Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın ortada her gün her saat konuşan bir cumhurbaşkanı varken neyin sözcülüğünü yaptığını merak ettiğimi bir yıl kadar önce yayımladığım bir yazıda sormuştum. Haksız mıyım?
Tamam Beyaz Saray’dan başlayarak benzer bir sözcülüğün var olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama dikkat ederseniz, bu sözcüler hiçbir zaman ikinci bir cumhurbaşkanı edasıyla açıklama yapmazlar. Dolayısıyla bir gün (hatta saat) atlamadan aklınıza gelebilecek her konuda bıkmadan usanmadan açıklama yapan (ve dünyada eşi az bulunur) bir devlet yöneticinin açıklamalarına şerh düşmek gibi bir sözcülük gerçekten bu ülkede has bir davranıştır.
Önümde İbrahim Kalın’ın son günlerin yine çok konuşulan bir “açıklama”ya ilişkin şerhi var. Konu cumhurbaşkanından “Türkiye Cumhurbaşkanı” mı yoksa “T.C. Cumhurbaşkanı” olarak mı söz edileceği.
Sözcü Kalın (tahmin ettiğiniz gibi) “Türkiye Cumhurbaşkanı” ifadesinin kullanılmasından yana. Bu tutumunu da şu deliller ile temellendiriyor:
“Cevdet Sunay'ın, Fahri Korutürk'ün, Özal'ın, Demirel'in, Sezer'in, Sayın Abdullah Gül'ün birçok davetiyesinde 'Türkiye Cumhurbaşkanı' ifadesi kullanılmıştır. Nitekim YSK'nın 2014 yılında Cumhurbaşkanımızın seçimiyle ilgili Resmi Gazete'de yayımlanan kararına baktığınız zamanda orada da 'Türkiye Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir' ifadesi yer almaktadır."
Bu “delil”e yönelik benim görüşüm şöyledir: Demek ki “birçok davetiyesinde” bu ifadeyi kullanan eskinin cumhurbaşkanları da konumlarının, sıfatlarının ne olduğundan habersizmiş.
Kalın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014’ten bu yana kullandığı davetiyelerde de aynı ifadenin bulunduğunu da hatırlatıyor. O zaman da şu soru akla geliyor haliyle: Niçin “2014’den bu yana”? Cumhurbaşkanlığı sözcüsü bu hususu da aydınlatmalıdır. 2014’de ne oldu bitti de “Türkiye Cumhurbaşkanı”na geçildi?
Kalın’ın konuya ilişkin ısrarının –insanı gerçekten gülümseten- bir delili de şu: “Türk Dil Kurumu’na danıştık”(!)
Yani: “Türk Dil Kurumu’nun da hem sözlüğünde, hem yaptığı diğer izahlarda bakıldığında aslında çok mantıklı bir şey var. Cumhurbaşkanı, cumhuriyet rejimi ile yönetilen bir devletin başındaki kişi demektir. İçinde var zaten dolayısıyla tekrar etmek oluyor. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı dediğinizde ‘Cumhuriyet”i iki defa etmiş oluyorsunuz.”
Bana sorarsanız, konunun danışılacak Kurum’u (oradan da aynı cevabın geleceği kuvvetle muhtemel olsa da) Türk Dil Kurumu’ndan önce “Türk Tarih Kurumu” olmalıydı.
Şimdi açalım önümüze Avrupa’daki devlet başkanlarını sıralayan (2017 model) listeyi. Alfabetik olarak Albanie’den (Arnavutluk) başlayan ve Moldavya ile sona eren bu listede cumhuriyet rejimi ile yönetilen bütün Avrupa ülkelerinin devlet başkanlarının sıfatı –tabii ki- “Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı”. Avusturya, Bulgaristan, Kıbrıs, Fransa, İtalya……. Bunların hiçbirinde ülke adını takiben “cumhurbaşkanı” (yani “Başkan”) ifadesi kullanılmamış. Hepsi tabii ki “cumhuriyet’in cumhurbaşkanı”. Hepsinin sıfatı tabii ki “Président de la République” Ve tabii ki, bildiğiniz gibi, Belçika, Danimarka, İspanya gibi ülkelerin “president”ları yok, çünkü bu diyarlar kral ve kraliçelerin ülkeleri…
Konuya ilişkin tartışma bir miktar gürültü çıkardığı için son olarak “Cumhurbaşkanlığı Resmi Sitesi”ni de açıp baktım. Orada da “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı” yazmıyor mu? Hadi gelin çıkın işin içinden kolaysa….
İkinci açıklama gerçeği tahrif etmesi bir yana hayatını vatanları için vermiş on binlerce komünistin hatıralarını da yok sayıyor, karalıyordu.
Şu açıklama yani: “Bu sol zihniyet, bu komünistler, bunlar hiçbir zaman vatansever değildir, milliyetperver değildir. Bunlar bu tür hizmetleri verdiğin zaman çılgına dönüyorlar.”
Ama bilmememiz imkansız, komünistleri niteleyen bu sözler gerçeği yansıtmıyor. Başka hiçbir şeyi hatırlamıyorsak Nazi işgali altındaki Fransa’da “Direniş”in başını çeken komünistleri de mi unuttuk? Bazı yazarlarca “kurşuna dizilenlerin partisi” olarak anılan Fransız Komünist Partisi ve ona destek vermeye gelmiş başta İspanyalı komünistler mi “vatansever” değildi? Fransa’nın 1940’da Nazi Almanyası tarafından işgalinden 1944’e kadar süren bu “Direniş” hareketi arkasında kurşuna dizilen, işkencede ve kamplarda ölen 80 bin “vatansever” bıraktığı nasıl olur da inkâr edilir? İşgal altındaki Fransa’nın “keyfi yerinde olanları” Vichy hükümetiyle Nazilerle işbirliği içindeyken başta komünistler olmak üzere on binlerce direnişçi hayatları pahasına kurtuluş mücadelesi veriyordu.
Yeri gelmişken Naziler’e karşı direnişin sembol isimlerinden birisi olan Adıyamanlı Misak’ı da hatırlayalım ki, komünizmin aklı başında eleştirilerinin yerini söz konusu “açıklama”da karşımıza çıkan cinsten hatır/gönül tanımaz yorumlar almasın.
Artun Mimar’ın üç yıl önce AGOS’ta yayımlanan “Adıyamanlı Misak” başlıklı yazısından kısa bir bölüm aktarayım:
“1925 yılında Marsilya Limanı'ndan Fransa'ya ayak bastığında, yanında ailesinden geriye kalan ve 1915’in gayya kuyusuna kaptırmadığı tek ferdi, kardeşi Garabet vardır. Suriye ve Lübnan arasında yıllar geçmiş ve Misak 18 yaşına gelmiştir. Kaçak olarak geldiği Fransa'da marangozluk öğrenir. Marsilya'daki zor hayat, Manuşyan kardeşleri şanslarını bir de Paris'de denemeye zorlar. (…) Yıllar hayatta kalma mücadelesi içinde geçerken, 1934'e gelindiğinde Misak, Komünist Parti ve Ermenistan Komitesi (Hayastani Oknutyan Komite) üyesi olmuştur. Meline’si ile burada tanışacaktır.(…)16 Kasım 1943 günü Manuşyan, Evry Petit-Bourg Garı’nda yakalanır. Şiddetli işkencelere maruz kalır. Bütün amatör direniş hareketlerine gözdağı vermek amacıyla Naziler ünlü Kırmızı Afiş'i (L'Affiche rouge) hazırlarlar. Paris'in her köşesine astıkları nüshalarda Manuşyan'ı bu kelimelerle tanıtırlar: ‘Ermeni, çete başı, 56 suikast, 150 ölü, 600 yaralı.’ Ancak Kırmızı Afiş meselesi beklenilenin tam tersi bir etki yaratır. Direniş için Manuşyan bir şehir amblemine dönüşür. Direniş sempatizanları sayısında büyük bir artış görülür.
Manuşyan ve 23 yoldaşı, bundan tam 69 yıl önce bu günlerde, 21 Şubat 1944'te kurşuna dizilirler.
1955'te anısına açılan “Misak Manuşyan Grubu” Sokağı vesilesiyle sürrealist yazar Aragon “Hatırlamak için kıtalar” şiirini yazar ve bu şiirin Léo Ferré tarafından “Kırmızı Afiş” adıyla bestelenir.”
Nerede “Üçüncü açıklama” diyorsanız, o da gelecek yazının konusu olsun…