Türkiye yerel seçimlere, öngörülebilir sonuçları adım adım gerçekleşmekte olan, diğer yandan da ‘olası’ sonuçları hakkında da genellikle olumsuz tablolar çizilen ekonomik krizin tünelinden gidiyor. Özellikle ücretli emeğin, ‘orta sınıf’, ‘beyaz yakalı’ gibi tamlamalarla anılan üst katmanlarından, en düşük ücretlerle çalıştırılan, kayıt dışı istihdam edilenlere ve işsizlere uzanan en alt katmanlarına kadar tamamını kapsayacak şekilde reel kayıplar söz konusu. Buna, tüm ürünlerin fiyatını etkileyen enflasyon ve özellikle temel gıdada hem fiyatları –açıklanan resmi enflasyon rakamlarının da çok üstünde– artıran hem de giderek daha az bulunmalarına yol açan bir ‘gıda ürünleri krizi’ ekleniyor. Bahadır Özgür, Gazete Duvar’daki son yazısında soğan deposu baskınlarının, aslında mevcut yönetim politikalarının baş edemez hale geldiği bir gıda krizine işaret ettiğini gösterdi. Bugünkü iktidar sahiplerinin de hatırlatmayı pek sevdiği benzin, tüp ve yağ kuyruklarının yerini henüz soğan, patates kuyrukları almış değil belki; ama tarımsal üretimin, siyasal iktidarla inşaat sektörünün 16 yıla varan uyumlu evliliklerine bir tür nikâh armağanı takarcasına feda edilmesinin yol açtığı tablo, bu tür sıra dışı tasavvurları olası hale getiriyor. Bu ihtimal bir yana, etkileri geniş ve sonuçları uzun vadeli bir tarım-gıda krizi her geçen gün biraz daha hipotezden olguya dönüşüyor.
Ücretli emek, ekonomik krizin sonuçlarını şimdiden yaşamaya başlamış olan ve gerek reel kayıplar gerekse hak kayıpları açısından en sert şekilde yaşamaya devam edeceği anlaşılan oldukça kalabalık bir grubu oluşturuyor. Banka çalışanlarından inşaat işçilerine dek tüm emekçiler, büro ve ofislerden fabrika ve şantiyelere dek tüm işliklerde; işten çıkarma, gelir kaybı, ek angaryalar, özlük hakları gaspı, iş güvenliğinin ihmali, sosyal kısıtlamalar gibi tehdit / saldırılarla karşı karşıya. “Kriz” sözcüğü, çalışanların koşullarına ilişkin belirsizlik ve endişe yayan bir muska gibi dolanıyor işyerlerinde; her türlü itirazın karşısına dikilen şantaj sopasına dönüşüyor. Sendikal ve mesleki örgütlenmenin 40 yıldır süren tasfiyelerle zayıflatılması ise bu şantaja karşı direnci zayıflatıyor. Ama, henüz ortak bir stratejiye, bileşik bir zemine sahip bir emek hareketi olmasa da hem kriz bunun olanaklarını artırıyor, hem de tek tek emekçiler yaşadıklarının siyasal sorumlusu konusunda giderek daha çok doğru adrese yöneliyor.
İktidarın gözde sektörü inşaat başta olmak üzere, madencilik, ulaştırma gibi sektörlerdeki ağır çalışma koşulları, daimi can güvenliği tehdidine varıyor. Tamamı daha fazla kâr prensibinin ürünü olan göçükler, patlamalar, mekanik ‘kazalar’, giderek daha çok can alıyor. Geçtiğimiz çarşamba günü Gebze’deki otoyol viyadüğü inşaatında yaşanan ve –bilebildiğimiz kadarıyla– en az üç işçinin yaşamına mal olan göçük, bu sorun karşısında işçi ve işveren taraflarının ölümcül karşıtlığını ve ‘devlet’in bu karşıtlıkta hangi tarafta olduğunu açıkça gösteren bir süreç olarak gelişiyor: Facianın ardından Cumhuriyet muhabiri Hazal Ocak’a konuşan işçiler, vardiyaların 12 saat olduğunu, bazı arkadaşlarının bu vardiyanın ardından 7 saat mesai yaparak 19 saat çalıştığını aktarıyor. Buna karşı işveren-devlet cephesinin aldığı ‘önlem’, bu neredeyse kasti cinayetler hakkında ‘ahlaki’ gerekçelerle yayın yasağı getirmek oluyor.
Küçük üretici, esnaf ve çiftçi, artan maliyetler ve daralan pazarlarla boğuşuyor. Enerji maliyetleri, hem sanayi hem de konutta fahiş fiyatlarla bel büküyor. Birden bire katlanan elektrik, doğalgaz ve su faturaları giderek daha çok tepki çekiyor.
Olağanüstü Hal durumu kağıt üzerinde kalkmış olmasına rağmen fiilen sürüyor. Her gün yeni ve daha acımasız bir örneği zuhur eden şiddet vakalarına karşı anayasal protesto hakkını kullanmak isteyen kadınlar polisin biber gazı ve fiziki zoruyla karşılaşıyor. Onbinlerce KHK mağduru, haklarında hukuki bir düzenek hazırlamaya bile gerek duyulmaksızın ‘medeni ölüm’ diye marifetmiş gibi savunulan gaddarlığın sonuçlarıyla yüzleşmeye devam ediyor.
Kürt halkı, mazisi yüz yıla varan, son 40 yılı çok daha çetin mücadele ve bedellerle geçen bir sürecin ardından, benzerlerine darbe dönemlerinde rastlanan bir siyasal kuşatılmışlık içinde. Yüzde 60-70’lere varan oylarla seçtikleri temsilcileri hapse atılıyor; yerlerine kayyum atanarak görevden uzaklaştırılıyor ve şimdi yapacakları seçimlerin de ‘terör bağlantısı’ gerekçesiyle geçersiz sayılacağı peşinen ilan ediliyor.
Kürt halkının ve Türkiye’deki demokrasi güçlerinin desteğiyle 6 milyonun üstünde bir oy alan partinin başkanı cezaevinde tutuluyor, hapishaneden katıldığı cumhurbaşkanlığı seçiminde en çok oy alan üçüncü aday olmayı başarıyor. Haksız tutukluluğuna dair uluslararası mahkemelerden gelen ‘düzeltme’ taleplerine rağmen içeride tutuluyor.
Bu saymakla bitmeyecek kadar çok ‘sorun noktası’ toplamda elbette bir siyasal krize tekabül ediyor. Zira iktidarın, mevcut ekonomik tabloyu da yaratan uygulamaları, Türkiye’de uzun yıllardır varsayılan ‘kutuplaşma’yı, (yaşam tarzı, ideolojik aidiyetler, tarihsel referanslar gibi) ikincil ve çarpık eksenlere havale edilerek kurulan gerilimi, sonunda esas eksenine, iktidar sahibi sınıflar ve onların siyasal-bürokratik temsilcileri ile iktidardan dışlanan toplumsal kesimlerin arasındaki gerçek gerilime taşıyor. Bu sahici gerilimin sahici aktörleri, açık bir sınıf mücadelesinin, çıkarları birbirine zıt toplum kesimlerinin kendi manifestoları etrafında karşı karşıya geldiği bir kavganın tarafları haline gelmiş değiller henüz belki. Ama emeğiyle geçinenler ve giderek bir huni gibi daralan ‘ahbap çavuş kollamasının’ dışında kalan küçük-orta üreticiler, hamasi ideolojik kamplaşmaların soğuramayacağı hoşnutsuzluklar biriktiriyorlar.
Ve elbette tüm bunlar, Erdoğan/AKP siyasi odağının ‘rıza üretme kapasitesi’ açısından kaçınılmaz bir gerilemeye yol açıyor. Şunların ya da bunların önüne giden anketlerin ne gösterdiğinin ötesinde, iktidar blokunu oluşturan unsurların başlıca davranışları bile, bu kaybın nesnel göstergelerinden biri haline gelmiş durumda. Mesela iktidarın büyük ortağının, bu gerilemeyi telafi etmek için izlediği taktiklerden biri, vaktiyle vazgeçilmiş gibi yapılan MHP ittifakına dönüş ve bu yolla gelecek oy tahkimatına sarılmak oluyor. ‘Hükümet çevrelerine yakınlığı’ ile bilinen Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi’nin, AKP ve MHP’nin yeniden nişanlılık dönemine geçtikleri sırada yazdığı bir yazıda, Erdoğan ile Bahçeli arasında yeni bir görüşmenin yapılmasını sağlayan önemli bir faktör olarak “önemli bir işadamının devreye girip iki parti arasında mekik diplomasisi yürütmesini” göstermesi ise bu açıdan çok önemli bir başka noktaya daha işaret ediyor. Bu artık zorunlu hale gelmiş ittifakın sadece aritmetik oy hesabı değil, bir ‘sistem meselesi’ olduğunu da gösteren bir işaret bu.
Türkiye’nin daha önceki ekonomik-siyasal kriz dönemlerinde de sermaye çevreleri ‘devreye girerek’ siyasi dizayn faaliyeti yürütmüştü. 2001 krizinin Türkiye’yi sonuçları belirsiz bir erken seçime sürüklediği sıralarda TÜSİAD’ın, o dönemki en önemli iktidar odaklarından biri olan Genelkurmay’a da sunduğu ‘gizli’ rapor buna verilebilecek en iyi örneklerden biri. ‘İş dünyası’ o zaman da endişe verici belirsizlikler ve müesses nizam dışı arayışların tedirginliğine işaret eden bir fonksiyonla ‘devreye giriyor’du. Erdoğan ve Bahçeli’yi yeniden bir araya getirmek için ‘mekik diplomasisi’ yürüten iş çevrelerinin, o yanıltıcı ideolojik ‘kutuplaşma’nın aksettiği bir mecra olarak görülegelen TÜSİAD-MÜSİAD ayrışmasının her iki tarafını da kapsayan bir temsil kabiliyetine sahip olduğunu tahmin etmek zor değil. Ürkütücü sonuçlarıyla ufuktan yükselmeye devam eden ekonomik krize dair, sermaye lehine ve toplumun özellikle çalışan kesimleri aleyhine ‘çözüm reçeteleri’ üreten iktidarın, verili tabloda toplumsal rızayı en kolay üreteceği varsayılan odak olarak da görülmesi, elbette ‘ideolojik kamplaşmalarının’ ötesinde sermaye çevrelerini ‘istikrar sürsün’ noktasında birleştiriyor olmalı. ‘Devreye girip mekik diplomasisi yürüten işadamı’, AKP-MHP ittifakının mealen bir TÜSİAD-MÜSİAD ittifakı olarak da görülebileceğini gösteriyor.
TÜSİAD’ın başat sermaye unsuru olarak müdahil olup ‘mekik diplomasisi’ yürüttüğü 2001 ekonomik-siyasal krizi, sermayenin ve devlet aygıtına hükmeden bürokrasinin istediği gibi gelişmemişti. 2018 krizinin ne yönde gelişeceği ve ne tür siyasi sonuçlar üreteceğine dair de tek belirleyici olan, mevcut iktidarı güçlendirmeye çalışan ‘işadamları diplomasisi’ olmayacağını söyleyebiliriz.