Ne günlerdi... Sokakta yürümekte zorlanır; bazen, sokakta yürümekte zorlanan çoğu şöhret gibi, sokakta yürümenin ne denli zor olduğu üzerine çene çalardı. Tanınır olmanın en büyük hazzı, tanınır olmaktan kaynaklanan böylesi baş ağrılarıydı.
İlk zamanlarda, karşılaştığı insanların o gözlüklerin arkasındakini merak eden heyecanlı bakışlarını ne de çok severdi. Başını öne eğip hafifçe gülümseyerek karşılık veriyordu onlara. Öyle bir gülümseme ki, varla yok arası, umut veren ama yüreklendirmeyen, “Evet o benim ve beni tanıdığınızı biliyorum!” Bir süredir siyah gözlüklerini kullanmıyordu artık. Nicedir hiçbir şey üretemiyor, dikkat çekici işler yapamıyordu. Hâlâ şöhretliydi şöhretli olmasına fakat zaman çok acımasızdı. O yıllarda, her hafta bir dergide görünür, sürekli söyleşiler verir, davetlerden başını alamazdı. Oysa, devrinin geçtiği ve artık özgün olamadığı söyleniyordu çevresindekilerce nicedir. Yıllarca pervane olan eşi dostu da eski sıklıkta aramaz olmuştu. Yaşlanıyordu. Hiç sevmezdi yaşlıları. Kırışık ciltleri, göz altı torbalarını, alındaki çizgileri. İçinde yer aldığı dünyanın en iyilerinden biri değildi belki ama biraz da ilişkilerini ‘lüzumlu’ insanlarla kurması, doğru zamanda doğru yerde bulunması şöhrete kavuşmasına yardımcı olmuştu.
Siyasi bakımdan genellikle orta yolcu ve her orta yolcu gibi devletçiydi. Bu işlerden pek anlamazdı aslına bakılırsa. Çevresinde, arasını iyi tutmaya çalıştığı solcu arkadaşları olduğu gibi sağcılarla da bağını koparmaz ama pek de samimi olmazdı. Olamazdı, daha doğrusu. Hâllerini, tavırlarını, konuşmalarını, oturup kalkmalarını beğenmezdi. Devletle mütemadiyen sorun yaşayan solcu arkadaşlarına yakın olmak isterdi, ama çok da değil. Sohbet etmek isterdi, ama uzatmadan. Birlikte fotoğrafları çıktığında memnun oluyordu, sık olmamak kaydıyla. Değerli olanın farkındaydı ama farkına varmanın gereğini yapacak cesareti yoktu. Bir yandan “İyi de canım, onlar da çok muhalif,” diye düşünür, diğer yandan içten içe muhalif olana özenirdi. Solcuların çok bilmişliğinden, sağcılarınsa bilgisizlik ve kabalıklarından hazzetmez, güvenilmez bulurdu. Geldiği yeri hatırlatan hiçbir şeyden hazzetmezdi. Nihayetinde en sevdiği ve en çok korumak zorunda hissettiği insan, kendisiydi.
Memleket zor zamanlardan geçiyordu. Olanı biteni görmemek mümkün değildi. Her şeyin farkındaydı tabii. Kendisini bildi bileli hiç kolay bir zaman olmamıştı ki! Haliyle, zor zamanlar en kolay nasıl atlatılır konusunda uzman sayılırdı! Taraf olmak zorunda hissediyordu kendisini. Ancak çoğu zaman olduğu gibi bu kez de tarafgir bilinmeyi tercih etmiyordu aslında. Zira üç gün sonra ne olacağı belli değildi buralarda. Uzun yıllar önce katıldığı Türkçe Olimpiyatları’nda çekilmiş bir iki fotoğrafını sanal mecralardan sildirip yok etmek için neler çekmişti. Hâlâ hatırladıkça tüyleri diken diken oluyordu.
Elindeki hiçbir şeyi kaybetmeden, başını derde sokmadan, şöhretini ve prestijini tüketmeden, mümkünse biraz da kazanç elde edecek şekilde iktidarla iyi geçinmenin, yanaşmanın, o güvenli limana demirlemenin bir yolunu bulmalıydı. En zor zamanlarda ‘birlik’ duygusuna yapılan vurgunun nasıl bir sığınak olabileceğini 12 Eylül döneminde tecrübe etmişti. Vasat, her fırtınada güvenli bir limandı. Ortalamaya hitap etmeli, onların gönlünü kazanmalıydı. İki yolun da çıkmaz göründüğü koşullarda en iyisi orta yoldu. Hem canım, nihayetinde herkes aynı devletin vatandaşı değil miydi?! Ayrıca memleket cennetti, Anadolu insanı misafirperverdi ve İstanbul, Asya ile Avrupa kıtaları arasında bir köprüydü...
Belki de en doğrusu yandaş bir medya organında söyleşisinin yayınlanması olurdu. Son zamanlarda, dikkat çekici bir biçimde; aslında iktidar yanlısı olmayan, propagandası yapılan yaşam biçiminden hazzetmeyen, hiçbir zaman o dünyaya dahil olmamış hatta yanından dahi geçmemiş kimi şöhretler son derece kullanışlı söyleşiler veriyordu. Şarkıcılar, oyuncular, profesörler... Bir iki gün sosyal medyada sertçe eleştirilip iki güne unutuluyordu beyanları. Her ne kadar “Bunlar unutulmayacak” diyenler, sivri dilliler olsa da, aslında hep unutulduğunu çok iyi bilirdi. Zamanında, arkadaşlarıyla birlikte generallerle çekilmiş fotoğrafları hatırlayan kaldı mı ki, şimdi olanlar üç beş yıla unutulmasın. Hatırlayan ve hatırlatanlar oluyordu her daim ama çoğu zaman neyin hatırlandığı değil, kimin hatırladığıydı asıl önemlisi. Hafıza denilen tarafsız değildi. Dönemler geçer, sonrasında herkes kendi kahramanlık ve direnç öyküsünü yazardı ve olan, o öyküyü yazmayı zül sayanlara olurdu.
Şu aralar bir söyleşi çok iyi giderdi hakikaten. Hem o medya kendisinden iyisini biraz zor bulurdu doğrusu. Solcu çevreyle geçirilmiş yıllar, sağcı çevreyle hiçbir zaman tam olarak koparılmamış bağlar, henüz kaybedilmemiş şöhret... Evet evet, tarafsız olunamayacak zamanlardı ve suskunlukla geçiştiremeyecek kadar çok arzuluyordu ‘iktidarın’ yanında görünmeyi. Suskunluk, görünmez olmak da bir tercihti ama onun yapmak isteyeceği işler değildi bunlar. O gece orada değildi gerçi ama eğer olsaydı, Ahmet Kaya’ya çatal bıçak atılırken Mehmet’in yanında oturmayı kendine yediremez, sahneye çıkıp o ‘adam olacak çocuk’ tıfıl şarkıcıyla marş okurdu, misal.
Hiçbir zaman dahil olmadığı ama bağını koparmadığı sağ cenahtan birilerine açtı konuyu bir gün. Konular durup dururken açılamazdı, oraya geldi nasıl olduysa kısacık telefon konuşmasında! Aslında tam da birliğe ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, iktidarın üzerine fazla gidildiğini, emperyalistlerin bazı komplolarının görülmek istenilmediğini, topluma olumlu ve birleştirici mesajlar verilmesi gerektiğini söyleyiverdi. Hep dahil olmak istediği, kısmen olduğu, çevrelerinde dolaştığı, masalarına oturduğu ama mesafeyi hiç kaybetmediği solcu çevresinden öğrenmişti bazı kavramları; arada bir kullanmayı ihmal etmezdi.
Beklediği telefon bir haftayı bulmadan geldi. Çok heyecanlanmıştı. Çocuksu, dizginleyemediği bir heyecan. Belki en son o generallerden biri resepsiyona davet ettiğinde yaşamıştı bu duyguyu.
Söyleşi için evinde verdi randevuyu. Az da olsa deniz gören, güzel ve aydınlık bir ev. Sehpa üzerinde türlü kuru pasta. Hizmetlinin tepsisinde çay ve kahveler. Sadelik için gösterilen özen. Söyleşi, teyp açıldığında başladı. İlk sorular âdetten olduğu üzere çocukluk, gençlik ve sanat hayatı üzerine. Sıkıcı kısımlar. Ardından memleket gündemi. Söyleşen, genel durum hakkında sorular yöneltiyordu. Oturduğu yerde hafif dikleşerek başladı konuşmaya. İki elinin parmaklarını göğüs hizasında birleşirken, genellikle tavana bakarak yanıtlıyordu misafirini. Önce memleketin güzelliklerinden, insanları birbirine bağlayan ortak değerlerden, Anadolu insanının güzel kalbinden ve üstün insani değerlerinden, medeniyetlerin beşiği oluşundan başladı peşreve; söyleşen izin verdiği ölçüde. Bir ara İstanbul’un Asya ile Avrupa arasında bir köprü ve ailesinin inançlı insanlardan müteşekkil olduğunu sıkıştırdı araya. Böyle anlar için sakladığı sözcüklerden biriydi, müteşekkil. Yaşanılan zorlukların aşılabileceğini, birlik olunması gerektiğini, eğitimin şart olduğunu söylemeye çalışırken araya giren söyleşen; karşı karşıya olduğumuz bir zorluğun da Batılıların kıskançlığı ve özellikle dünya liderliğine aday olmanın yarattığı endişe olup olmadığı konusundaki düşüncelerini sordu. Söyleşinin en sıkıntılı ânıydı. Batı’da belirgin bir kıskançlığa neden olduğumuzun görülmesi gerektiğini, dik duruşun emperyalistleri çileden çıkardığını düşündüğünü, mazlum halklara örnek olduğumuzu ve nitekim Kurtuluş Savaşı’nın da aynı hedefe yönelip tüm ezilenlere örnek teşkil ettiğini dile getirdi. ‘İkinci Kurtuluş Savaşı’ göndermesiyle bir taşla birden çok kuş vurmuştu. Bir yudum aldı kahvesinden. Dünyanın ve Türkiye’nin artık çok değiştiğini, dindar kesimin zamanında çok ezildiğini ve gerçek özgürlüğün asıl şimdi yaşandığını ilave etmesinin hemen ardından; söyleşenin “Şu zor günlerde iktidarın eleştiriliyor oluşu sizce de çok yanlış değil mi?” sorusu ile... Beklediği an gelmişti. Biraz avizeye biraz da söyleşenin yüzüne bakarken, yılların tecrübesiyle döküldü sözcükler dudaklarından: “Akıl alır gibi değil hakikaten, yahu hepimiz aynı gemide değil miyiz?”
Bir iki poz fotoğraf. Gülümseyerek ve teşekkür ederek uğurladı. En fazla iki gün eleştirilecekti. Kimin umurunda. “Unutmayacağız,” filan diyeceklerdi; keyifleri bilir. Unutulacağını, unutmayanların ciddiye alınmayacağını iyi biliyordu. Hem, “Aynı gemideyiz”in nesi yanlış! Kim katılmazdı ki buna?
Misafirini uğurladıktan sonra, sehpayı temizleyen hizmetli içkisini getirdi. Köşesinden deniz gören aydınlık evin büyük penceresi önünde, taraf olmanın zevki ve vadettiği güçle yasladı sırtını koltuğuna. Yaşamı boyunca inmeyi bir an olsun düşünmediği gemideki varlığını, oracıkta, güvertede hazır beklediğini; kaptan köşkü ve mürettebata bir kez daha hatırlatmış olmanın mutluluğuyla...