Hani bazen bir cümleye denk geliriz, tam derdimizi ifade eden
bir cümledir de tutulur kalırız ya, geçen yine böyle bir an
yaşadım, ünlü ve başarılı tenisçi Serena Williams’ın vermiş olduğu
röportajın “Kadınların tutkulu
olmasına izin verilmiyor” başlığını görünce.
Öncelikle cümlede sorun var baştan söyleyelim; -keşke
orijinalini bulabilseydim, belki de yanlış çevrilmiştir- kadınlar
ya da insanlar olmak istedikleri şey için kimseden izin almak
zorunda değildir. Cümle maalesef edilgen olmuş; fakat röportajı da
okuyunca anlatılmak istenenin bu edilgenlikte olmadığını
anlıyorsunuz. Anlatılmak istenen; kadınların tutkuyla bir hedefe
odaklandıklarında önlerine türlü engeller çıkarıldığı ve en
nihayetinde kadınların tamamına haksızlık edildiği. Evet, aşağı
yukarı böyle.
Tutku; bir miktar güçlü ve etkin olmakla, cesaretle,
hayallerinde diretecek kadar özgüvenli ve kararlı olmakla,
gerektiğinde haksızlığa karşı koymakla, ses çıkarmakla ilgili bir
kavram. Bu ‘güzel’ özellikler, bu çağda bile, yani ‘hâlâ’
erkeklerle özdeşleştirilen kavramlar. Kadınlar daha ziyade; naiflik
ve zariflikle, çiçeklik ve prenseslikle, az konuşmak ve tebessüm
etmekle, utanmak ve onaylamakla, dikkat çekmemek ve edilgenlikle
özdeşleştiriliyorlar. Dolayısıyla, toplumsal yargılara aykırı
davranan, erkeğe atfedilen özelliklere haiz bir kadın
gördüklerinde, genelde “deli” diyorlar. Eskiden “cadı” diyorlarmış
mesela.
Eğer bu “deli kadın” saçmalamıyorsa, gerçekten önüne koyduğu
hedefe varma, başarılı olma ihtimali varsa, bu kadın erkekler için
“tehlikeli” birine dönüşüveriyor ve bir şekilde önüne engeller
konuluyor (Genelliyorum mecburen, elbette tamamı değil). Aslında,
çok bilinen “cam tavan etkisi”, siyasi partilerde kadınların kota
doldurmak için kullanılması gibi durumlar hep bu eril tavrı da
içeriyor.
Bu yazıda tarif etmek istediğim şiddet biçimi biraz
“mansplaining”e benziyor, Türkçe çevirisiyle “kendini yücelten
erkek sendromu”. Dünyada çok kullanılır olmasına rağmen Türkiye’de
halen çok bilinmeyen bir kavram olduğu için belirtme ihtiyacı
duyuyorum; aynı başlıkta yazdığım bir yazı var, açıklama isteyenler
okuyabilir. Fakat benim anlatmak istediğim mansplaining'den biraz
daha farklı, biraz daha ayırt edilmesi zor bir şiddet biçimi. Bir
nevi sözcüğe dökülmeyen fakat ‘hissedilen’ bir şiddet.
Duygusal/psikolojik şiddet başlığı altında ele alınabilir.
Örneğin, erkek yoğunluklu bir ortamda söz aldığınızda “Acaba
şimdi ne diyecek? Acaba saçmalayacak mı?” şeklinde sözcüklere
dökülemeyen bir kaygının havada dolaşması gibi. Ya da
saçmalamadığınızı defalarca kanıtlamış olsanız bile, konuşmanız bir
lütufmuş gibi gerilen, koltuğunda kıpırdanan erkekler... Yaşınız
biraz gençse ağzınızla kuş tutsanız bile yahut çok önemli bir
mevkide iseniz bile size çaylak muamelesi yapılması... Azıcık
gülen, samimi diyalog kurabilen biriyseniz hakkınızda her türlü
espriyi yapma hakkı görmeleri. Ya da sizi anlamadan, fikirlerinizi
bilmeden, herhangi bir konuşmanızı dahi dinlemeden hakkınızda
önyargıyla olumsuz kanaatlere varmaları. Hele azıcık eliniz yüzünüz
düzgünse, güzel kadınlar aynı zamanda akıllı olamayacağından(!)
muhakkak “hoş ama boş” önyargısının yapıştırılması. En muhteşem
fikri dahi sunsanız görmezden gelinmesi ama aynı fikri bir erkek
söylediğinde alkışlanması gibi pek çok örnek verilebilir. Bir kadın
iseniz, bunlardan en az birini muhakkak hissetmişsinizdir.
Hatırlayacağınız üzere, hukukçu-akademisyen Ceren Damar, bir
erkek öğrencisi tarafından sırf kopya çekerken yakalandı diye
katledilmişti. Kadın örgütleri
olarak biz bu cinayete “kadın cinayeti” dedik. Çünkü çok yüksek
ihtimalle Ceren Hoca erkek olsaydı öldürülmeyecekti. Birçok nedeni
var tabii; bir kadın hoca tarafından yakalanıp yaptırıma uğramış
olmanın “erkeklik gururu”nu aşırı zedelemesi ve bunu kabullenememe,
odasına gittiğinde karşı koyabilecek fiziksel gücünün erkeğe göre
daha düşük olması, erkekler arasındaki o gizli dili kuramama
sebebiyle kadının muhtemelen sırf 'cadalozluğundan' (bu arada
cadaloz ‘cadıya benzer kadın demektir’) kendisine takmış olma
ihtimali gibi nedenler. İşte, şimdilerde birtakım kendini bilmez
şiddete meyilli erkekler tarafından “ucube” diye saldırılan
İstanbul Sözleşme’sinde kullanılan “kadınlara yönelik cinsiyete
dayalı şiddet” tam olarak bunu ifade eden bir ibare. Kadına yönelik
şiddetin kadın-erkek eşitsizliğinden kaynaklı olduğunu söyleyen ilk
hukuki metin. Çok önemli, mihenk taşı bir sözleşme. Zaten bu yüzden
rahatsız ediyor birilerini.
Kadınlar, hayatta yaşadığınız ve şiddet olduğunu bilmeseniz bile
kendinizi kötü hissettiren olaylarda, şu soruyu muhakkak sorun
kendinize: Acaba kadın değil de erkek olsaydım bunu yaşar
mıydım?
Hani “farkındalık” diyoruz ya, hani İstanbul Sözleşmesi’nde de
taraf devletlere “farkındalık uyandırma” ödevi yükleniyor ama eril
zihniyet bırak farkındalık uyandırmayı, insanları uyutmaya yönelip
kadınların kazanılmış haklarına saldırıyor. İşte bu noktada iş başa
düşüyor. Farkındalığı kendi kendimize uyandırmayı bilmek
zorundayız. Ve farkındalık bu ekstrem sorularla gelişiyor
genellikle. Öbür türlü ezbere yaşayıp gidiyoruz. Şiddete
uğradığımızı bile fark etmeden…
Serena Williams’a gelince, teklerde 23 Grand Slam dahil toplamda
39 Grand Slam ve sayısız altın madalya kazanmış, başarılı olmanın
ötesine geçmiş efsane bir kadın. O da yaşadı bu “hissi şiddeti”;
tüm kadınlar yaşıyor, kim olduğu önemli olmaksızın. Röportajda da
yaşadığı hisleri anlatmış ince ince. Günlerce düşünmüş, uyumamış,
kafasında evirmiş çevirmiş, özgüveni kırılmış, terapiste başlamış
hatta; ama sonunda sistematik düşünmüş, sorunu büyük pencereden
görüp tespit etmiş ve gereğini de yapmış. Gurur duydum bir kadın
olarak; kim olduğu, kim olduğum önemli olmaksızın.
Ama internete dünyanın en iyi tenisçisi yazdığımızda, önümüze
dökülen ilk sayfada Serena Williams yok biliyor musunuz? Hatta
kadın adı yok. Federer ve erkeklerle ilgili başlıklar ve
fotoğraflar var. Üstelik neredeyse kesin diyebileceğimiz bir
bilgiyle söyleyebilirim ki; Federer, sırf cinsiyeti sebebiyle
Serena’nın önüne çıkarılan engellere de takılmamasına, dolayısıyla
bu başarıları elde etmek için Serena’nın çok daha büyük bir efor
sarf etmiş olmasına ve Federer’den daha fazla sayıda Grand Slam
kazanmasına rağmen... İşte haksızlık/eşitsizlik tam olarak böyle
bir şey. Ve bu yalnızca Serena’ya değil tüm kadınlara yapılan bir
haksızlık aynı zamanda. Çünkü biliyoruz ki, bu eşitsizlik
giderilmedikçe, her ne yapıyorsak, en iyiler listesinde daima
erkekleri başa yazacaklar. Fakat şunu da biliyoruz; bu eşitsizlik
er ya da geç bitecek. Zor olacak ama bitecek. Ne de olsa “Future is
female!”