eden bu ateşli canavara meftun olur muydu?

Ayşe Çavdar acavdar@gazeteduvar.com.tr

Oturmuş anlatıyor. Keçinin de bir bilgisi, ahlakı olduğunu söylüyor. Onun keyfine göre gezer, hizmet ederiz, diyor. Çünkü o her otu yemez, her sudan içmez. İlla tertemiz olacak. Hele dişi keçinin teke seçişini bir anlatışı var ki. Pürneşe dinliyorum. En çok şöyle hiç çekinmeden, utanmadan “göt” deyivermesine imreniyorum. Keçinin göt atmasından bahsediyor, kış geldi demektir, diyor. Devenin götü aşağıda, başı yukarda çökmesi de kış alameti imiş. Nasıl da güzel okuyor hayatı. Nasıl da emin kendinden, nasıl da neşeli. Kendinden emin ve neşeli! Ne güzel hasletler değil mi? Çok özledik öyle hissetmeyi. Bastığımız yerin ayağımızın altından kayar gibi olmadığı, neşeyle, etrafımıza bakıp hayatı okuyarak yaşamayı özlemedik mi?

Bir Sarıkeçili Yörük’ten bahsediyordum. Yüksel Aksu’nun yönetmenliğini yaptığı Sarıkeçililer adlı belgeselden aktarıyorum bütün bunları (Keçinin bilgisi ve ahlakı konusundaki harika ders 23’üncü dakikada başlıyor). Film bir Yörük kızının defterinden okuduğu şiirle bitiyor. Son dize, “özletecek misiniz bize kara çadırı?”

Kızıl kıyamet milliyetçilikten aklı yanmış bir memlekette soruyor Yörük kızı bu soruyu. Bin yıldır kaç devlete sordular bunu. Mevzuyu iskân ve mülkiyet nazarıyla ele alan devletler göçüp gitti, Yörükler hâlâ yürüyor. Bahse konu milliyetçiler Orta Asya’dan Anadolu’ya hiç değişmeden geldiklerini iddia ederler malumunuz. Hiç değişmediklerinin alameti de ecdatlarının ayak bastığını hayalledikleri her toprağa bilmem kaç odalı beton saraylar yerleştirip, o toprakta bir daha ot bitmemesini garanti altına almalarıdır. Çakma Özbek çadırında iftar ederler karşılıklı. Aman bir şatafat, bir ciddiyet taşar ki fotoğraflardan, sormayın gitsin. Son 20 yılda modalaşan Orta Asya’ya ecdat turizmi tüketicilerinin yadigâr videolarına ne zaman denk gelsem acı acı kahkaha atıyorum. Köklerini niye uzakta arıyorlar biliyor musunuz? Geçmişe tutunup bugünü, uzağa tutunup yakını yağmalamak için.

Gazeteci Semra Topçu, iki hafta kadar önce bin yıldır Anadolu’da Mersin’le Konya arasında keçilerinin belledikleri bir güzergâhta yürüyen Sarıkeçililerin yayla yollarının kapatılmakta olduğunu yazdı. Sarıkeçililer Yardımlaşma Derneği Başkanı Pervin Çoban Savran (bundan gayrı Pervin Ana) aramış kendisini başlarına gelen halleri ahaliye duyurması için. Olan şu: Sarıkeçililer daha evvelden aldıkları izinlere dayanarak çıkarlar yola. Lakin yol üstünde çeşitli devlet yetkilileri arayıp “izinlerinizi iptal ettik” demeye başlarlar. Her gün başka bir inzibatın tacizine uğrarlar. Durum değişti mi bilmiyorum. Birkaç telefon numarası bulduysam ve denediysem de kapsama alanı dışındaydı hepsi. Öğrenebildiğim kadarıyla mevzunun bir ucu, otlakların yerleşiklere tahsisiyle ilgili. Yani bir zaman müşterek kullanılan arazilerin Sarıkeçililere kapatılmasıyla. Yaylalarına gidebilmek için keçileriyle geçecekleri güzergâh da gene çeşitli kadastro ve tahsis işlemleri nedeniyle kapanmış. Hülasa, yerli ve de aşırı milli devletlûlar kimi araziyi özelleştirir, kimisini yeniden tahsis ederken, o arazilerde Sarıkeçililerin de hakkı olduğunu görmezlikten gelmişler. Kendi verdikleri izinleri bir şekil geçersizleştirmiş, bin yıllık devlet geleneğinin en kadim sözünü tekrarlamışlar: “Bana, teşekkül ettirdiğim hukuka, adaletime güvenme. Ayazda kalırsın.” “Kanal İstanbul’u yaparım, hepinizi borçlandırırım, Uluslararası Tahkim de gelir söke söke size ödetir” diliyle konuşan “devlette devamlılık” ilkesi, her ne hikmetse (!) çalışmamış burada. Devlet Yörüklere verdiği göç ruhsatının arkasında durmamış. Pervin Ana başka bir videoda bunun sebebini gayet iyi anlatıyor:

“Böyle isimle tanışmaya gerek yok amma ...adımı Pervin koymuşlar. Allah’ın yaratmış olduğu doğadaki tüm canlılara saygımız sonsuzdur ve ... dağa, taşa, toprağa, kurda, kuşa, esen yele, akan dereye, rüzgâra, tüm canlılara. Belki insanlar bu ateşi canlı olarak görmeyebilir. Ama bizim için o ateş, o ocak taşı bir canlıdır, kutsaldır. İnsanların hissedemediği, insanların belki de kâr olarak görmediği bütün her şey bizim için değerlidir. Şu taş benden değerli. Bu yoldaşlarımıza bağlıdır bütün her şeyimiz. Göçmen kuşlar hesabı, turnalar hesabı, keçilerimiz karar verir, doğa karar verir, biz de bunlara uymak zorundayız. Yani biz çıkarımız için ya da yaşamın gerektirdiği gibi onları kendimize uydurma diye bir düşüncemiz de olmadı. Böyle bir yapımız da yok. Doğaya bağlı her şeyden önce ve keçilerimize, yoldaşlarımıza, develerimize bağlı. Onlar yürümek istiyorsa biz de durmayız, hazırızdır, onları bekleriz onlar hareket edecekse; dinleneceklerse onları dinlendiririz. Suyuna, karnının doyup doymadığına bakarız. Şöyle bir yapı var. Kontrol edemedikleri bir topluluğu yok etmeye çalışıyorlar. Çünkü kontrolleri ellerinde değil. Özgür bir yaşam biçimi, o da keçilere bağlı. Yerleşik alanda yaşayan insanlar buyursun gelsin, hadi bu keçilerden yavrulatsın, doğurtsun, sağsın ya da göçsün. Kaç gün yüreği var, kaç gün tapanı var, kaç gün düşüncesi var buna ayak uydurabilecek. Nedense genel anlamda şöyle bir şey var: Zihniyetlerine ağır geliyor. Çünkü özgürüz, özgür yaşıyoruz, özgür yaşamak zorundayız, keçilerimiz özgür olduğu için, özgürlüğe düşkün olduğu için.”

Semra Topçu’nun haberini okuduğumda önce, “aklını yitirmiş herhalde bunu yapanlar” diye düşündüm ve güleyazdım. Ama hemen durdum. Yörüklerin yürüyüşünü durdurmaya cür’et edenin kendini ve haddini bilmezliği karşısında titredim.

KÜSTÜRDÜM BARIŞAMAM: AMA ONLAR DA...

Günlerce aklımın içinde döndürdükten, olup biteni okuyup anlamaya çalıştıktan sonra Twitter’da paylaştım. Gelen tepkilerden biri canımı çok yaktı. “2011’de Ankara’dan seçim var diye ayrıldılar. Direnişi bitirdiler. Unutmadık.” Arkadaşımız, AKP iktidarının öncülük ettiği doğa katliamlarına karşı 2011’de yapılan “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” yürüyüşünden bahsediyordu. Anadolu’nun her yerinden 11 kervan yola çıkmış, Gölbaşı’na kadar gelmişlerdi. Orada kervanları yüzlerce polis karşılamıştı. Yalnız yürümelerine değil, orada durmalarına da, yaşamsal ihtiyaç olan su tankerleri ve seyyar tuvaletler alana sokulmayarak izin verilmemişti. Bahane hazırdı: Develer eşliğinde anayoldan, muhtemelen Konya Yolu’ndan, yürümek onlar için tehlikeli olacaktı. Hele bir bakın! Görklü devlet, protestocunun can güvenliğini düşünüyor, he mi? Neyse! Yürüyenlerden biri, adı Kevser, şöyle tarif etmiş karşılaştıkları sahneyi:

“Ankara’ya gelirken bir sürü şehirden geçtik ve hiç böyle bir sorunla karşılaşmadık. Ama buraya geldiğimizde işler değişti. Sanki burası Türkiye’nin bir şehri değil de başka bir ülkeymiş gibi buraya giremedik ve burada durdurulduk.”

Pervin Ana ise şöyle anlatmış, hakikaten 12 Haziran 2011 seçimlerine birkaç gün kala muhtemelen direniş alanından ayrılmadan önceki halet-i ruhiyesini:

“Bize yemek getiriyorlar, sanki aciz ya da engelliymişiz gibi. Burada bedenen olmaları lazım. İnsanlar iki haftada bir pikniğe gidip evlerine dönüp huzura kavuşuyorlar. Ne zaman anlayacaklar ki insanı asıl mutlu eden doğanın içinde yaşamaktır. Herkes sırtını çevirmiş. Bu yolda daha fazla insanın bize katılmasını bekliyordum, olmadı. Ben 2004'ten beri mücadele ediyorum, mücadeleme de devam edeceğim.”

Sarıkeçililerin başına gelmekte olanı duyurma girişimime aldığım “ama onlar da...” sitemi salgın bir hastalık gibi, aramızdaki bağları koparıp atıyor. Mesela Soma’da bir iş katliamında kaybettiğimiz işçiler için de söyleniyor aynısı. “Soma’dan çıkan oylara bak, AKP hâlâ birinci.” Sanki ölen işçiler mezarlarından kalkıp AKP’yi iktidarda tutarlarmış gibi. Keşke Somalı işçiler hakikaten mezarlarından kalkıp bu sitemi edenlere “ben toprağımdan aldığım ürün değersizleştirilip, yerin altına canımın hiç kıymeti yokmuş gibi tek bir önlem alınmadan gömülürken yanımda olsaydın da, ben de sanki yaşıyormuşum gibi hayalinde boynumu eğip sana haklısın deseydim” deseler yeri değil mi? Soma’da katledilen 301 maden işçisinin, o felaketin birkaç yıl öncesine kadar kendi toprağında tarım yaptığını, devletin kurduğu binbir tuzakla o insanları üç-beş kuruş yevmiye ve sağlık sigortası için yerin bin kat altına soktuğunu öğrenmek için çok da çabaya ihtiyaç yok. İhtiyaç olan tek şey, “ya hu neyi kaçırıyorum, niye bu işler böyle oluyor, neyi bilmiyorum” sorularını sormak kendimize. Aşağıdaki cümleler Barolar Birliği Raporu’ndan. Herkese açık.

“...tarımın çözülmesinin yeraltı madenlerinde çok zor koşullarda da olsa çalışmayı yegâne ekmek kapısı haline getirdiği gözlenmektedir. Yöredeki maden işletmelerinde maliyet nedeniyle sözkonusu niteliksiz iş gücünün tercih edildiği bilinmektedir.”

Ne oldu peki sonra? Ankara’ya haklarını aramak için yaptıkları yürüyüşten dönerken bir trafik kazasında kaybettiğimiz Bağımsız Maden İş Genel Başkanı Tahir Çetin ve maden işçisi Ali Faik İnter’in cenazesinde bir yoldaşlarının dediği gibi: “Ciğerimizden söktüler onları.”

Soma’da katledilen işçilerin büyük bir bölümü ilçede yaşamıyorlardı. Ama yaşasalar ve AKP’ye oy verseler diyecek bir şeyimiz var mı gerçekten? Pardon arkadaşlar, siz ekonomik bağımlılığı, topraktan kopan çiftçinin özerkliğini kaybetmesini ne zannediyorsunuz Allah aşkına? Her ne zannediyorsanız o değil. On yıllardır çiftçi ne zaman “ölüyorum, boğuluyorum” dese, “hadi oradan, sizi gidi tembeller, rahata alıştınız” diyenlere hiç “ne sayıklıyorsun sen arkadaş, deli misin, çiftçilik tembel işi mi, dünyanın neresinde kamu desteği olmadan çiftçilik yapılabilir ki?” diye sordunuz mu mesela? Bakın şu cümle en büyük ezberlerimizden biri ve doğru: “AKP insanları uzun dönem borçlandırarak kendisine bağımlı hale getirdi, isteseler de kopamıyorlar, insanlar rehin alındı.” Peki bu tam olarak ne anlama geliyor? Haziran 2015’te, fabrikadaki arkadaşlarını mutlu etmek için HDP’ye oy veren bir Ülkücü işçinin, aynı yılın kasım ayında neden AKP’ye oy verdiğini anlattığı şu mektuba bir göz atmak ister misiniz? Aşağıya birkaç cümleyi alıntılıyorum. Ne olur açıp tamamını okuyun.

“Ben fabrikaya geldiğimde kendimi güvende hissederken, yaşadığım konutlara gittiğimde kendimi yalnız, çaresiz hissetmeye başladım. Fabrikada başka şeyleri konuşurken eve gittiğimde başka şeyleri konuşur hale gelmiştim.”

Aynı sitemi yakınlarda duyduğumuz yerlerden biri de İkizdere. “Madem AKP’ye oy verdiler, çeksinler!” Öyle mi? Yalnız başlarına mı çekiyorlar? İkizdere yalnız onlardan mı çalınmış oluyor? Hem ne biliyorsunuz sahada direnenlerin dün AKP’ye oy verenler olduğunu? Böyle mi yeneceksiniz AKP-MHP sömürgeciliğini?

TÜRK MESELESİ

Anahtar cümleyi yukarıdaki mektubu yazan arkadaşımız söylüyor: “Fabrikaya geldiğimde kendimi güvende hissederken, yaşadığım konutlara gittiğimde yalnız, çaresiz hissetmeye başladım.” Türk’ü önünde sonunda gidip devletin kendisi için hazırladığı kafeste soluklandıran saik tam olarak böyle bir şey.

Bu duyguyu tanıyanımız çoktur. Hep birlikte polis dayağı yediğimiz 1 Mayıs’lardan sonra eve gidince hissettiğimiz şey o. Gezi İsyanı’ndan sonra da aynı şeyi hissetmiştik. Bir aradayken bir aradayız; çok güzel, birbirimizin sesini çoğaltıyoruz. Evlere dağıldığımızda ise faturalarla, işsizliğimizle, borçlarımızla, çoluğumuzun çocuğumuzun ihtiyaçlarıyla baş başayız. Bütün bunlar her an daha da zorlaşıyor. Dayanışmak da bir yere kadar oluyor hep. Yoksullaştıkça, yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça öfkeleniyoruz. Dayanışabileceğimize güvensek o öfkeden neler ama neler çıkar. Ama kimseye güvenmediğimiz için öfkelerimiz kapkaranlık, birbirimize ve kendimize dönük hınçlara dönüşüyor. Hepimiz minicik bardaklara sığıştırılmış mum alevleri gibiyiz. Seyrimize dalıp ıslak rüyalar görüyorlar. Bir iktidar bir ülkeyi ne pahasına olursa olsun yoksullaştırmak suretiyle nasıl iktidarda kalır? El-cevap: Önce herkesi kimsesizleştirmelidir. Her birimizin arasına giren “ama onlar da...” cümlelerinden kurulu bir yetimler cemiyetine dönüşmemiz bundandır. Çünkü kendisine bağımlılığımızı derinleştirdikçe güçlenen “şey”in kaynağı her birimizin kimsesizliğidir.

Fakat başlıkta özellikle “Türklerin kimsesizliği”ni vurgulamamın da bir sebebi var. Mevzu yalnızca Sarıkeçililer değil... Kendini devletin sahibi olan çoğunluktan zannetme yanılgısına düşen herkes. Bu yazıyı yazabilmek için oturdum bulabildiğim bütün “Anadolu’yu vermiyoruz” videolarını seyrettim. Anadolu’da duyabileceğiniz her şive ve dil vardı. Her renk göz ve ten. Birbirine benzeyen var, benzemeyen var. Benzerlik ararsanız benzerlik, farklılık ararsanız farklılık görürsünüz. Öyle bir yer çünkü Anadolu. Bir de Türkler var. Adını ve dilini devlete kaptırmış olan Türkler. Kimsesizliklerinin sebebi de bu. Birçoğu pek farkında olmasa da... Hemen her siyasi harekete şu ya da bu şekilde bulaşan Türk milliyetçiliğinin bunca popüler olmasının sebebi, Türklerin kimsesizliklerini unutmak için devlet afyonuna sarılma iştihaları. Sarıldıkları devletin suçlarını kuşandıkça kimsesizliklerinin daha da derinleştiğini fark edemeyecek kadar bağımlılaşmış, yani özerkliklerini kaybetmiş olmaları.

Sarıkeçililer örneğinden devam edelim. İlk videoyu, yayınlandıktan birkaç saat sonra paylaştığım gün gelen tepkilerden birini aklımda gezdirdim bir hayli. Arkadaşımız, “bin yıldır bu dağları bekliyorlarmış, Allah Allah” minvalinde dile getirmişti şüphesini. Dağı beklemekten kastı devletin dağını, devlet adına beklemek gibi bir şey olsa gerekti. Türkmenlerin ve Yörüklerin büyük bir çoğunluğunun toplam Türk milliyetçiliğine ve onun bugünkü içeriğine katkısı, o katkıda bulunabilmek için Pervin Ana’nın yukarıda alıntıladığım hayat bilgisinden vazgeçtikleri de bir vakıa. Göçerlikten yerleşikliğe geçmek için ödedikleri vergiydi bu. Yüzyıllar boyunca ezile ezile, azala azala sürdürmüşlerdi iskân politikalarına direnmeyi. Ama milli devlet afyonuna teslim oldular. Çünkü resmi tarih onların geçmişlerini, kendi mitolojisi olarak kutsuyordu. Bu büyük bir zokaydı, zokaların en büyüğü.

Sarıkeçililere yerleşik hayata geçmeleri için yalnız devletten değil, güzergâhları üzerindeki köylerden de hayli baskı olduğu anlaşılıyor. Bu yüzden yaşam tarzlarını savunmak zorunda hissediyorlar kendilerini bir paragraftan, bir başka paragrafa geçerken. Allah’tan artık küresel bir ekoloji hareketi var ve tam göbeğinden oraya tutunabiliyorlar. Keçilerin ormanları yangınlardan nasıl koruduğunu anlatıyorlar mesela. Doğayı, hayatı tasvir edişlerindeki bilgelik güçlü ve yeni bir siyaset aksı olarak beliriyor. Sarıkeçili Yörükleri artık yalnızca kendileri için değil, hepimiz için koruyorlar yaşam tarzlarını. Hayali bir geçmiş için değil, yaşanabilir bir gelecek için. Buradan çıkılarak alınacak yola hevesimden kalp atışım hızlanıyor. Devletle arasına mesafeyi nerede koyduğunu fark ettiniz mi? “Kontrol edemedikleri her şeyi yok etmeye çalışıyorlar.”

CLÉMENTİNE VE MALMOTH

Ah Pervin Ana... Öyle güzel anlatıyor ki... Tanıyor çünkü, devletin ne demek olduğunu biliyor. Biz de biliyoruz. Fazladan bir şey daha yapıyor Pervin Ana: Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman, Uyanış Selçuklu gibi her biri bizim vergilerimizle yapılmış ucubik dizilerin kendini Türk belleyen ahaliye yutturduğu hapı yutmuyor. Bilmiyordur muhtemelen. Ya da gülüyordur izlerken. Öyle hayal ettim birden kendisini. Karnını tuta tuta gülüyor beş dakikada bir kılıç kalkan oyununa tutuşan hayali ecdat mukallitlerini gördükçe. Fakat önce göçerlikten kopup vergi veren köylü, sonra köylülükten kopup yarı işçi kasabalı, sonra oradan da kopup kol işçisi ya da esnaf... Kökünden koptukça devlete bağımlılaşmış kalabalıkların o zokayı yutmaktan başka çok az çareleri var. Bu çaresizliklerine sahip çıkacak durumda da değiller. Zira devletin anlattığı destanın, kendi hikâyeleri olduğuna inanmak zorundalar. Çünkü gerçek hikâyeleri, yani kendi başlarına gerçekten gelmekte olanlar pek katlanılır gibi değil.

Minicik bir hikâyeyi Almanya’dan anlatayım: Hayli yaş almış bir teyze. Bir süpermarkette tanıştık, eşyalarını taşımasına yardım ettim, o arada sohbet ettik. Adanalı imiş. 1970’lerde gelmiş, gencecik yaşında bir yeni gelinken. Birkaç yıl sonra kocası ölmüş. Dört çocuğuyla tek başına kalmış. Kendisiyle söyleştiğim 2018’de bile Almanca bilmiyordu. Dönmemiş ve çocuklarını tek başına büyütmek zorunda olduğu için uzunca bir müddet çalışamamış da. İlk seneler devletin yardımıyla geçinmek zorunda kalmış. Bu arada Adana’da eşinin mezarı ve dönüşte çocuklarıyla birlikte yaşamak üzere almak istediği ev için gönderdiği parayı bile iç etmiş akrabaları, kocasına kalan mirası ondan ve çocuklarından esirgemişler. Hakkını aramaya çalıştıysa da yardım edecek kimseyi bulamamış. Buraya kadar Almanya’dan sitayişle bahsediyor hep. “Allah razı olsun onlardan, çok destek oldular, dört çocuğumu da okuttular şükür,” diyor mesela. Sıra geliyor Türkiye-Almanya ilişkilerini konuşmaya. Almanya birden canavarlaşıyor, ses tonu ve yüz ifadesi değişiyor teyzenin. Almanya’nın Erdoğan’a ve Türkiye’ye kurduğu tuzaklardan, bizi yok etmek istediklerinden söz ediyor. Tabii ki teyzeye soruyorum, e ama az önce diyordun ki... Yüzüme öfkeyle bakıyor ama hiçbir şey söylemiyor. Üsteliyorum, miras hakkını almak için yardım etti mi Türk devleti, diye. “Devletin ne alakası var, o kayınlarımın hayınlığı” diyor. Ne olur biri bu teyzeye eğer devletin onu çoktan terk ettiğini ve bunun ne zamandır farkında olduğunu açıkça dile getirirse? Türkler, Türk devletinin kendilerine ait olmadığını fark ettiklerinde Türklere ne olur? Peki ya devlete?

İlker Cörüt, Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi (Dipnot Yayınları, 2018) kitabına yazdığı eleştiride, Türklerin (yani Kürt ya da gayrımüslim olmayanların, Türk ve Sünni mirası istese de istemese de taşıyanların) bu zokaya 1968’de ve Gezi İsyanı’nda iki kez itiraz ettiklerini anlatıyor (Hrant Dink cenazesini ve sonra azalarak da sürse dava takibini de eklemek lazım sanki). Bu iki isyan arasında kendisini Türk bilenlerin devletle ilişkisi üzerinden kurduğu devamlılık tartışılmaya değer. Yeterince tartışmamamızın sebebi ise artık her şeyiyle tastamam bir sömürgeci nizamına geçmiş olan devletin hem Türk hem de Sünni/Müslüman olanı tam manasıyla tekelleştirmiş ve kısırlaştırmış olması. Sünni/Müslüman’ın durumu biraz zor, çünkü o zaten bir devlet teolojisi olarak şekillenegeldi. Ama Türk’e kimsesizliğini hatırlatmanın bir yolu bulunabilir hâlâ. Kimsesizliğinin farkına varmayan Türk’ten ne kimseye dost ne de ayakları müşterek hukuka basan yurttaş ya da yoldaş çıkacak.

Ne diyordum? Ortalık milliyetçi partiden geçilmiyor. Ama Sarıkeçililerin derdini de hiçbiri duymuyor. Çakma Özbek çadırı, sahici kara çadırdan tatlı. İlki, ikincisine yönelik sömürgeci bakışı gizleyen kapkara bir gözlük çünkü. Gözlüğün arkasında göz yok, yalnız bakış var. Clémentine’deki Malmoth’un bakışlarını andırıyor. Nedense travmatik olduğu öne sürülen, benimse sevgiyle hatırladığım bu çizgi dizinin hikâyesini hatırlayanlarınız vardır. Clémentine bir uçak kazasında yürüme yetisini kaybeder. Fakat ne zaman uykuya dalsa bambaşka bir dünyaya uyanır. O dünyada kendisi yürüme, kedisi de konuşma yeteneği kazanır. Bir de koruyucu peri edinir. Ateşten mürekkep kötücül bir canavar olan Malmoth’la mücadele etmesi gerekecektir. Clémentine’e kötürümlüğünü unutturan şeydir Malmoth. Bu hikâyede devlet peri değil Malmoth’tur ve varlık sebebi Clémentine kötürüm uykusudur. Kimsesiz Türk’ün Clémentine’den farkına gelince. Nicedir kendi ayakları üzerinde duramadığının farkında bile değil Türk, o yüzden Malmoth’u koruyucu perisi sanıyor. Öyle olmasa çoluğuna, çocuğuna, emeğine, toprağına, taşına, suyuna bunca düşmanlık eden bu ateşli canavara meftun olur muydu?

Tüm yazılarını göster