İlk gençliğimde ailem tarafından okumaktan men edildiğim bazı kitaplar vardı. Bunlar genellikle ablamın gözüme kütüphane gibi görünen kitaplığında veya kimi akrabaların vitrin raflarından ibaret cılız kitaplıklarında yer alırlardı. Bunun yanında, zamanında satın alınmış ama Turgut Özal’ın meşhur, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu’nun kurbanı olmuş yasaklı kitaplar da göz hizamızın dışında tutulurlardı.
Fakat tabii yasaklananın cazibesi insanı çeker. Ben de etrafta kimseler olmayınca söz konusu kitapları hırkamın içine saklayarak odamın yolunu tutardım. Bunlar arasında en çok aklımda kalanı, 1984 yılında yayımlanan ve bomba etkisi yaratan, büyüdükçe tanıyıp çok seveceğim, takdir edeceğim Füsun Erbulak’ın 60 Günlük Bir Şey’iydi. Kitap, kahramanlarından biri evli bir kadın olan gerçek bir aşk hikayesi anlatıyordu. O dönem ünlü karikatürist Altan Erbulak’la evli olan Füsun Erbulak, kitap yayımlandıktan sonra kendisini linç güruhunun ortasında bulmuştu. Altan Erbulak, karısının arkasında dursa ve evlilik ilişkileri boyunca kendisinin de iyi bir koca olmadığını itiraf etse de, “bu ahlaksız kadın”ın yazdıkları genç kızlara okutulmamalıydı. Kitap bunca olumsuz eleştiriye maruz kalırken, bir yandan da bu kadar çok satılmasının ardındaki ahlaki ikiyüzlülük ve itiraf edilmeyen dikizci merak anılmaya değer.
Müstehcen, uygunsuz veya gayriahlaki bulunarak yasaklanan veya çocuklar ve gençlerden uzak tutulan kitaplar söz konusu olduğunda erkek ve kadın yazarların kaleme aldıkları arasında kayda değer farklar vardı. Bunu o yaşlarda seziyordum fakat yıllar sonra bu kitapların bazılarını tekrar okuduğumda bundan emin oldum. Erkek yazarların müstehcen sayılan romanları/öyküleri kadının nesneleştirildiği, bazen pasifleştirilip bazen azgın bir nemfoman karaktere büründürüldükleri, fahişeliğin bir suç ve ahlaki zaaf, fahişelerinse erkekleri baştan çıkaran, ailelerin dağılmasına sebep olan fettan kadınlar veya haz kaynağı olmaktan başka nitelikleri bulunmayan hikayesiz bedenler olarak sunulduğu, dulluğun bir handikap sayıldığı, dul kadının cinsel açlık çeken, beklenti içinde bir karakter olarak karakterize edildiği, lezbiyen ilişkinin bile erkeğin cinsel arzusunu kabartan bir seyirlik performans olarak kurgulandığı metinlerdi. Bu metinlerde kadınlar erkeğin arzulu bakışına ve hazzının hizmetine sunuluyorlardı.
Attila İlhan’ın hem yasaklı kitaplar listesine giren, hem de ahlaki olarak uygunsuz bulunup ben dahil birçok gencin uzak tutulduğu, erkeklerinse kuytuda köşede okudukları Fena Halde Leman ve Haco Hanım Vay adlı romanları bu tarz kitaplara örnektiler. Her ikisinde de eşcinsel aşk veya ilişki dolaylı olarak ahlak dışı, hayvani ve sapkın olarak sunulmakla birlikte, iç gıcıklayan pornografik bir gösteriye dönüşüyordu. O dönem erkek eşcinselliğini konu eden veya karakterleri arasında eşcinsel erkekler olan romanlar da toplum ahlakı bakımından sorunlu bir kategori teşkil ediyorlardı. Çocukluk ve gençlik yıllarımda, eve nasıl ve nereden gelmişse gelmiş, geçen yıl eski kitaplar arasında rast gelerek hayranlıkla okuduğum bir James Baldwin kitabı, Giovanni’nin Odası, benden köşe bucak kaçırılmıştı.
Necati Cumalı’nın Ay Büyürken Uyuyamam’ı, Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı’sı, hatta yıllar sonra yayımlanan, oğul Ahmet Altan’ın Sudaki İz ve Kılıç Yarası Gibi romanları müstehcenlik iddiasıyla yasaklılar listelerine girmelerine, hatta yargılanıp toplatılmalarına rağmen, eleştirel bir bakışla okunduklarında, Ahmet Altan’ınkiler bir ölçüde farklılaşmakla birlikte, cinsel özgürlüğü ve çeşitliliği erkekler için meşru gören bir zihniyetin ürünleriydiler.
Kadın yazarların cinselliğe veya cinsel özgürlüğe yer verdikleri kitapları yasal engellere ve ahlaki sorgulamalara erkeklerinkinden daha fazla maruz kalıyorlardı. Burjuva sınıfından evli bir kadının devrimci bir erkeğe duyduğu aşkı anlatan Yarın Yarın, kadına yönelik bir cinsel istismar hikayesi olan Asılacak Kadın ve genç bir kadınla orta yaşlı bir erkeğin tutkulu ilişkisini, cinselliği öne çıkararak anlatan Bitmeyen Aşk adlı kitapları yasal takibata uğrayan, yasaklanan ve yazdıkları kendi hayatından sahnelermiş gibi sunulup, Füsun Erbulak gibi kamuoyu nezdinde ahlaki değerleri sorgulanan yazar Pınar Kür, bir söyleşisinde kendi döneminin erkek yazarlarından hiç birisinin yazdıkları sebebiyle bu kadar ağır bir tepkiyle karşılaşmadıklarını anlatıyordu. Karakterlerinin gerçek hayattaki karşılıkları merakla araştırılan Ela ile Memet’in ahlaki kalıplara sığmayan, sancılı duygusal ve cinsel ilişkisini anlatan Sevgi Soysal’ın Yürümek’i de kovuşturmaya uğrayanlar arasındaydı. Usturuplu anlatımına, cinsel ilişki sahnelerinin ölçülü tasvirine bugünden bakınca sakıncasının ne olduğu anlaşılamayan roman, görünürde yeni bir aşk, gerçekte ise bireyselliğini inşa edebileceği özgür bir hayat için evliliğini bitiren kadın prototipine gözdağı vermek amacıyla karalanıyor ve hırpalanıyordu.
Cinsel özgürlüğü bir yana bırakın, kadının ailesinden ve yaşadığı şehirden uzaklaşmasına bile tahammül edilemeyen, bir zamanlar Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanının bile uygunsuz bulunarak genç kızlara yasaklandığı bir kültürden bahsediyoruz nihayetinde. Yıllar önce doktora tezim için sözlü tarih görüşmeleri yaptığım, erken Cumhuriyet döneminde çocuk ve genç kız olan kadınlar, nişanlısının ihanetini affedemeyip İstanbul’daki konforlu ve güvenli hayatından uzaklaşan, öğretmenlik yaparak Anadolu’daki milli mücadele hareketine destek olmak, bir yandan da aşkın ve ihanetin acısından kaçmak cesaretini gösteren Feride ailelerini tedirgin ettiği için bu kitabı okumaktan men edildiklerini anlatmışlardı. Okuma-yazma oranının oldukça düşük olduğu dönemde, kendileri okumasalar dahi kitabın “kötü şöhreti” aileler arasında kulaktan kulağa yayılmıştı.
Yetmişli yıllarda Garantili Kız Tavlama Yolları, Kırmızı Yorgan, Boccacio’nun Erotik Hikayeleri gibi kitaplar basan Soyut Yayınevi, 1975’te yayımladığı, yazarlarının tümü erkeklerden oluşan, çıplak bir kadın bedeninin cinsel organına “dikkat” anlamına gelen bir trafik işaretinin yerleştirildiği kapağıyla Müstehcen adlı derlemede devletin bu tür yayınlar üzerindeki baskısını eleştiren yazılara yer veriyordu. İlhan Selçuk, Melih Cevdet Anday, Orhan Duru, Attila İlhan gibi yazarların yakındıkları baskı ve yasaklamalar tümüyle erkek yazarların, kadının bir arzu nesnesi olarak konumlandırıldığı erotik ögeler taşıyan eserlerine yönelik olanlardı. Erkeklerin “hoşafın yağı kesildi” türünden şikayetleri çoğunlukla, kadın meslektaşlarının cinsel özgürlüğün peşindeki, tabu yıkan yayınları sebebiyle hor görülmeleri, toplum dışına itilmeleri ve cezalandırılmalarına yönelik bir itiraz içermiyordu.
80 darbesinden sonra siyasi yasaklar gündeme gelince, politik bir niteliği olmadığı düşünülen feminist hareket kendine sızacak çatlaklar, olgunlaşıp çeşitlenecek bir iklim buldu. Bu iklimde yetişen ürünlerden biri Kadınca dergisi çevresinde gelişen ve genelde kadın özgürleşmesinin, özelde de cinsel özgürlüğün temelini atan anlayışın vardığı nokta olan Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok romanıydı. 1988’de yasaklanan roman, tüm engellere rağmen rekor düzeyde okundu. Devlet katında yasaklanan Kadının Adı Yok, babaevlerinde de çoğunlukla uygunsuz bulunup genç kızlara men ediliyordu. Romanda bir tür ahir zaman Feride'si olan isimsiz kadın kahraman evini, kocasını, rahatını terk edip özgürleşmeyi tercih ediyordu.
80’lerde tüm dünyada önü alınamaz bir biçimde gelişen kadın hareketi kaybedecek bir şeyi kalmayanların gücünden ve cesaretinden beslenen bir kadın yazınının oluşması için patikalar açtı. Anaakım yayıncılık ve edebiyat piyasası içinde ve sektörün rekabetçi koşullarında ancak bu patikalardan yürüyebilen kadın yazarlar o gün bugündür sayıca artan edebi üretimleriyle, çıkardıkları dergilerle, kurdukları az sayıda yayıneviyle hikayelerini daha özgürce anlatmanın yollarını arıyorlar.