Memlekette pop ve rock’un beslendiği en önemli kaynaklardan biri, halk türküleri. Batı müziğinin girdiği ilk yıllarda, emekleme döneminde bile bu böyle: Batıda popüler olmuş şarkılara Türkçe söz yazılırken yani “aranjman”lar ortalığı sarmışken, kimi gençlerin yüzünü Anadolu’ya dönmesi, türkü düzenlemelerinin bir anda popülerleşmesini sağlıyor –ki bunun sonunda, dönemin en büyük modalarından biri olan Anadolu-pop çıkıyor. Ortalık bir anda Karacaoğlan’ın, Emrah’ın, Pir Sultan Abdal’ın dizeleriyle doluyor.
Dönem, halk ozanlarının elinde sazıyla köy köy dolanmaya devam ettiği dönem. Orta Anadolu’da Çekiç Ali ve Muharrem Ertaş, barak geleneğini sürdürürken, Âşık Veysel, Şarkışla’nın Sivrialan köyünde sazını çalmaya devam ediyor. İsimler artırılabilir zira halk ozanlığı geleneğinin yaşadığı bir dönem, ‘60’lı yıllar. Tam da bu dönemde, memleketin de içinde bulunduğu durum gözetildiğinde, ortaya “halkın ozanları”nın çıkması, sazlarını bir silah gibi kullanarak iktidara yönelik eleştirilerini dile getirmesi şaşırtıcı değil.
Âşık İhsani, dönemin en etkili figürlerinden biri. Âşık Zamani’den Âşık Mecnuni’ye, Kul Hasan’dan Kul Ahmet’e, Âşık Sinem Bacı’dan Şahturna’ya pek çok ismi onun yanına koyabiliriz. İlk baskısı 1974 yılında yapılan Âşık İhsani derlemesi “Ozan Dolu Anadolu”, bu isimlerin toplandığı bir antoloji. Pir Sultan Abdal’la açılıyor, Âşık Mahzuni Şerif’le sürüyor. Arada elbette kuşaklar ve yetişmiş pek çok ozan var ama şunu söylemek yapnlış değil: Pir Sultan Abdal’ın kavgasını çağa uyarlayan, sazını ve sözünü geliştirerek günümüze taşıyan, Âşık Mahzuni Şerif’ten başkası değil. Berçenek’ten yola çıktı, memleketi etkisi altına aldı. Türküleri öyle etkili oldu ki, iktidarlar hep ona bilendi, pek çok kez yargılandı, hapse girdi.
1939’da doğan sanatçı, 17 Mayıs 2002’de Almanya’nın Köln kentinde hayatını kaybetti. Bugün, ölümünün on sekizinci yılında bu büyük ozanı anıyoruz. ‘70’li yıllarda, Ankara’da, Atatürk Spor Salonu’nu art arda üç kere doldurabilen bir güçten söz ediyorum. Türkülerini herkes yorumluyordu ama özellikle üç ismi kenara ayırmak gerek: Cem Karaca, Selda Bağcan ve Edip Akbayram. Karaca, başta “Oy Babo”, onun türkülerini bir dönem çok söyledi. Aynı dönemde “Yuh Yuh”u popüler kılan Selda Bağcan, onun türkülerinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Edip Akbayram, Âşık Mahzuni Şerif’in de gözdesiydi. Karşılıklı bir sevgi bu: Akbayram, Mahzuni’yi tanımlarken “Andolu’nun Mozart’ı” diyordu.
‘70’li yıllarda türküleri farklı isimlerce yorumlanan iki büyük ozan var: Âşık Mahzuni Şerif ve Neşet Ertaş. Ertaş, herkesin dilinde çünkü “sakıncasız”. TRT’nin kapıları ona açık, türkülerini yorumlayanlar bunları her yerde söyleyebiliyor. Biraz da bu yüzden, dönemin pop sanatçıları bile, ona yöneliyor: Tülay, Neşe Karaböcek, Barış Manço ve daha nicesi, repertuvarlarına Neşet Ertaş türkülerini alıyor. Âşık Mahzuni Şerif, yasaklı. Türkülerini söyleyenler, hayat görüşü ekseriyetle ona yakın isimler. Saymaya kalksak, sayfalar sürer ama listenin Fikret Kızılok’tan Rahmi Saltuk’a, Sabahat Akkiraz’dan Ahmet Kaya’ya uzandığını söyleyeyim. Gülden Karböcek, ilk plaklarında onun türkülerini yorumlamış; Yüksel Özkasap, sesini Almanya’ya taşımış. Ersen’den Muazzez Ersoy’a aykırı isimler de onun türkülerini söylemiş ama bu, sazının gücünü gösteriyor.
1997’de Mahzuni Şerif’in Ankara’daki evine gitmiş, onunla bir söyleşi yapmıştım. Bu söyleşi, Milliyet bünyesinde çıkan ArtıHaber’de yayınlanmıştı. Fotoğrafları çekecek olan arkadaşım Alper Fidaner’le gittiğimizde daktilosunun başındaydı. Yazdığı şeyi bitirdi, çıkarttı ve bana verdi: “Ne soracaksın, bilmiyorum ama ben sana gerçek hayat hikâyemi yazdım” diyerek uzattığı kağıt, hâlâ arşivimin en değerli parçalarından biri. O günden kalan bir başka değerli hatıra, fotoğraf çekimi sırasında yaşanan… Alper, sazı elinde poz vermesini istemiş, o da şu cümleleri kurmuştu: “Sazı elime alınca türkü söylemezsem olmaz. Ben söyleyeyim, siz çekin.” Sonrasında türkülerini art arda sıralamıştı. Pek çok kez sahnede izlediğim büyük ozanın bu özel “resital”indeki iki dinleyiciden biri olmak, en büyük şanslarımdandır.
Âşık Mahzuni Şerif türküleri, ‘80’li yıllarda farklı bir kanaldan moda oldu: İbrahim Tatlıses, “Sarhoş” ve “Dom Dom Kurşunu”nu söyledi; türküler dilden dile yayıldı. Ferhan Şensoy, tek kişilik gösterisi “Ferhangi Şeyler”in bir yerinde bundan dem vurur ve şu cümleyle bu “moda”ya karşı çıkar: “Bir dönem, bir yiğit solcudur diye vuruldu da Mahzuni Dom Dom Kurşunu’nu yaptı; siz diskolarda dingildeyesiniz diye değil!”
Son yıllarında Musa Eroğlu ile çalışan sanatçı, ölümünden önce art arda yaptığı kasetlerle adından söz ettirdi. Bana verdiği “resmî” biyografisine göre (1997 itibariyle) “450 civarında 45’lik, 11 LP, 57 kaset, 8 şiir kitabı” var. Ölümünden sonra yayımlananlarla bu sayı daha da arttı. 2000’li yılların başında, Kardeş Türküler’in yorumladığı “Dargın Mahkum”, onun yeniden popüler olmasını sağlamıştı. “Yuh Yuh”, tam da bu dönemde iki koldan (İbrahim Tatlıses ve CemAli eliyle) bir kere daha gündeme geldi. “Yuh Yuh”, en çok yorumlanan türkülerinden biri: Ceylan Ertem, Hayko Cepkin, Şevval Sam, Koray Avcı, son dönemde bu türküyü söyleyenlerin sadece bir kısmı. Selda Bağcan’ın Mabel Matiz’le yaptığı “yeni” yorumu da bunlara katayım. Az önce de söyledim, Âşık Mahzuni Şerif türküleri çok yorumlandı, elbette aralarından pek çok güzel yorum çıktı ama onları da saymayayım, birini unutursam hatırı kalır.
Türküleriyle bize yol gösteren ozanlardan biri, Âşık Mahzuni Şerif. On sekiz yıldır aramızda değil, yeni türküler söyleyemiyor belki ama ölümüne dek söyledikleri, kuşaklar boyu dilden dile aktarılacak. Üstelik “Yuh Yuh” örneğinde olduğu gibi, bu türküler kırk yılı aşkın bir süredir güncel, her döneme uyuyor. Büyüklüğü, hem de burada: Sözünü sadece düne ve yaşadığı güne dair söylememiş, geleceği de işin içine katmış. Bu yüzden sözü ve sazı bizim için büyük kaynak. Âşık Mahzuni Şerif, türküleriyle yaşıyor, yaşayacak.