Üç tarz-ı iktisat: Çıkış yolu
Nasıl her kriz yeni ve cesur şeyler yapmak için vesile oluyorsa, bu yönetimin ardından gelenler de daha sistemik adımlar atmalıdır. Kapsayıcı, adil ve etkin bir yapı için daha net ve cesur olmalıyız.
Ensar Yılmaz*
Türkiye’deki farklı iktisadi yaklaşımları anlamak ve sonuçlarını tartışmak oldukça önemli ve yararlıdır. Çünkü içinde bulunduğumuz kriz elbette aşılacaktır, her şey ilelebet kötüye gidemez. Fakat bu krizin aşılmasının biçimi, niteliği ve kapsamı izlenecek yeni politikalar sayesinde olacaktır. Bu, nasıl bir refah istediğimiz ile oldukça ilişkili bir konudur. Bu yüzden, farklı düşünceleri tanımak ve nasıl politikalara alan açtıklarını görmek oldukça önemlidir. Örneğin, cari açığın nedeni ve çözümü konusuna bakış açımız ülkeye dönük nasıl bir iktisadi yapı istediğimizi de gösterir.
Bu yazımda, ülke ekonomisine dair “üç tarz-ı iktisat”ı, yani üç farklı yaklaşımı tartışmak istiyorum. Bunlardan biri, cari açık problemini ve dolayısıyla rekabetçi kuru öne çıkaran iktisatçıların görüşüdür, diğeri makro istikrarı önemseyen görüş ve son olarak belli bir ekonomi politik içinde bakan ve daha çok toplumsal refahı öne çıkaran görüştür. Yani ekonominin üç farklı unsurunu önemseyen üç farklı yaklaşımdan bahsediyoruz: cari açık, istikrar ve sosyal refah.
Bunları sırasıyla açıklamak ve ekonomi politik önermelerinin bize yol gösterip gösteremeyeceklerini tartışmak istiyorum:
(i) İlk görüşe göre, ülkenin en önemli sorunlarından biri cari açıktır çünkü hem büyümenin düzeyini ve niteliğini etkilediği gibi, hem de potansiyel kriz kaynağıdır. Bu yüzden de rekabetçi kur politikası ile kapatılması gerekir. Buna göre, Türkiye ekonomisi yüksek faiz-düşük kur döngüsüyle açılıp kapanan (kalk-dur döngüsü) bir yapıdadır. Yüksek faizin cezbettiği sermaye akımları döviz kurunu baskılayarak cari açığı artırmakta. Bu da iki temel sorunu çözdüğü görüntüsü oluşturmaktadır. Bunlardan biri düşük enflasyon (düşen döviz kuru kanalı), diğeri yüksek büyüme (büyük oranda tüketim ve ithalatın katkısı). Sonuçta artan cari açıklar sürdürülemez hale geldiğinde, enflasyon düşükten yükseğe, büyüme artıdan negatife geçer. Bu yüzden, bu görüşe göre, bu sarmaldan çıkmanın yolu yerli parayı yeterince değersizleştirmektir. Bu, adeta özgürlüğü elinden alınan ve sonsuza kadar zorunlu ve tekrarlı bir işi yapmaya koşulan Sisyphus’u özgürleştirme çağrısı gibidir. Türkiye’de bu görüşü yaklaşık 15-20 yıldır duyarım.
Fakat bu yaklaşım göründüğü kadar masum olmadığı gibi, oldukça da sorunludur. Cari açığın kronik bir hal aldığı ve ülkede bir kalk-dur döngüsünün olduğu doğrudur. Fakat bu, rekabetçi kura bırakılmayacak kadar karmaşık bir problemdir. Bu yaklaşımın temel zaafı, sorunu sadece cari açık olarak görmesidir. Oysa kronik cari açık, açık bir ekonomide sadece bir semptomdur. Temelleri 1980’lere dayanan ülkenin üretim yapısı ile ilgilidir. Bu dönemden itibaren üretim büyük oranda bazı teşviklerle kısa dönemli kar hedefi olan firmalara havale edilmiş durumdadır. Bu yanıyla, Türkiye’de üretimin ve sanayinin niteliği bir kamu başarısızlığı olduğu gibi bir piyasa başarısızlığıdır. Yani uzun dönemli bir planlama olmadığı gibi, firmaların da üretken ve yüksek teknolojiye geçme yönünde bir hedefi olmadı. Bu yüzden, rekabetçi kur önerisi üretim yapısını değiştirecek güçte bir politika değildir, sadece ilave destekleyici bir politikadır. Dahası, ülke ekonomisini gereğinden fazla emek yoğun yaptığı gibi, dış ticareti “kur bağımlısı” hale getirir. Böylece, Türkiye’de firmalar rekabetin sağlıklı alanının verimlilik olduğunu unuttular. Çünkü döviz kurunu değersizleştirerek fiyatı aşağı çekmek, teknoloji ile verimliliği artırmaktan daha kolaydır. Yani döviz kuru ile oynamak, malın maliyet ve niteliği ile oynamaktan daha kolaycı bir ekonomik tedbirdir. Bir firmanın kolayca ithalat yaparak kar ettiği ve düşük katma değer ekleyerek ihracat yaptığı bir ülkede, cari açığın kronik bir girdap yaratacağını öngörmek zor değildir. Fakat birinci tarz-ı iktisatçılar cari açığın finansmanına odaklanır, üretim tarafına değil.
Aslında rekabetçi kurla amaçlanan özü itibariyle yerli tüketimdeki düşüşü yabancı talep ile dengelemektir. Ücretlerin baskılanmasıyla emek yoğun ürünlerde karşılaştırmalı üstünlükler elde edilir. Döviz kurundaki artışla maliyeti artan ithalat girdileri düşünüldüğünde ihracatçının avantaj sağlayacağı tek unsur ucuz emektir. Bu şekilde, ucuz emeğin ürettikleri ile hem yerli firmalara (az maliyet) hem de yabancı tüketicilere (ucuz mal) kaynak transferi sağlanır. Fakat bu görüş bu durumu önemsemez, özü itibariye ülkeye bir firma gözüyle bakar ve belli nesilleri gözden çıkarmayı hedefler. Sermayeye kaynak transferi sağlayarak gelecek mutlu yılların düşüne dayanır. Bu yanıyla, cari açığı sadece sorun yaratan izole bir değişken gibi görür. Ama etrafında örülmüş olan refah ağlarını görme konusunda o kadar da istekli değildir. Gelirin nasıl paylaşıldığından ziyade, ortalamada iktisadi refah ile ilgilenir, yani büyük oranda uzun dönem kırıntı paylaşımını (trickle down) savunur. Bu yanıyla, rekabetçi kur halkı yoksullukla terbiye eden bir fonksiyon edinir. Döviz kurundaki değişmelerin sınıfsal bir tarafı olduğu kolayca unutulur. Sürekli dile getirdiğim gibi, Türkiye gibi açık bir ekonomi ve yerli parasının dışında bir para ile ticaret yapan ülkelerde döviz kuru basit bir fiyat değildir. Sadece emeği değil, enflasyon, büyüme, üretim yapısı ve sektörel dönüşüm gibi çok sayıda temel değişkeni etkiler. Cari açığın kapanması için yerli paranın değersizleşmesini savunmak bu değişkenlerdeki değişimlerin hepsini kısmi yan-etkiler gibi görmektir.
Aslında bir ülke çok kolayca cari fazla yaratabilir. Bunu da gümrük tarifeleri ve döviz kuru ile pekâlâ yapabilir. Ama bu kolaycı metot açık ve üretim potansiyeli dış kaynak gerektiren bir ekonominin tekrardan ithal ikameci yöntemlere geri dönmesi demektir. Bunun da ciddi dar boğazlar yarattığını tecrübelerle biliyoruz. Burada şunu ifade etmek gerekir, ticari fazla veya açık, doğası gereği iyi veya kötü değildir. İyi “dengesizlikler” mümkündür. Eğer açık veren ülkelerde yatırım imkânları oldukça iyi ise bunu ithalatla sağlamak mümkündür. Fazla veren ülkelerin tasarrufları açık veren ülkelerin daha karlı yatırımlarına yöneliyorsa, bu durumun her iki taraf için de pozitif etkileri olur. Örneğin, Japonya ve Güney Kore’nin belirli bir dönem boyunca ithalatları ihracatlarından daha yüksek seyretti. Fakat buna rağmen, üretim potansiyellerini ithal ettikleri sermaye malları ile belirli bir planlama perspektifi içinde uzun dönemde genişlettiler. Bunu sadece firmalara bırakmadılar. Dahası, ticari fazla da her zaman iyi bir durum olmayabilir. Çünkü ticari fazlanın iyi yatırımlara yöneleceği konusunda da bir garanti söz konusu değildir. Örneğin, son dönemlerde çok sayıda araştırmacının da ifade ettiği gibi cari fazla veren Almanya’nın yurtdışı yatırımlarını iyi yönetemediği ve zarar ettiği şeklindedir. Kısaca, açık veya fazla vermenin sağlıklı veya riskli olmasını belirleyen şey, açığın bir planlama içerip içermediği, nasıl finanse edildiği ve fazlanın hangi yatırımlarda kullanıldığı ile ilişkilidir.
(ii) İkinci yaklaşım, genelde ana akım iktisatçılarının ve pratisyen/piyasa iktisatçılarının yaklaşımıdır. Bu görüş, ülkedeki temel mevcut sorunu bir makro istikrar sorunu olarak kodlar. Piyasaları referans alan, problemleri merkez bankası bağımsızlığına, beklentilerin bozulmasına, belirsizliğin artmasına ve politikacıların kötü yönetimine indirgeyen bir yaklaşımdır. Elbette, Türkiye’de bugün bu bahsi geçen türden sorunlar fazlasıyla mevcut, yani ciddi makro istikrar problemi olduğu açık. Fakat bu görüşün ima ettiği şey makro istikrar sağlamanın yeterli olduğu şeklindedir. Bunu da büyük oranda Derviş programı benzeri bir programı tavsiye etmelerinde de görüyoruz. Temel mesele, fiyatların istikrarıdır, yani enflasyon, faiz ve döviz kurunun istikrarıdır. Bu anlamda istikrar elbette önemlidir. Fakat insanların refahındaki genel düzey ve değişimin ihmal edildiği açık, sadece makro istikrarın bunu sürdürebilir ve katlanabilir kılmasına dikkat kesilir. Örneğin, ücret düzeyinden çok, ücret artışlarının enflasyonu yükselteceği korkusu çok daha egemendir. Çünkü emeği bir maliyet olarak görme eğilimi daha baskındır, bu yanıyla birinci tarz-ı iktisatta olduğu gibi büyük oranda firma perspektifi hâkimdir. Cari açığın bir değişken olarak görülmesinde olduğu gibi, burada da fiyat istikrarı sadece bir değişkendir ve içinde insana dönük sahici bir refah kaygısı yoktur.
Burada şunu söylemek isterim, bu görüşün temel perspektifi ülkede şu an içinde bulunduğumuz istikrarsız döneme ait taleplerle sınırlı değildir. Bunun bugünlerde daha fazla dillendiriliyor olması sadece bu döneme ait düşünceler olduğu izlenimi yaratmasın. İstikrarcı makro iktisatçıların kısa dönem perspektifi özünde uzun dönemlidir. Yani kısa dönem bu anlamıyla uzun dönemden ayrı değildir, hatta aynıdır. Çünkü her dönemde önemsenen sadece enflasyonun, beklentilerin veya en genel anlamıyla ekonominin istikrarıdır ve belirsizliğin azaltılmasıdır. Fakat şu gerçek ki, ne kadar istikrar önemsenirse o kadar temel kamusal refah sorunları ihmal edilir. Bu görüşün, temel refah sorunlarını dikkate almadan sadece temel makro istikrara odaklanması bana Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözünü çağrıştırır. Yanlış bir yapı içinde doğru şeyler yapma zor olduğu gibi, sonuç da vermez.
Bu görüşün, kamusal refahı dikkate almadan sadece acıları sürdürülebilir kılmak için üzerinde inşa edilen görünür istikrara atfettikleri abartılı önem çok açıktır. İstikrar piyasaya atfedilen önemi temsil eder ve buna göre, iktisadi hayat mekanik ve teknik bir piyasa mekanizmasına indirgenir. Tabii ki her sorun formüle edildikten sonra çözümü tekniktir, ama ilk önce sorunun ne olduğuna karar verilmelidir. Bu anlayışta da ilk görüşte olduğu gibi, farklı aktörler yoktur, tekelleşme yoktur, finansallaşma ciddi bir problem değildir, gelir dağılımı zaten problem değildir. Var olan tek şey piyasadır ve onun istikrarlı işleyişidir. Burada da ilk görüşte olduğu gibi, kırıntı perspektifi çalışır. Bu sefer kırıntı “makro istikrar penceresi”nden serpiştirilir. İstikrarın önemsenmesi dünya genelinde ortaya çıkan finansallaşma ile uyumlu bir süreçtir. Ekonomi finansallaştıkça kısa dönem öne çıkar ve böylece istikrar talebi daha fazla dillendirilir. Merkez bankaların bu kadar öne çıkmaları tesadüfi değildir. Denebilir ki, istikrarı sağlamak daha adil, etkin bir sistemi kurmaya engel değil, hatta bunun ilk koşuludur. Bu doğrudur, fakat normal dönemlerde dahi istikrar dışında konuların gündeme getirilmiyor olması, bunun konjonktürel bir talep olmadığını, temel bir referans olduğunu gösterir. Mevcut sorunlar istikrar şemsiyesi altına alınamayacak kadar çetrefilli ve sorumluluk almayı gerektiren konulardır.
Dahası, bu yaklaşımda sorunları büyük oranda iktisadi sonuçları üzerinde görme eğilimi vardır. Adeta faili olmayan sonuçların analizi yapılır. Böylece analiz çerçevesi politik olandan uzaklaşır amorf bir piyasa istikrarına indirgenir. Politik davranış dâhil edilmediğinde veya sosyal refah dar tutulduğunda analizler karmaşık görünen ama özünde basit mekanik denge analizlerine dönüşür. Bu yüzden de çözüm önerileri büyük oranda makro istikrarın ötesine geçmez. Bu, yaşadığımız ülkenin mevcut derin iktisadi problemleri standart iktisat çözümlerinin yeterli olacağını düşündürtüyorsa bu ciddi bir yetersizlik durumudur. İktisatçıların kafalarında piyasa-dışı araçların kullanılabileceği seçeneğinin olmaması çözümün alanını da daraltmaktadır.
(iii) Üçüncü yaklaşım, cari açık dâhil mevcut sorunların büyük oranda iktisadi, sosyal ve politik tercihler içeren bir ekonomi politik içinde geliştiğini ifade eden iktisatçıların görüşlerinden oluşur. Ben de bu gruba dâhilim. Bu yaklaşımın içinde farklı bakış açıları söz konusudur. Örneğin, mevcut sorunları ve gelişmeleri sermaye grupları arasındaki rekabet/çatışmaya bağlayan görüşten, liberal ekonomik yapının tıkanmasına bağlayan görüşlere uzanan bir spektrum söz konusudur. Bu görüşlerin tamamının belli dönemleri veya durumları anlamak için belli bir ölçüye kadar anlamlı olduğunu fakat fazlasıyla yapısalcı olduklarını belirtmek isterim. Özellikle, politik aktörün daha fazla öne çıktığı ve izlenen politikaların herkesi tehdit ettiği son dönem gelişmelerini anlamak için de oldukça yetersiz kaldıkları açık. Ben daha çok mevcut sorunları ve gelişmeleri birçok yapısal unsurun yanında mevcut siyasi otoritenin politik aklının neden olduğu dinamiklerle açıklamaya çalışıyorum. Politik akıldan kastım iktidarın iktisadi ve politik hedefleri ve bunları gerçekleştirmek için tercih ettiği araçlardır.
Mevcut iktidar parti yönetimini kısaca iki döneme ayırmak mümkündür: makro-istikrar dönemi (2002-2013) ve makro-istikrasızlık dönemi (2014-2021). İlk dönemde Derviş programına sadık kalma ve konjonktürel koşullar (global likidite bolluğu) makroekonomik değişkenlerin belirli bir düzeyde istikrar kazanmasını sağladı. Bu yanıyla, ikinci tarz-ı iktisat yapanların da oldukça övdükleri bir dönem oldu. Fakat sağlanan makro istikrar ülkenin temel sorunlarını örten bir tüle dönüştü. İstikrar bu anlamıyla sorunları zamana yayarak derinleşmesine imkân sundu. Fakat bu kalıcı sorunlar ikinci dönemde ortaya çıkan istikrarsızlıkla birleşince halkın önemli bir kısmının refahını direkt tehdit eder hale geldi. Her iki dönemin de en temel karakteristiği stratejik bir kamusal akılla yönetilmemiş olmasıdır. İstikrar varken belli bir planlamaya zaten gerek duyulmadı, istikrarsızlık söz konusu olduğunda ise kısa dönem istikrarını sağlamak öne çıktı. Yani ülkede istikrar da istikrarsızlık da uzun dönem bir aklı devre dışı bıraktı.
İlk dönemde konjonktürel olarak piyasaya güvenmek oldukça cazipti. Dünyanın birçok ülkesinde sol partiler dahi piyasanın etkinliğini daha fazla vurgulamaya başlamışlardı ve dahası Çin bile başarısını piyasaya borçluydu düşüncesi yaygındı. AKP yönetimi, bir an önce devletin mümkün tüm iktisadi alanlardan çekilmesi gerektiği konusunda kendisini konjonktürel bir baskı içinde bulduğu gibi, buna dair zihinsel bir pratiği de yoktu. Bu yüzden de özel sektör alanını daha da genişletmeye çalıştı ve özelleştirmeler konusunda daha istekli hale geldi. Bu dönemde, ikinci tarz-ı iktisat yapanların görüşleri de popüler durumdaydı. Bu da sadece makro istikrara odaklanmayı kolaylaştırdı çünkü piyasalar çalışıyordu. İlk dönem aslında birinci tarz-ı iktisatçıların ifade ettiği sorunların filiz verdiği bir dönemdir. Sermaye akımı süratle gerçekleşiyor, döviz kuru değer kazanıyor ve cari açık büyüyordu. Fakat yukarıda da ifade ettiğim gibi, bu tür bir büyüme modelinin temel dinamiklerini sadece rekabetçi kurla yönetemezsiniz. Çünkü cari açık birçok sorunun kümelendiği bir meseledir.
Türkiye’de bu iki dönemde sanayi üretimi iki tür kuşatma altında kaldı. Bunlardan biri, birinci dönemde baskın hale gelen ithalat bağımlılığı, diğeri ise ikinci dönemde buna ek olarak ortaya çıkan sektörel-yanlılık politikasıdır. İlk dönemde değerlenen döviz kuru, artan ithalat ve Çin etkisi yerli üretimin potansiyel alanını birçok alanda hem nitelik hem de düzey anlamında ciddi şekilde geriletti. Yavaşça gelişen bu üretim kaybını çoğumuz fark edemedi çünkü makro istikrara gereğinden fazla önem verildi. İkinci dönemde ise, ithalatla birlikte “sektörel yanlılık” dediğim, yani iktidarın belirli sektörlerle kurduğu simbiyotik ilişkiler gelişti. Bu yanıyla, iktisadi faaliyetler inşaat gibi katma değeri düşük, dış ticarete konu olmayan ve yerel ekonomi içinde geçici tüketim dalgalanmaları yaratan emek yoğun alanlara kaydı.
İkinci dönemde, ilk döneme göre iktidarın politik aklı daha fazla sorun yaratmaya başladı çünkü bu, seçim odaklı, hızlı büyümeyi önemseyen, sabırsız ve politik olarak da dışlayıcı bir akla dönüştü. Bu dönemde, bu şekilde parti yönetiminin zaman ufkunun dar olması ve yerleşik kurumların baskılanması eşitlikçi, sürdürebilir ve akıllı bir refah artışının ortaya çıkmasını daha da engelledi. Faiz politikalarında ısrarcı politik tercihler ilk dönemden gelen daralmış üretim potansiyeli üzerine inşa edilmeye başlandığından, iktisat politikalarının sonuçları amaçlananla örtüşmemeye başladı. Bu, özünde ciddi bir iktisadi rasyonalite kaybına neden oldu çünkü en basitinden araç-amaç ilişkisinin belli bir iktisadi ve sosyal bağlamda gerçekleştiği sürekli göz ardı edildi. Sürekli yeniden paketler açılmasının özünde hep bu sabırsızlık hali var oldu ve bu da doğal olarak piyasa aktörlerinin riskten kaçınma eğilimlerini artırdı. İnşaat sektörünün ikinci dönemde bu kadar öne çıkmasının arka planında iktidarın bu “zaman tercihi” olduğu açık. Gerçi iktidar zamanla oluşan sorunlu reel iktisadi zemine rağmen, bunları daha sürdürebilir halde tutacak daha rasyonel politikalar izleyebilirdi. Bu da kendisini en azından bir sonraki seçime atabilirdi, fakat bunu da yapamadı.
Son olarak, nasıl her kriz yeni ve cesur şeyler yapmak için vesile oluyorsa, bu yönetimin ardından gelenler de daha sistemik ve yapısal adımlar atmalıdır. Bu yüzden, ne sadece kısa döneme odaklanan istikrar kaygısı, ne sadece kolaycı bir rekabetçi kur perspektifi ne de dar bir grubun refahı, bize adil ve etkin bir sistemin kurulması için yol gösterici olamaz. Kapsayıcı, adil ve etkin bir iktisadi ve politik yapı için daha net ve cesur olmalıyız.
*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü