Geçtiğimiz hafta TÜSİAD genel kurul toplantısında yapılan
açıklamalar, sonrasındaki tepkiler ve en son Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın meclis grup toplantısında yaptığı konuşmadaki
‘haddinizi bileceksiniz‘
açıklaması sonrasında başlatılan hukuki süreç, TÜSİAD ile AKP
arasındaki gerilimin giderek tırmandığını gösteriyor.
Peki neden şimdi? Ya da bu yaşananların gerisinde yatan ekonomi
politik dinamikler neler? Bu yazıda kısa da olsa bu sorulara
yanıtlar önereceğim. Detaylara girmeden önce şu hususu belirtmek
istiyorum. Yaygın bir kanı, TÜSİAD’ın hukuk devleti ile ilgili
yorumları nedeniyle iktidardan şiddetli bir tepki gördüğü yönünde.
Bu görüşe katılmıyorum. Her ne kadar görünürde tartışma siyasi gibi
görünse de, son dönemde hükümet ile TÜSİAD arasındaki gerilimin
temel dinamiği siyasi değil ekonomik.
Daha somut olmak gerekirse, Türkiye’de 2013 sonrasında görülen
birikim/büyüme modeli krizine nasıl yanıt verilmesi gerektiği ve bu
krize karşı geliştirilecek büyüme stratejisinin ne olduğu
konusundaki anlaşmazlık, iktidar bloku içindeki tartışmanın özünü
oluşturmaktadır. TÜSİAD yöneticilerinin yaptığı açıklamalarda hukuk
devleti ile ilgili yapılan vurgular yeni değil. Ancak yeni olan
Şimşek programına eleştirilerin ilk kez yüksek sesle dile
getirilmesi.
2019 VE 2021: İKİ TEMEL DÖNÜM NOKTASI
Yakın dönemde Erdoğan yönetimi ile TÜSİAD arasında iki kritik
gerilim yaşandı. Bunlardan ilki 2019 baharında, ikincisi de 2021’in
sonbaharında gerçekleşti. 2019’daki gerginlik yine bir TÜSİAD
Yüksek İstişare Konseyi (YİK) açıklaması üzerine yaşandı. Dönemin
YİK başkanı Özilhan, Berat Albayrak koordinasyonundaki ekonomi
yönetiminin vaat ettiği kemer sıkma tedbirlerinin bir türlü
uygulanmamasından şikayetçiyken, Erdoğan yönetimi büyük sermayeyi
hükümetin başlattığı istihdam seferberliğine katılmamakla
suçluyordu.
Ancak bu gerilimin arka planında, 2018’deki döviz krizini takip
eden faiz artışlarının kredi çöküşü ve firma iflaslarıyla
sonuçlanması yatıyordu. Bu süreç ekonomik kriz ve işsizliğin hızla
yükselmesine neden olduğunda, AKP başta İstanbul ve Ankara olmak
üzere büyükşehirleri muhalefete kaptırmıştı. Dolayısıyla TÜSİAD’ın
bastırdığı kemer sıkma önlemleri ertelenmiş olmasına rağmen AKP
açısından faiz artışlarının siyasi faturası, yerel seçimlerin
kaybedilmesi oldu. Bu dönemde Erdoğan yönetiminin imdadına küresel
konjonktürdeki değişim yetişti. ABD merkez bankası Fed’in yeniden
faiz indirmesi üzerine TCMB 2019 yılında toplam yüzde 12 faiz
indirebildi ve ekonomi yeniden canlanmaya başladı.
Erdoğan yönetimi ile TÜSİAD arasındaki ikinci gerilim Eylül
2021’de başlayan faiz indirimleri sırasında yaşandı. Özellikle faiz
indirimlerinin sonlarına yaklaşıldığı Aralık ayında TL’nin hızla
değer kaybetmesi ve dövize hücum, TÜSİAD’ın bu politikaları bir
şekilde eleştirmesine neden oldu. Bu dönemde de Cumhurbaşkanı
Erdoğan TÜSİAD’ı sert bir şekilde eleştirerek, patronları üretim ve
istihdam artışına katkı yapmamakla suçladı. TÜSİAD’ın bu dönemdeki
eleştirilerine rağmen ekonomi politikasında köklü bir değişim
yaşanmadı, ta ki 2023 seçimleri sonrasında Mehmet Şimşek’in Hazine
ve Maliye Bakanı olarak atanmasına kadar.
2019 ve 2021 süreçleri, kritik dönüm noktalarıydı. Ancak bu
yazıda bu iki döneme daha fazla yer ayırmam mümkün değil, o nedenle
detaylar için (2018-2023): Türkiye'de Kriz, Siyaset ve
Sermaye kitabıma bakılabilir.
ŞİMDİKİ SORUN NE?
Şimdiki sorun şu: Şimşek programının ‘büyüsü’ ortadan kalktı ve
ekonomi yönetiminin, enflasyonu TL’yi değerlendirerek düşürme
stratejisinin sınırlarına gelindi.
TL’nin değerlenmesi başta sadece emek yoğun sektörlerde üretim
yapan ihracatçı firmaları zorlarken, süreç ilerledikçe yerleşmiş
büyük sermaye gruplarını da rahatsız eder hale geldi. TÜSİAD
Başkanı Orhan Turan’ın yaptığı açıklamadaki şu ifadeler,
devlet-sermaye ilişkilerini yakından takip edenler açısından
çarpıcıdır: ‘Enflasyonla mücadelenin maliyetine katlanmak
zorlaşıyor. Hem girişimciler için hem çalışanlar için. Sanayici çok
zorlanıyor.İhracatçı kan ağlıyor. İthalatın cazibesi artıyor’.
Bu açıklamalar şu açıdan kritik: Enflasyonla mücadelenin TL’nin
değerlenmesi yoluyla yapılması baştan beri özellikle emek yoğun
üretim yapan sektörlerdeki küçük ölçekli firmaları zorluyordu.
Örneğin tekstil sektöründe binlerce işçinin işten çıkarılması ve
hatta firmaların Mısır’a taşınması, son dönemde yaygın olarak
konuşulan konu başlıklarından biriydi. Keza, Türkiye İhracatçılar
Meclisi’nin (TİM) defaatle yaptığı açıklamalarda, TL’nin
değerlenmesinin pek çok sektörü zorladığı belirtiliyordu. Ancak bu
açıklamalar karşısında özellikle TÜSİAD cephesinin tutumu, TL’nin
değersizleşmesi yoluyla rekabet edilemeyeceği, uluslararası
rekabetçiliğin katma değeri yüksek ürünleri üreterek
yakalanabileceği şeklindeydi.
Turan’ın son açıklamasında bu pozisyonun dramatik şekilde
değiştiğini görüyoruz. Öyle ki, açıklamayı yapanın kimliğini
kapasak, bu eleştirileri TİM’in yönelttiğini sanabilirdik. Bunun
anlamı şu: Şimşek programı sahipsiz kalmıştır. Zira bu program daha
çok TÜSİAD’ın desteğine dayanıyordu, bu değişiyorsa Şimşek
programının akıbeti giderek daha da belirsiz hale geliyor. Bir
başka ifadeyle, Şimşek programını ve özellikle TCMB’nin faiz
politikasını eleştiren sermaye gruplarının sayısı giderek artmıştı,
hatta savunan bir tek TÜSİAD kalmıştı diyebiliriz. Şimdi bu da
değişiyor.
SONRASI?
Son olarak şu hususu belirtmek gerekir. TÜSİAD’ın açıklamaları,
reel ücretlerdeki erime ve hayat pahalılığı krizinin bir türlü
çözülememesiyle bunalan Erdoğan yönetimi için şu açıdan iyi bir
fırsat oldu: Şimşek programı, piyasa yorumcularının ve muhalif gibi
görünen iktisatçıların aksi yöndeki çabalarına rağmen, toplumda
TÜSİAD’ın ve patronların programı olarak algılandı. Ancak TÜSİAD’ın
açıklaması sonrasında Erdoğan’ın sert çıkışı ve patronlara ‘had
bildirmesi’, ‘patronların programı uygulanıyor’ eleştirisini
hafifletebilmesine yarayabilir. Hele ki, reel ücretlerin
baskılandığı ve Gaziantep’te gördüğümüz gibi buna itiraz eden
sendikacıların tutuklandığı bir ortamda, iktidarın kendini
patronlardan ayrıştırmaya çalışması, önümüzdeki dönemde kullanışlı
bir siyasi strateji olabilir.
Ancak daha önemlisi şu: Şimşek programı ödemeler dengesi krizi
riskini azalmak açısından başarılı olarak görülebilir ancak Şimşek
programının Türkiye kapitalizminin yapısal krizine dair bir çıkış
önerisi yok. Bir başka ifadeyle, 2013 sonrasındaki yapısal kriz
konjonktüründe, nasıl bir büyüme stratejisi izleneceği sorusu,
halen yanıt bulmuş değil. Siyasi iktidar bu belirsizliği farklı
sermaye fraksiyonlarıyla dönemsel ittifaklar yaparak, otoriter
konsolidasyon projesini derinleştirmek için kullanıyor. Ancak bu
sorun çözülmüş değil ve eninde sonunda karşılarına çıkacak. Bu
resimde ‘muhalefet nerede’ sorusunu duyar gibi oluyorum. Yazıyı bu
soruyla bitirmiş olayım: Sizce muhalefet bu resimde nerede
duruyor?