Memleketimizin muhalif kesimlerinde pek tutulan bir oyun var: Başta mevcut iktidarın lideri Tayyip Erdoğan, AKP’liler, Devlet Bahçeli, MHP’liler, iktidarı temsilen kim söylüyor ve eyliyorsa onları, laflarını yutmakla, tükürdüklerini yalamakla, dün doğru dediğine bugün eğri demekle vesaire suçlamak. Sanırım bundan özel keyif alınıyor; öyle olmasa bunca insan bu işin büyüsüne kapılmaz.
Peki bu oyun ne amaçla oynanıyor? İktidarın ve özellikle liderinin fena huylarını teşhir ederek onları gözden düşürmek için olsa gerek. Kimin gözünden düşürülecekler? “Kuruluş felsefesi”, yerli-millî gelenek-görenek ve cebir ile şiddetin örttüğü muazzam itinayla oluşturulmuş ideoloji ve onun yuttuğu kültür yetmezse diye Millî Eğitim aracılığıyla özel olarak geliştirilen birörnek kafa yapımız ve ahlâkımızın tanımadığı, bilmediği “tutarlılık” kavramına büyük önem verdiği varsayılan kitlelerin. Üstelik bunlar şu ana kadar Erdoğan’a, Bahçeli’ye, bilumum karanlık işlerle meşgûl devlet birimlerine hayranlıkla karışık bağlılık besleyen kitleler. Bu kalabalıklar, dün katil denen Sisi’yle muhabbete dönüldü diye AKP’den yüz çevirecek, dün demediğini bırakmadığı AKP’nin etrafına bir sağ kitle partisinin asla üretemeyeceği sertlikte savunma duvarı çeken Bahçeli’den soğuyacaklar, tapındıkları devlet birimlerinin “dört adam yollayıp sekiz füze attırma” dümenlerine kalkıştığını öğrenince hayal kırıklığına uğrayıp tövbe ederek dürüstlük yoluna dönecekler, filan… Felan demek çok içimden geldi, diyebilir miyim? Felan…
Medyascope’un “Adını Koyalım” programında, Erdoğan’a yönelik “tutarsızlık” eleştirileri hakkında söylenenler aslında bu yazıyı yazmamı gereksiz kıldı. Fakat niyetlenmiştim bir defa. Programın bu bölümünü izlemenizi, özellikle Ayşe Çavdar ve Kemal Can’ın sözlerine kulak vermenizi öneririm. Meslektaşlarımı dinlemek düşünebildiklerime daha bir güvenmemi sağladı.
Bahçeli’yi, Teşkilatı Mahsusa’yı kenara koyalım. Erdoğan gibi kitlesel etki ve siyasî hegemonya kurma kapasitesine sahip lider olmaksızın bu sonuncusunun öngördüğü iç ve dış devlet politikalarına toplumsal rıza sağlama imkânı yok. Bu ülkenin düzeni böyle. Mustafa Kemal ve Silah Arkadaşları varken tek elden sorunsuz yürütülebilen, Millî Şef zamanında dingildese de sürdürülebilen “Millî Güç” (ülkenin bütün kaynaklarının ve faaliyet alanlarının devlete ait sayılması, hepsinin ‘devlet’ denetiminde toplanması, tek merkezden şekillendirilmesi) düzeni, çok-partili hayata geçişle birlikte böyle bir “demokratik” özellik kazandı: Seçimle gelen, siyaset-dışı bırakılacağı hususunda önceden anlaşılmış alanlar hariç, paraydı, puldu, ihaleydi vs. konularında gönlünce at oynatabilir, beri tarafın işi sayılan mevzularda önceden çizilmiş sınırları ihlal edemez, ancak resmî tavrın topluma belletilmesi, benimsetilmesi hususunda bu işlere karışırdı. Çekirdek iktidar odağının kuytuya çekilmesi, ancak kuytuya çekilmiş bir odağa göre yine de fazla, aşırı sayılacak ölçüde, her fırsatta -cinayetler, katliamlar, pogromlar, darbeler ve kanlı-kansız bin türlü tertiple- oradan başını -ve kılıcını- uzatması, bazen sırf kimin esas söz sahibi olduğunu hatırlatmak için siyasetçileri hırpalaması, gerçeğimizdir, eyvallah. Ancak neyi seçip neyi seçemeyeceği öğretilmiş olsa da seçime alıştırılmış bir toplumla uğraşsın diye kürsüye getirilecek popüler politikacıya duyulan ihtiyaç da onlarca yıldır böyle. O da gerçeğimiz.
Bahçeli ve MHP’ye gelince. Devletin toplum içindeki kolu ve gereğinde harekete geçirilecek paramiliter gücün “barış zamanındaki” barınma mekânı sayabileceğimiz bu müessese esasen sözcülük yapar, verilen görevleri yerine getirir. Toplumun bir kısmının sahiden faşist olması ve bu partiye sahiden teveccüh göstermesi durumu değiştirmiyor. Görüyoruz ki, en sakilinden üç-beş ırkçı motifle ortaya atlayan birileri şıp diye “varsayılan” siyasetçilerden biri haline gelebiliyor.
Türkiye’deki devlet-toplum ilişkisi, devlet açısından bakıldığında -başka açıdan bakabilir miyiz ki zaten?- hep güçlü sivil siyasetçi lidere ihtiyaç duyar. Ve demokrasi tramvayından inmiş, kendisine oy vermesini asla beklemediği nüfus kesimini gözden çıkarmış Tayyip Erdoğan, kırk yıl arasalar bulamayacakları kadar ideal biri, bu konum için. O konuma gelen her siyasetçinin ortama kendi rengini vermesi de durumu değiştirmiyor.
Arzuladıkları güncel varoluş tarzı ve ortam Erdoğan’ın liderliğiyle kaim bulunan odakların gözünde “tutarsızlık” gibi bir eleştiri motifinin delik market poşeti kadar dahi kıymetinin olamayacağı sanırım âşikâr. O halde “tutarsızlık” eleştirilerinin iktidar yapısı içerisinde en ufak sorun yaratmayacağını rahatça ileri sürebiliriz. Net’çe itibarıyla biz hür fikirden, hür vicdandan söz edip gururlanan, fikir ve vicdanların hoşumuza gitmeyen hürriyet girişimleri karşısında ise elimize baltayı bıçağı, tabancayı tüfeği alıp girişen, bu nevi hürriyetin zerresinden bîhaber insanlarız. Üniversitemiz bile böyleyken devletin dehlizlerinde iş tutanlarımız başka türlü mü olacaktı?
Yani liderin “tutarsızlığı” sergilendiğinde devlet katında bundan rahatsızlık duyacak kimse yok.
Ya kitleler? Lidere devlet katındaki vazgeçilmezliğini sağlayan kalabalıklar? Onlar liderlerinin dün başka bugün başka türlü davrandığını, söylediklerini inkâr ettiğini, başka liderlere, devlet başkanlarına yönelik suçlamalarının yerine dostluk mesajları ve övgüleri koyduğunu gördüklerinde nasıl tepki gösterirler?
Cevabı burada biz vermeyelim, muhalefet siyasetçilerinin ve sevilen tâbirle “kanaat önderleri”nin -allahım, neyin kanaati, neyin önderliğidir bu!..- verdiği cevabı öğrenmeye, yani tutarsızlık eleştirilerinden ne umduklarını anlamaya çalışalım. Birisinin tutarsızlığını, eğer işin içine ahlâkın, onurun, mertliğin-nâmertliğin vs. karıştırıldığı hadiselerden sözediyorsak hattâ, ilkesizliğini göstermekteki amaç nedir? Onun güvenilmezliğini, kaypaklığını, dönekliğini vs. teşhir etmek mi? Ve herhalde böylece ona daha önce güvenmiş olanların ondan uzaklaşması, eleştiricilere yaklaşması bekleniyordur.
Peki biz şimdiye kadar ilkesiz, tutarsız davrandı diye bir popüler siyasetçiden kalabalıkların yüz çevirdiğini gördük mü? Görmediysek acaba niye görmedik? Sakın ilkeydi, tutarlılıktı, bunların bizim kültürümüzdeki yerinin yırtık market poşeti kadar oluşundan olmasın? Bizde lider, çevresini besleyen, ona çıkar sağlayan, onu başkalarından üstün kılan, ona ezebileceği birilerini sunan, “ötekiler”e göz açtırmayan, onları bastıran, susturan, ellerindekini bize aktaran vs. biridir. Bütün bir “yönetme” kültürümüz, bütün bunların billurlaştığı bir seferîlik, hak tanımazlık, eşitsizlik, adaletsizlik ve gündelik hayat düzleminde iflah olmaz nalıncı keserliği sûretinde vücut bulur. Nalıncı keserliği hukuk anlayışımızın da merkezî kavramı.
Kalabalıklar, onları “öteki”lere göre nasıl ayrıcalıklı kılacağına, ayrıca bunu sırf vaat düzeyinde bırakıp bırakmayacağına, “öteki”ni tasfiye -değersizleştirme, iktidarsızlaştırma, maddî-manevî yoksunlaştırma- işine gücünün yetip yetmeyeceğine bakarak, otoriter, hukuksuz, faşizan yönetimleri destekler ya da desteklemezler. Her türlü tutarlılık ihtiyacından, baskısından kurtulmaksızın bu tür yönetimleri desteklemek, haysiyeti bütünüyle hurdaya çıkmış istisnalar dışında, hiçbir birey için kolay değil.
Suriye’deki Kürtler yerlerinden sürüldüğünde, eline silah almış olsun olmasın, onca insanın tepesine bomba yağdırıldığında, en ufak tereddüt belirtisi dahi göstermeksizin bütün muhalefetin kamuflaj giysilerine bürünüp tanklara doluşması Türkiye’nin düzeni açısından ölçü vericidir. TC sınırları içinde siyaset denen faaliyetin gerçekte devleti yönetmenin hayli uzağında oynanan oyun olduğunu gösterir. Dolayısıyla muhalif siyasetin neye, nelere muhalif olabildiği, alışık olmadığımız şekilde, açıkça, dürüstçe ortaya konmalı; adalet, hukuk, demokrasi ve, evet, haysiyet gibi şeylere sahiden sahip olmak istiyorsak. Muhalif siyasetin siyaset dışı saydığı alanlar esas siyasetin ta kendisi. Kalk borusuyla esas duruşa geçenlerin yapacağı iş değil. Nitekim tam da bu yüzden, siyaset yapılıyor görüntüsüne duyulan ihtiyaçtan, çakıltaşını bile yerinden oynatamayacağı biline biline tutarsızlık eleştirilerine dört elle sarılıyorlar.
Tutarsızlık eleştirisi oyununun bir özelliği daha var: Mevzunun aslını “dün dündü, bugün bugündür” diye takılan siyasetçinin dönekliğine, şusuna busuna yönelen dikkatlerden kaçırmak. Peki, adam dün şöyle yapıyordu, bugün aksini eyliyor; hangisi iyi? Hangisi doğru? “Dün teröristle masaya oturuyordun, şimdi bomba atıyorsun!” dendiğinde eleştirilen şey nedir? İçerikten bağımsız olarak, dünkünün aksinin yapılması mı? Yoksa dün niye bomba atılmadığı mı sorgulanıyor? Biliyoruz ki böyle. Muhalefetin hemen bütün tutarsızlık eleştirilerinde ortak yön bu: çelişen iki tavır arasında görece iyi, mâkûl, barışçı, demokratik olanın teşhir makinesinde kıyılması. Tesadüf müdür? Yoksa muhalefetin ilk toplan düdüğünde hizaya girivermesiyle mi alâkalıdır?
Tutarsızlık eleştirisi oyunu, kötü bir kandırmaca, böyle olmadığı hallerde aptalca kendini tatmin eğlencesi, her hâlükârda boş iş.
Meselenin siyaset sınırlarından taşan, çok daha geniş boyutlarına işaret etmemiş olmayayım, şu tek cümleyi sona ekleyeyim: Birbirinin gözünü oymaya hazır bulunanlar dahil istisnasız bütün kesimlerin birlikte besleyip büyüttüğü nalıncı keseri zihniyeti ortamımıza egemen olmasaydı tutarsızlık eleştirisinin anlamı olabilirdi.