Bazı kavramlar, kurumlar ve ilkeler üzerinde açıklamaya gerek
olmayacak kadar basittir. Güç sahibi birini, kendinizi ona çok
yakın hissetseniz dahi arkanıza alarak sanatçı olamazsınız,
yaratamazsınız. Çünkü yaratıcılık doğası gereği, yani tanımı gereği
özgürce düşünebilmeyi ön gerektirir. Herkesin baktığı şeyin
ötesinde görebilmenin, herkesin duyduğunun ötesinde duyabilmenin ve
tabii söyleyebilmenin koşulu budur. Söylediğinizde başınıza bir şey
gelme olasılığı yüksekse, beteri uçakta başka şeyler söylediğinizde
ödüllendiriliyorsanız, hele bu ödül bol para getirecek ticari bir
“bağlama” işi ise geçmiş olsun.
Bilim, başta dönemin bilimsel otoriteleri olmak üzere, hakim
siyasi, ahlaki ve düşünsel iklimden olabildiğince korunarak
gelişebilir. Modern üniversite kuruluşunda olabildiği kadar
devletten ve sermayeden özerk bir kurumsallık içinde düşünülmüştür,
bunun için de anayasal güvenceler getirilmiştir. Çünkü tanım gereği
ancak bu doğrultuda gelişebilir. Eğer bir üniversitede Sarı
Yelekliler üzerine uzmanların vereceği konferansı valilik emriyle
yasaklayabiliyorsanız, bunu ODTÜ, Mülkiye gibi yerlerde
yapabiliyorsanız, geçmiş olsun. Orada bilim diye bir şeyden
bahsedemezsiniz.
BİLİME VE SANATA DÜŞMAN
Türkiye’de bilim ve sanat kurumlarının tasfiyesini kişilerin
üzerinden düşünmemeliyiz. Tasfiye edilen bilim ve sanatın icra
edilme ortamıdır, onun imkansız kılınmasıdır. Tabii tek başına
kurumlar haline gelmiş kişilerin özellikle önemli olduğunu da
akıldan çıkarmadan söylemek gerekir bunu. Örneğin Prof. Dr. Şebnem
Korur Fincancı, bir bilim insanı olarak sorumluluğunu bir kurum
olarak taşımaktadır adeta. Bir adli tıpçı olarak, görülmeyeni,
yapılmayanı hakikati ortaya çıkarma işinde bilim insanlığı ile hak
savunuculuğunun, hakikat savunuculuğunun nasıl bir araya geldiğinin
bedeni olmuştur. İki buçuk yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.
Prof. Dr. Gençay Gürsoy, üniversite mücadelesi vermiştir, halkının
yanında bir hekimdir, Türk Tabipleri Birliği’nin Merkez Konsey
Başkanlığı yapmıştır. İki yıl üç ay hapis cezasına çarptırılmıştır.
Türk Tabipleri Birliği’nin bir önceki merkez konsey üyeleri bugün
“Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikleri için bugün o
hakimlerin karşısına çıkacaklar.
Metin Akpınar ve Müjdat Gezen hakkında açılan soruşturma,
yargının çalışma hızı konusunda göz yaşartıcıydı. Türkiye’nin yeni
anayasasının yerini bulduğunu gösterecek biçimde, ol! deyince oldu.
Benzer bir süreci Barış İçin Akademisyenler de yaşamıştır, hep
yaşıyoruz. Cemaatin yarattığı yargılama usullerinin, hukuk
uygulamalarının nasıl daha kullanışlı hale getirildiğini hep
birlikte izliyoruz. Metin Akpınar, basitçe demokratik kanallarla
iktidarı değiştirme olanaklarının ortadan kaldırıldığı bir siyasal
atmosferin, o atmosferi yaratan siyasal lider dahil bir toplumu
uçuruma sürükleyeceğini anlattı. Ardından ne kadar haklı olduğunu
gösterecek biçimde hakkında soruşturma açıldı. Türkiye’de
demokratik kanalların kapalı olduğu konuşmasından birkaç saat sonra
bizzat uygulama ile kanıtlanmıştır.
KORKU VE HINÇ
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, korkuyu
besliyor. En başta kendi içine düştüğü korkuyu. Haksızlığa uğrama
duygusunu ve hıncı körükleyerek büyüttüğü düşmanlıklar aracılığıyla
ve hıncı muhaliflerine yönlendirme başarısıyla koruduğu iktidarını
ülkenin çıkarı olarak sunma kapasitesini yitirdikçe korku kendini
sarmış durumda. Sarayları, gemileri, uçakları, ihaleleri, anayasa
ihlalini, her yeri dolaşan köprü, otoyol ve gökdelenleri saran bu
korku taşınamaz ve yönlendirilemez hale geldikçe iktidarın içinde
büyüyor. Büyüdükçe kendisinden korkmayan herkese artık
yönlendiremediği hınç ile davranıyor, haksızlığa uğramışlık
duygusunun dönüştüğü kibir ile birlikte.
Bu koşullarda Erdoğan’ın imkansız aşkı olan kültürel
hegemonyanın elde edilmesini düşünmesi bile gülünç. Çünkü sanat da
bilim de yüksek etik ilkeler gerektirir. İhale açıp insanları
ödüllendirerek, onların gözünü korkutup yönlendirerek elde
edebileceğiniz bir alan değildir her ikisi de, tanımları gereği
değildir. Dolayısıyla bu koşullarda Misvak karikatürleri ve Necip
Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak uyarlamalarından başka bir şey
bulamayacaklar. Sanata ve bilime dönük hıncın ve düşmanca tutumun
nedeni tam da bu işte. Hâlâ Metin Akpınar’ı seviyor insanlar, Ahmet
Telli okuyor, Gençay Gürsoy’un, Şebnem Korur Fincancı’nın yanında
duruyor. Bu haksızlığa uğramışlık yaratıyor, hınç ve kibir
yaratıyor; korkuyla bezeniyor sonrasında hepsi, büyüyen ve artık
yönetilemeyen bir korkuyla…