'Tutsaklık neye yarar?'
Yazı bugün “leke” gibi görülmektedir. Yazılanı yazan da “lekeci” diye tanımlanıp kalemi elinden alınmak istenendir.
Yazı geçitsizdir. Söz zamanınız nerede başlarsa başlasın, yazının bıraktığı iz en derin lekeden daha kalıcıdır.
Evet, yazı bugün “leke” gibi görülmektedir. Yazılanı yazan da “lekeci” diye tanımlanıp kalemi elinden alınmak istenendir.
Eugéne Ionesco’nun bir tanımını hatırlayarak, şunu sormak isterim:
“Tutsaklık neye yarar?”
Birçok şeye!
Üstelik kaleminizin ucuna gelen söz vicdan duygunuzun sesiyse, dışarıdaki tutsaklığın daha beter olduğunu bilirsiniz. Bir de içlerinde tutsak kalanlar vardır ki; şu alacakaranlık günlerde bunlara çok rastlarız.
Ürkenler, korkanlar, bana ne diyenler…Ve daha çok çok şey söyleyenler ya sinikliğin duvarlarının ardında, ya da umursamazlığın koltuklarında oturaduruyorlar.
İnsana reva görülen yanlışlara karşı olmak, sesini yükseltmek vicdanı bir görev.
Dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa, saldırıya, yıkıma uğramış insan için sesiniz çıkmıyorsa insanlığınızdan utanmalısınız.
Bir zamanlar askeri darbelerin yurdu olarak anılan Latin Amerika ülkelerinde yaşananları hatırlayalım…
Şili’de, Arjantin’de, Bolivya’da, Peru’da yaşananlara dönelim…
İnsanlığın utanç çağının trajik olayları yaşandı her birinde.
Fernando Solanas’ın “Yağma Anıları: Toplumsal Soykırım” (2004) belgeselini hatırlıyorum. Arjantinli ünlü sinemacı ülkesinin Aralık 2001’de geldiği yerin siyasi/ toplumsal/ekonomik arka planını an an kayda geçer. Öyle ki; ülkenin bu süreçte IMF ve emperyal güçler, onların işbirlikçilerince nasıl yağmalandığını anlatır Solanas.
“Ben size ihanet etmeyeceğim” diyerek iktidara taşınan Carlos Menem (1989-1999) bu süreçte ülkeyi yıkıma, açmazlara sürükler.
Yağmalanan ülke, sinen/korkan halk, yozlaşan siyasetin yaşattığı açmazlar…
Baskı ve korku günleri… Susturulan basın, tutuklanan gazeteciler/yazarlar/aydınlar, kapatılan sendikalar sivil toplum örgütleri…
Gelinen yerde sesini yükselten sinemacı Solanas’ın başına gelenler… Ama o baskıya, saldırıya pes etmez ve bu belgeselini o karanlık günlerde tamamlar.
Doğrusu “Yağma Anılar”ı izlerken, ülkemizin 2000’lerden bugüne sürüklenen zamanlarının seyrine çıktım.
“Postmodern darbe” teorisiyle toplumu sindirerek yaşatanlar ancak böyle kayda geçirilerek geleceğe anlatılabilir.
Evet, bunu anlatabilecek, yazabileceklerin bir kısmının başına gelenler bir “işaret”tir!
İşaret parmağını gösteren otorite; korku, terör ve şiddetle hayatın bütün alanlarını manüple etmektedir.
Bu suskunluğu, sinikliği, bakışlardaki/sözlerdeki ürkekliği; yazılardaki kaypaklığı, iradesizliği başka türlü yorumlayamıyorum sevgili okurum.
Çıkıp ekranlarda konuşanlara bakıyorum, kirli bir dil. Yaban söylemler içinde cehalet ırmağında debelenen bir güruh.
Ötede, kutsayarak kale muhafazlığı yapan sözüm ona “seçkin”/”elit” geçinen “mutlu azınlık”!
İki arada bir derede ülkenin çocukları ise cephelere bölünmüş durumda.
Kiminle, ne için savaş?
Evet, süren bu “kirli savaş”ın ne yanında, ne içinde, ne de ötesinde olmak istemediğimizden vicdanımızın sesiyle yazıp anlatmak istiyoruz bu küresel oyunun piyonu bir ülke durumuna gelmemek için.
Anadolu insanlık kavşağı, dillerin kültürlerin uygarlıkların beşiği. Bu yurda alacakaranlık günler yaşatanları göstermek/anlatmak için yaban dille konuşanları da işaret ederek yazmak istiyoruz. İçeride de olsa, dışarıda da olsa yazmak, anlatmak…
Korkmamak için yazıyorum.
Tutsak edilen yazarların, anlatıcıların sesi olmak için, insanlığın kara günler yaşamaması için yazıyorum; öfke duyduğum için yazıyorum.