TÜSİAD genel kurul toplantısında yapılan açıklamalar sonrasında
TÜSİAD Başkanı ve Yüksek İstişare Konseyi Başkanı’nın (YİK)
ifadelerine başvurulması konusunda yapılan tartışmalar halen
sürüyor. Hatırlayanlar olacaktır, geçen haftaki yazıda da bu konuyu ele alarak
‘neden şimdi?’ sorusuna yanıtlar aramıştım. O yazıda, TÜSİAD
yöneticilerinin yaptığı açıklamalarda hukuk devleti ile ilgili
yapılan vurguların yeni olmadığını, ancak yeni olanın patronların
Şimşek programına eleştirilerini ilk kez yüksek sesle dile
getirmeleri olduğunu ileri sürmüştüm.
Geçen haftaki bu değerlendirmem sosyal medyada epey eleştirildi.
Sonrasında Foti Benlisoy ve Nevzat Evrim Önal’ın yazılarında
da bazı değiniler gördüğüm için bu yazıda geçtiğimiz hafta kaldığım
yerden büyük sermaye (TÜSİAD) ile siyasi iktidar arasındaki
ilişkilerin nasıl ele alınması gerektiği ile ilgili görüşlerimi
açmanın verimli olacağını düşündüm.
TEMEL DİNAMİK
Geçen haftaki yazıda ‘her ne kadar görünürde
tartışma siyasi gibi görünse de, son dönemde hükümet ile TÜSİAD
arasındaki gerilimin temel dinamiğinin siyasi değil ekonomik’
olduğunu ileri sürmüştüm. Buradan devam edeyim.
İlk olarak, bu argümanda hükümet ile TÜSİAD ilişkilerindeki tek
gerilimin ekonomik olduğu ileri sürülmüyor. Bu gerilimin temel
dinamiğine işaret ediliyor. Bu ayrım önemli zira, eğer bu
ayrımı dikkate almazsak, ‘TÜSİAD yöneticileri, Şimşek programını
eleştirdikleri için ifadeye çağırıldı’ gibi absürt bir sonuç çıkar!
O zaman, temel dinamiğin ne olduğunu ve bunun nasıl tespit
edileceğini belirlemek için, büyük sermaye ile siyasi iktidar
ilişkilerini içine yerleştireceğimiz bir kavramsal çerçeveye
ihtiyacımız var. Eleştirel politik ekonomi literatüründe bu
kavramsal çerçeve ‘iktidar bloku’ ile ‘konjonktür analizi’ ile
kurulur.
İKTİDAR BLOKU
Anlaşılmasını kolaylaştırmak adına iktidar blokunu şöyle
özetleyebiliriz: İktidar bloku, siyasi iktidar, farklı
fraksiyonlarıyla burjuvazi ve dar anlamda kurumlar yani
bürokrasinden oluşan bir iktidar yapısıdır. Ekonomik, siyasi ve
askeri güç yoğunlaşmasının bir tezahürü olarak görülebilir. Bu üç
bileşen arasında emir-komuta ilişkisi yoktur. Çeşitli
konjonktürlerde iktidar bloku içinde bazı ittifaklar yapılabilir.
Hatta iktidar blokunun bazı bileşenlerinin diğerlerine karşı,
farklı tabi sınıf ya da toplumsal gruplarla ittifak yapmaları da
söz konusu olabilir.
Siyasi iktidar, çıkarları farklılaşan sınıf ve sınıf
fraksiyonları ile çeşitli toplumsal grupları bir büyüme koalisyonu
etrafında birleştirdiğinde, hegemonik bir siyasal-iktisadi tarihsel
blok kurulabilir. Ancak büyüme koalisyonları ancak belirli
konjonktürlerde oluşurlar ve o konjonktürleri oluşturan temel
özellikler değiştiğinde büyüme koalisyonları da değişmeye başlar.
Bu, aynı zamanda hegemonya krizini de tanımlar.
Burjuvazi, bizzat kapitalist toplumsal ilişkiler sonucunda
siyasi iktidar üzerinde yapısal ve araçsal güce sahiptir. Yapısal
güç, firmaların çıkarlarına ters bir düzenleme yapıldığı ya da
bunun gündeme geldiği durumlarda görülen, firmalar arasında önceden
koordinasyon gerektirmeyen, firmaların kârlılık stratejilerini
takip etmeleri sonucunda kendiliğinden oluşan ve sonuçta yatırımdan
kaçınma ya da sermaye çıkışı (ya da çıkma tehdidi ile) siyasi
iktidarın hareket alanını sınırlayan süreçleri ifade eder. Gündelik
dilde ‘yatırım ikliminin bozulması’ olarak adlandırılan süreç,
sermayenin yapısal gücünü ifade eder. Sermayenin yapısal gücü
belirli şartlarda sınırlandırılabilir. Bunlardan biri kamu
sektörünün yeterince büyük olması, diğeri ekonomik büyümenin doğal
kaynakların satışından elde edilen gelirle sürebilmesi, bir başkası
sermayenin bölünmüş olması ya da aşağıdan yükselen toplumsal
hareketler karşısında taviz vermek zorunda kalmasıdır.
Araçsal güç ise, üç kaynaktan beslenir. İlki, sermaye
örgütlerinin ellerinde olan büyük maddi kaynakları teknik uzman
istihdam etmeye ayırmasıyla oluşan teknik uzmanlıktır. Sermaye
örgütleri, teknik uzman istihdamına yaptıkları yatırım sayesinde,
ekonomik konulardaki tartışmalarda kendi çıkarlarını ülkenin genel
çıkarı olarak gösterebilecek entelektüel kapasite inşa ederler.
İkincisi, medya görünürlüğüdür. Sermaye çeşitli medya kanallarına
erişimi sayesinde kamuoyunu yönlendirebilir, tartışmanın,
sınırlarını kendisinin çizdiği kavramlarla yapılmasını
sağlayabilir. Üçüncüsü ise partizan ilişkilerdir. Burada sermaye
sahipleri ile siyasi iktidar üyeleri arasındaki kişisel ilişkiler
ve bu sayede sermaye gruplarının kendi çıkarlarının siyasi iktidara
kabul ettirilmesi söz konusudur.
İktidar bloku kavramına dönersek, siyasi iktidar ve sermayeden
sonra dikkate almamız gereken üçüncü bileşen devlettir. Devlet
basitçe askeri ve sivil bürokrasiden oluşur. Devlet kurumlar
aracılığıyla somutlaşır. Kurumlar, bir yanıyla düzenlediği alandaki
uzman teknokratların görüşlerini yansıtır. Diğer yanıyla kurumlar,
iktidar bloku içindeki ve genel olarak toplumdaki sınıflar arası ve
sınıf içi güç dengelerini yansıtır.
Kurumlar, siyasi iktidar ve burjuvazi arasındaki ilişkiler
analitik olarak iktidar bloku kavramı aracılığıyla analiz
edilebilir. Bu sayede ‘ekonomizm’ ve ‘siyasi indirgemecilik’
hatalarına düşmekten kaçınılabilir. Ancak iktidar bloku, ancak
somut konjonktür analizi yapıldığında somut gerçekliği açıklamada
işlevli hale gelir.
KONJONKTÜR ANALİZİ
Konjonktür analizinin iki temel unsuru, dönemlendirme ve
soyutlama düzeyidir. Örneğin soyutlama düzeyi yüksek bir kavram
olan kapitalizmden bahsettiğimizde, yer ve zamandan bağımsız olarak
bir toplumsal ilişkiyi kapitalizm olarak adlandırmamız için gerekli
özelliklerin olup olmadığına bakarız. Bu analiz, uzun dönemli
tarihsel analizler için vazgeçilmezdir. Örneğin kapitalizmi
kendinden önceki toplumsal sistemlerden ayırmamızı sağlar.
Ancak analiz bu tip bir yüksek soyutlama seviyesinde bırakılırsa
güncel gelişmeleri açıklayıcılığı azalır. Bu nedenle dönemlendirme
ve daha kısa dönemli analiz, olgularla, onların ortaya çıktığı
yapısal ilişkileri ilişkilendirmemize yardımcı olur. Dolayısıyla,
dönemlendirme ya da konjonktür analizi, bir değerlendirmenin
kapsayıcı ve açıklayıcı olması için hayati önemdedir.
Son olarak konjonktür analizinin ya da dönemlendirmenin neye
göre yapılacağı konusuna gelebiliriz. Dönemlendirme konusunda,
farklı analiz çerçevelerinden bakıldığında farklı sonuçlara
varılabilir. Örneğin ANAP dönemi ekonomi politikaları ya da
Demokrat Parti dönemi politikaları dendiğinde, dönemlendirmeyi
belirleyen siyasi özne ve onun tasarruflarıdır. Bu elbette
önemlidir, ancak iktidar bloku kavramından hareket ettiğimizde
siyasi öznenin de hareket alanını ve seçeneklerini belirleyen
etkenler vardır. Bu nedenle birikim/büyüme modeli kavramı, kısa
dönemli konjonktür analizi yapabilmek için önemli bir ayrım olarak
kullanılabilir.
YAPISAL KRİZ KONJONKTÜRÜ
Buraya kadar anlatılanları birleştirelim: 2013 sonrası
Türkiye’yi tanımlayan, yapısal kriz konjonktürüdür. Yapısal kriz,
resesyondan farklı olarak birikim/büyüme modelindeki tıkanıklıkları
gösterir. Siyasi iktidarın büyüme koalisyonu kurma kapasitesini
aşındırır. Yapısal krizden çıkış için yeni bir büyüme stratejisi
gereklidir. Ancak büyüme stratejisi, teknik bir doküman ya da bir
yapılması gerekenler listesi değildir. Tutarlı bir büyüme
stratejisinin formüle edilmesi ve uygulanması için iktidar blokunda
bir uzlaşma gerekir. Bunun olmadığı durumda da büyüme stratejisinde
(ya da para politikasında) zikzaklar ve ‘U-dönüşleri’ ortaya
çıkar.
TÜSAİD – AKP GERİLİMİ: EKONOMİ Mİ SİYASET Mİ?
Yazının başına dönüp, geçtiğimiz hafta kaldığım yerden devam
edersem; TÜSİAD ile AKP arasındaki gerilimin temel dinamiği
büyüme/birikim modeli krizi tarafından şekillendirilmektedir. Bunu
belirtmek, bir yanıyla, yaşanan gerilimin TÜSİAD’ın demokrasiye
‘bağlılığı’ nedeniyle yaşandığı gibi absürt bir yorumun
eleştirisine dayanıyor. Diğer yanıyla da yaşanan gerilimin sadece
ve sadece hukuki ve siyasi sorunlar nedeniyle ortaya çıktığını
savunan ‘siyasi indirgemeci’ analizleri dengeleme amacını taşıyor.
Ancak bir adım daha atmalıyız. Her ne kadar yapısal kriz
konjonktürü TÜSİAD-AKP gerilimini şekillendirse de, TÜSİAD’ın
AKP’yi daha yüksek perdeden eleştirdiği dönemlere baktığımızda
(geçen yazıda belirttiğim gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne
geçildikten sonra 2019’da ve 2021’de yaşandı), bu dönemlerin
birikim/büyüme modeli krizinin harlandığı dönemler olduğunu
görüyoruz. Bu iki dönemin devamı olarak 2025’teki gerilime
gelebiliriz.
2025, Şimşek programının başarısızlığının açık hale geldiği bir
yıldır. Enflasyon durdurulamamış, enflasyonda mücadele için TL’nin
değerlenmesi stratejisi, sadece emek yoğun sektörleri değil
TÜSİAD’da temsil edilen yerleşik büyük sermaye gruplarını zorlar
hale gelmiştir.
ERDOĞAN’IN ELEŞTİRİLERİ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eleştirilerine dönersek, AKP’nin 8.
Olağan Büyük Kongresi'nde TÜSİAD ile ilgili yaptığı konuşmada iki vurgu (aşağıda
italikle işaretledim) öne çıkıyor:
‘Geçmişte manşetler ve ellerindeki finans-kapital üzerinden
siyasetçileri tehdit eden bu ekibin tek derdi; kayıplarını devlet
hazinesinden yeniden tazmin etmektir. Aslında biz bunlara,
ülkemizi büyüterek, geliştirerek zincirlerinden kurtulma, küresel
düzeyde eşit şartlarda rekabet etme şansı verdik. Ama
demek ki, zihinler temizlenmeden, sadece zincirlerden kurtulmak
insanları ve kurumları özgür kılmaya yetmiyor. Kaos baronlarına
diyoruz ki; bu devlet ve millet sizin rüyalarınızı kabusa
dönüştürme iradesine, gücüne, kudretine sahiptir. İşinizi
düzgün yaptığınız, ülkenize değer kattığınız, milletimize istihdam
sağladığınız müddetçe hep yanınızda olduk, olmayı da
sürdürürüz.’
Erdoğan, ‘biz bunlara şans verdik’ derken, esasında 2021-23
arasındaki düşük faiz politikasını kast ediyor olabilir. Bu
yaklaşıma göre, düşük faizlerle verilen krediler üretime gitseydi
ve yerinde kullanılsaydı, ‘katma değeri yüksek’ ürünlerin üretimine
geçilecekti ve cari açık sorunu ortadan kalkacaktı. Ancak bunun
yerine yatırımlar kısa dönemde kârlılığı yüksek ancak mevcut
ekonomik dengesizlikleri daha da artıran verimsiz alanlara
yönelmiştir.
İkinci vurgu ise, adeta yukarıda açıkladığım yapısal güç
kavramına referans vermektedir. Kapitalist toplumsal ilişkiler
dahilinde büyüme ve istihdam özel sektör yatırımlarından geldiği
sürece, sermayenin kârlılığı, siyasi iktidarlar için birinci
önceliktir. Ancak sorun, firmaların kârlılık stratejileri ile
siyasi iktidarın formüle ettiği büyüme stratejisinin (ya da somut
konjonktürde enflasyonla mücadele programının) örtüşmediği
durumlarda ortaya çıkar. Mevcut gerilimin önemli bir kısmı, buradan
kaynaklanmaktadır.
Yazı epey uzadı, o nedenle burada kesiyorum. İleride devam etmek
üzere, şunu belirterek tamamlayayım: TÜSİAD ile AKP arasındaki
gerilimde pek çok faktör etkilidir ve bunlar arasında hukuk
devletiyle ilgili eleştiriler ya da patronların çeşitli
mekanizmalarla firmalarına el koyulması korkularını dile
getirmeleri dikkate değer hususlardandır. Ancak bunun neden gündeme
geldiği, birikim modeli krizine referans vermeden anlaşılamaz.
Sonuç olarak, TÜSİAD ile AKP arasındaki gerilimi anlamak için
sadece siyasi indirgemeci bir bakış açısı yeterli değildir. Bu
ilişkiyi anlamak için ekonomik dinamikleri, yapısal krizleri ve
büyüme stratejilerini göz önünde bulundurmak gereklidir.