Üç ayrı bahse gireceğiz. Birbirlerine bağlanıyorlar. Benim bağlamam gerekmeyecek.
TAHRİK ETMİŞSE BOĞUP YAKABİLİRİZ
Dün bir kadın katili daha artık âdet olmuş koruma-kollamadan yararlandı. Pınar Gültekin’i öldüren Cemal Metin Avcı’nın taammüden cinayetten alacağı ağırlaştırılmış müebbet cezası, mahkemece “haksız tahrik” gerekçesiyle 23 yıla indirildi. Böylece, uzun boylu bir genç kadını boğarak kendinden geçirdikten sonra âdetâ katlayıp bağlayarak bidona sokan, tahta parçalarıyla destekleyerek yakan, üzerine beton döken bir suçluya yönelik şefkati aracılığıyla “yüce Türk adaleti” hepimize -yani erkek olanlarımıza- şöyle demiş oldu: Eğer bir kadın sizi yeterince tahrik ederse onu boğabilir, bidona koyup yakabilir, üzerine beton dökebilirsiniz.
Devlet politikasına ilişkin resmî mesaj -çünkü mahkeme kararları artık devlet politikasına ilişkin bildirimlerdir- bununla da sınırlı kalmadı. Kadın öldürenlerin “koruyucu aile”lerine de erkek-kadın ayırmaksızın uzandı. Muğla 3. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti onlara da dedi ki: Ailenizden herhangi bir erkeğin herhangi bir kadını boğarak öldürmeye kalkmasına, belki henüz kendindeyken, belki baygınken oradan oraya taşımasına, bağlayıp bidona sokmasına, yakmasına, üzerine beton dökmesine ve cinayeti örtme faslında başka her ne halt edilecekse onları etmesine gönül rahatlığıyla yardımcı olabilirsiniz, çünkü bunun cezası yok. Oğlunuza birşey olmasın! Zira katil Cemal Metin Avcı ile birlikte -özellikle suç delillerini gizlemekten, yok etmekten- yargılanan kardeşi Mertcan Avcı, annesi Ayten Avcı, babası Selim Avcı, boşandığı eşi Eda Karagün ve ortağı Şükrü Gökhan Orhan “kemiksiz” beraat ettiler.
Uygun şartlarda kadınların öldürülebileceğine dair sapıklık kenarda, icabı halinde uygulanabilir yasa maddesi gibi dursun isteyen adamların ve iktidar çevrelerinin cinayet ertesinde yürüttükleri canhıraş faaliyetler de bu mahkeme kararıyla mutlu sona ulaştırmış oldu. Zira Pınar’ın hayatından cinayeti haklı kılacak malzeme aramak için çıkılan seferberlik çok kişiyi kan ter içinde bırakmıştı. Acaba Pınar ne yapmış olsa bu korkunç sonu hak etmiş sayabilirdik onu? Eskort olsa? Fahişe olsa? Katilin metresi olsa? Bir ara ortaya atıldığı üzre, adam tutup katili dövdürmüş, ona tecavüz ettirmiş olsa? Bunu yaptırabildiğine göre, mafya elemanı, hattâ meselâ mafyacının gözdesi olsa? Yok, basitçe, gece kulübünde striptizci, direk dansçısı olsa? Birileri oturdu, bunların bazılarını ciddî ciddî denedi. Hepsinin zihninde, yargıçlarla paylaştıkları şu varsayım yeralıyordu: Kadın, öldürülmesini meşru kılacak bir şey yapmış olabilir.
Sapkınlığı sindirmiş olanlar için bu öylesine doğru ki, ortalama kara filmde bile fazla kaçacak, kan donduran bidonlu alevli betonlu hunharlık kenara itiliyor, başka durumda bütünüyle suçlunun aleyhine işleyecek olgu, katilin cinayeti itirazsız kabullenmesi, bir nevi masumiyet ibrazına dönüşüyor: “Adam kabul de etti. Kimbilir nasıl tahrik edildi ki öldürüldü!” oluyor.
AKP-MHP-devlet koalisyonu döneminde mahkemelerden çıkan kararlara bakınca memleketimizde herhangi bir adalet mekanizmasının bulunduğuna güvenemeyeceğimizi anlıyoruz. Anladık. Buradaki ideolojik koşullanma dönemi aşıyor. Bu ülke, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin,” gibi bir berbat lafı kararına dayanak yapan mahkeme başkanı gördü! (Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesi, 1985/254 no’lu karar, 10.9.1985. Hakim Mustafa Durmuş -23227-, hamile kadının boşanma talebini reddederken.) Kadınların muazzam tepkisine yolaçmış, âdetâ feminist şahlanışa sebep olmuştu bu çirkin tavır. Şimdi tepkilere meydan vermemek için daha sık şiddete başvuruluyor. Ses çıkarılamadıkça, mâlûm kafa silkinip kendini buluyor, katillerden yana daha açıkça taraf tutulabiliyor.
İzahata girmeden bodoslama şöyle diyeceğim: Bahsettiğimiz, bir yöneten zihniyetidir. Bir “kafa”.
NE İSTESEK ALIRDIK, ALMADIK
Türk Hava Kurumu, geçen yılın yaygın orman yangınları sırasında muazzam ve hayatî ihtiyaç varken “bunlar artık kullanılmaz” denerek kaderine terk edilen dokuz yangın söndürme uçağından dördünün bakımının tamamlanmak üzere olduğunu, bu uçakların bu yıl kullanılacağını açıkladı.
Yangın söndürme uçaklarının sayıca yetersizliğinin açıkça görüldüğü canhıraş yangın günlerinde bu uçaklar çok tartışma konusu edilmiş, bunların neden gözden çıkarıldığını soranlar “eskide kalmak”la eleştirilmiş, olay bir anda AKP’nin siyasî hasımlarıyla çekişme vesilesine dönüşmüş, gürültü patırtı arasında memleketin güneydoğusunda aşağı yukarı 250 bin futbol sahası kadar ormanlık alan yanıp kül olmuştu.
30 Temmuz 2021 günü Cuma’yı İstanbul’da Çamlıca Camisi’nde kılan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a çıkışta gazeteciler bu uçakları sordu. Erdoğan için mevzu netti: “THK’nın elinde buralarda rahatlıkla kullanılabilecek uçak falan yok.”
Varmış işte… Ona göre yoktu. Buna karşılık “siyaset ve spekülasyon” vardı, “siyasî partilerin yaklaşım tarzları… üzüntü verici”ydi. Cumhurbaşkanı, kırk beş “fonksiyonel” helikopterle çalışıldığını, İHA’larla “bölgelerin durumunu sürekli incelediklerini” söylemişti. Helikopterlerin “fonksiyonel” olması ne demekti, incelemekle söndürmek aynı şey miydi? Erdoğan, “Bugün itibarıyla,” demişti, “uçak sayımız beş-altıya çıkmış vaziyette… Rusya’dan ve Ukrayna’dan aldığımız uçaklar var. (…) Azerbaycan da bir amfibi uçağını gönderecek.” Yani THK’nın dokuz uçağı kullanılabilse sayı ikiye katlanacaktı. Ama kullanılamıyordu. Ama şimdi bakımları yapılıyor ve kullanılabilecekler!?
Geçen yıl Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin söylediklerini hatırlamalıyız, “yönetenler” tablosunu tamamlamak için. Bakan önce THK uçaklarının “uçsa da performans verecek kapasitede olmadıklarını” ileri sürmüştü. Tartışma uzayınca, “THK’yla alâkalı bundan sonraki sorulara pek de cevap vermeyi düşünmediğini” belirtmiş, postasını da koymuştu: “İstedikleri kadar söylesinler.” Ağustos başında da “istismarcılara” seslenmiş, “Amerika’da, Rusya’da ve birçok ülkede çok büyük yangınlar çıkıyor,” diye konuşmuştu. “Bunlar günler, aylar sürüyor. (…) Sosyal medya istismarcılarına seslenmek istiyorum. Siyasî istismarcılara sesleniyorum. Türkiye, orman yangınlarıyla mücadelede hakikaten dünyanın en iyilerinden biri.” Ve sözlerini, memleket tecrübesine az buçuk sahip herkesi “demek açığı var ki böyle konuşuyor” dedirtecek mâhut söylemle sürdürmüştü: “Ne söylerseniz söyleyin, bizi, ekibimizi ve milletimizi bu mücadeleden alıkoyamayacaksınız.” Oysa onları herhangi bir şeyden alıkoyan yoktu, aksine, mücadeleyi doğru düzgün yapsınlar diye uğraşılıyordu. Çünkü o güne kadarki sabıkalarından ötürü, THK uçaklarının uçurulmamasında, biryerlerden uçaklar, helikopterler getirtilmesinde de acaba para pul dümeni var mı, diye endişe ediliyordu. Nihayet bakan, konuyu kapatma vaktinin geldiğini bildiren yönetici jargonuna başvurmuştu: “Türkiye fukara bir millet, devlet değildir. (…) Her istediğimizi alabilecek kapasitede bir ülkeyiz.” O halde niye almıyorduk?
Zira yöneten kafası şöyle çalışıyordu: yanan, gökdelenler, iş merkezleri, oteller, AVM’ler değildi ki! Ağaçlardı. Zaten kesilecekler, yerlerine gökdelenler, iş merkezleri, oteller vs. yapılacaktı.
SERBEST TAKILIN SAYI TUTMUYORUZ ARTIK
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki dün Kocaeli’de AKP İzmit ilçe örgütünün Danışma Meclisi Toplantısı’nda konuştu, belli ki şu sıralarda pek çok partilinin utançtan başı öne eğik dolaşmasına çare bulma niyetiyle, “AK Parti ailesi üyesi olarak,” dedi, “lütfen hepiniz başınızı dik tutun.” Nasıl başaracaklardı bunu? Özhaseki’ye göre “başarılar” sayesinde: “O kadar çok başarımız var ki, hükümet etme noktasında, aklınıza gelebilecek her bir alanda, Cumhuriyet tarihi boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümetlerden başarılıyız. Hangi alanda derseniz, sağlık alanında mı? Çok şükür…” Gerisini daha çarpıcı kılmak için tam “çok şükür”de gerilim arası verdim. Şöyle devam ediyor laf: “Çok şükür, hele ki AK Parti'nin olduğu, şehir hastanelerinin açıldığı, tüm hastanelerin hizmetlerinin birleştirilip en güzel hizmetlerin verildiği bir dönemde pandemiye yakalandık. Kılıçdaroğlu’nun genel müdür olduğu dönemde pandemi gelseydi ne olurdu acaba? Düşünsenize. Ulaştırma alanında yapılan çit yollardan mı, havaalanlarından mı, hızlı trenden mi, tüneller, köprülerden mi bahsedelim? Çok şükür her birinde başarılıyız.”
Sağlıktan, salgından tünellere köprülere nasıl geçiverdik? Biliyorsunuz, uzatmayayım. Konumuz salgın. AKP döneminde geldiği için savuşturabilmişiz, yoksa… falan işte.
Gerçi fukara değiliz, ne istesek alırız, ama yazın gelecek turistin bırakacağı paranın tek kuruşundan vazgeçebilecek halimiz yok. Dolayısıyla, korona virüsünün ölümcüllüğünün ve salgın yüzünden can veren ya da yoğun bakıma ihtiyaç duyan hasta sayısının azalışından da yararlanarak, bir nevi rahatlama havası yaratabiliriz, herkes tehlikenin geçtiği hissini benimser, piyasa açılır, vs… Bu arada, sağlık bakanının ağzından, “tamamen de salmayın” anlamına gelecek bir-iki uyarıyı araya sıkıştırırız, ama genel olarak “oh, neyse…” havası yaratırız. Yöneten kafası, bu sefer de bunu akıl etti.
Ve şimdi haberler:
Son on gün içerisinde (on bir olabilir), doğrudan tanıdığım veya doğrudan tanıdıklarımın temas ettiği, yakın zamanda, çoğuyla son bir hafta içinde bizzat görüştüğüm, birada bulunduğum tam on kişi Kovit-19’a yakalandı. Dün sabah itibarıyla, on birincinin de ben olduğum ortaya çıktı.
Bunun tesadüf olması ihtimali yüzde kaçtır?
Ankara’ya giderken trende (hızlısı değil, ekspres adı taşıyan yavaşı), pulman vagonunda yanılmıyorsam altmış kişiydik, Maskeli tek kişi vardı galiba; seçemedim tam. Dönüşte hiç gözüme ilişmedi. Üstelik ara istasyonlarda inenlerle binenlerle altmış kişi yaklaşık yetmiş-seksene çıkıyordu. Gelen gidende de maske görmedim. Yedi saatten fazla yolculuk yapılan, birlikte soluk alınan verilen, öksürülen hapşırılan bir vagonda neden maske takmıyorduk? Çünkü “toplu taşımada maske mecburiyeti kalktı” denmişti. Birileri oturmuş, böyle karar almıştı. Niye?
Evet, niye? On günde sırf benim çevremde -bendeniz dahil- on bir kişi bu meret virüsü kaptıysa, maksat yakın zamana kadar düşük göstereceğiz diye taklalar atılan sayıyı bu defa bir an önce yeniden yükseltmek midir? Enflasyondan ve işsizlikten sonra üçüncü bir ligde daha başa oynamak mı hedefleniyor?
Konu ne olursa olsun aynı “kafa”dan sözedişimiz, kaderin coğrafyada değil başka yerde aranması gerektiğine kanıt değil mi?