Ölümle bu kadar iç içe yaşayıp, yasa da bir o kadar uzak kılındığımız, içinde yaşadığımız için belki de anlamlandırması çok uzun sürecek bir dönemde yaşıyoruz. Yaşamın zorluğu, gündelik kaygılar, insanı ölümün soğukluğundan uzaklaştırıyor diyebilir miyiz, bilmiyorum. Belki de öyledir. Hayatın gerçekten herkes için daha da zorlaştığı bir zaman bu; bir yandan salgın, bir yandan nefes aldırmayan kapitalist devlet politikaları insanın ölümle kurduğu ilişkiyi de dönüştürüyor olabilir ya da o bilindik cümlenin söylediği gibi, “Ateş düştüğü yeri yakıyor.” Sayıya indirgenmiş ölülerin hayat olduğu unutulup gidiyor kargaşada. Ölüm, sadece düştüğü yerde anlamını koruyor. Ortak yas tutulamıyor, oysa insanın ölüme dair kültürel edimleri, yas pratikleri, cenaze törenleri bu ortaklığa atıf yapar. Bu nedenle pandemi koşullarının zihinlerimizde açtığı en büyük yarık, ölenin ardından ortaklaşamayan bir yas travması olarak kalacak belki de. Dastur, ölüm sonrası ritüellerden bahsederken şuna dikkat çekiyordu: “…bu pratikler, canlılar üzerinde egemen olan doğal düzene, yani yaşam ve ölümün sonsuz döngüsüne meydan okuyarak kültürün ortaya çıkış ve gelişimini sağlamıştır. Bu meydan okuma tabii ki semboliktir, zira gidenler geri dönmeyecektir. Fakat yine de insanın ölümle kurduğu, kabul ve reddi aynı anda içeren muğlak ilişkiyi açıkça ortaya koyar.”(1) “Giden geri dönmez” ama ölüm sonrası ritüeller onun ölümünü kabul ederken bir yandan da bir yerlerde varolacağı hissini güçlendirir. Mezarların da sembolik olarak işlevi ölüye bir ev vermek değil midir? Bir şekilde onu ziyaret etmek, inandığınca dua okumak, çiçek dikmek, onu aslında yaşamın bir yerine yerleştirmek, yokluğunu kesin kabul etmemek ve bu durumu muğlaklaştırmak anlamına gelmez mi? Törenler, yas süreçleri, mezarlar bir şekilde ölümle yaşam arasında kurulan bağı yansıtır, bir yandan “Kabuldür çünkü cenaze töreni, artık varoluşun sonuna gelmiş olan müteveffanın ölümünü tesciller. Ama aynı zamanda bir reddetmedir, zira uzak âlemlere göç eden kişiyle yine aynı tören sayesinde başka bir ilişki başlamıştır” diyor Dastur. Bu nedenle tüm bu süreçte tanık olduğumuz ama uğurlayamadığımız ölülerle aramızdaki bağ, yaşamın ölümle ortaklaşan, insana dayanma gücü veren yanı da aşınıyor. Paylaşılamayan yas, tekilleşerek sadece en yakınındakinin yükü haline geliyor.
Jankelevitch, “ölüm toplumsal bir olgu mudur?”(2) sorusunu sorar ve ölüyle olan yakınlığa göre ortaya çıkan farklı ilişkilenme biçimlerine dikkat çeker: “…(ölüm) çocuğunu, karısını, ailesini vs. kaybetmiş biri için karşılaştırma kabul etmez, kendi türünde biricik, tam bir kişisel trajedidir.” Düşünür bu durumu, “ikinci şahsın ölümü” olarak yorumluyor, “birinci tekil şahsın” yani kendimizin ölümü hakkında deneyim sahibi olamadığımız için insanın en yakın deneyimlediği ölüm türü “ikinci şahsın ölümü”dür, “en çok benin ölümüne benzer, ama ne benim ölümümdür ne de toplumsal olgunun kişisiz ve anonim ölümü. O benden başka biridir, demek ki ben yaşamaya devam ederim. Ben onu ölürken görebilirim. Onu ölü görürüm. Benden başka biridir ama aynı zamanda beni çok yakından ilgilendirir…” Ben’i en yakından ilgilendiren bu ölüm, Covid-19 sürecinde yakınlarını kaybeden pek çok insanın, yalnız başına deneyimlemek zorunda kaldığı ölümdür. Kişinin kendi ölümüne en yaklaşan ölümün yasını tek başına tutmak zorunda kalması şüphesiz ki yaşananın ağırlığını arttırır. “İkinci şahsın ölümü”, insan için önemlidir çünkü Jankelevitch’in hatırlattığı gibi böylesi bir kayıp aynı zamanda sıranın size geldiğini hatırlatır. Kişi, kendi ölümünün zamanını hisseder. Salgın dönemindeki ölümlerin getirdiği yas yokluğu, ölümün genellikle “üçüncü tekil şahsın ölümü” olarak algılanmasına sebep oluyor. Bu, ölümü demografik ve sıradan bir şeye de dönüştürüyor aynı zamanda. Ölüm böyle algılandığında, “Ölünün yeri çok çabuk doldurulabilir. Hayat, boşlukları zamanla doldurur ve hiç kimsenin yeri doldurulamaz değildir. Biri kaybolup gider ve yerini bir başkası alır. Bu, üçüncü tekil şahsın ölümüdür, yol üstünde kalp krizinden giden biri gibi, herhangi birinin ölümüdür” şeklinde ifade ediyor bunu Jankelevitch. İnsanın her ölüme aynı şekilde tepki göstermesi, aynı çaresizliği duyması imkânlı değildir. Bu nedenle, “ikinci tekil şahsın ölümü” ile “üçüncü tekil şahsın” ölümü arasında fark vardır. Ancak salgın sürecinde, “sen” diye hitap ettiğimiz yakınlarımızı uğurlayamamamız, onunla bağımızı yansıtan tören ve mezarla kuracağımız ilişkiyi de aşındırıyor. Onun dünyadaki varlığıyla, ölümden sonraki varlığı arasında yaşamda kuracağımız ilişki yok oluyor, bu süreçte ölümün neredeyse tamamı “üçüncü şahsın ölümü”ne indirgenmiş durumda. Gözümüzün önünden geçen sayılar, her şeyi tabloda veriye dönüştürürken insani olan pek çok şeyi de alıp götürüyor; şaşkınlık, şok gibi insanın belki de en çok ölüm karşısında duyabileceği hisler, enformasyon hızıyla birlikte kaybolup gidiyor. Hindistan’da ölülerin dozerle taşındığı görüntüler bile anlık bir iç yanmasıyla solup gidiyor ekranda. İnsanın ölümle kurduğu yas ve ortaklık ilişkisi günden güne yara alıyor.
Elbette cenazelerin kalabalık olmamasının gerekli olduğu bir süreç yaşadığımız, burada bahsetmeye çalıştığım daha çok insanın tarih boyunca yaşamının önemli noktalarından biri olmuş sonlu varlık olma duygusunun bile önemini kaybettiği bir zamanda yaşıyor olabileceğimiz. İnsan türü, kendi varlığını anlamlandırmaya başladığı zamanlardan bu yana ölüm duygusuyla baş etmeye çalışıyor. Öleceğinin farkında olarak yaşayan tek tür olduğumuz hatırlandığında, bunun trajik bir anlamı da var. Bu nedenle türümüz ölümsüzlüğü bulma çabasında kendi varlığına dair pek çok şeyi heba etti. Neolitik Dönem hikâyesi olan Gılgamış Destanı’nda, ölümsüzlüğü aramak için onca maceraya atılır Gılgamış, başka topluluklarda ab-ı hayat adı verilen suyun peşinde bir sürü hikâyeye rastlarız. Modern bilim ve tekniğin de nihai hedefi, insanı ölümsüzlüğe kavuşturmaktır. Her şeyin insan merkezli olduğu bir dünya çabası, insanın tanrılığını ilan etmek, aynı zamanda ölümsüzlüğe ulaşmak değil midir? Şunu da hatırlamak gerekiyor ki, ölümle ilişkinin aşınması da yeni değil. Zaten ölümün yakından deneyimlenmesi, ölüye tanık olma gittikçe yaşamın kıyısına itiliyordu. Cenaze merasimleri kısalıyor, ölüler için ağlayıcıların çalıştırıldığı şirketler kuruluyordu. Kısacası, insanın ölenle kurduğu başta bahsettiğimiz ilişki zaten tehlike altındaydı, şimdilerde her gün tanık olduğumuz ölümler -hem de tedavisi olan ve patent nedeniyle dünyanın yoksullarının mahrum bırakıldığı aşı nedeniyle- bizden, türümüzden, çok şeyi alıp götürüyor. Başkasının acısına daha da yabancılaşıyoruz.
İnsanın ölümle ilişkisi hep çetrefilli olmuş, bu günlerde ölümle iç içe geçmiş bir hayatta, adeta bir savaş ortamında bırakılmış durumdayız, virüs kaynaklı ölümler insana dair olanı alıp götürürken aslında ölümün nedeninin sadece virüs olmadığını da biliyoruz. Öldüren, Neo-liberal politikaları esas alarak toplumun gözden çıkarılanlarının ölümünü “üçüncü şahsın ölümü”ne indirgemiş devlet politikaları. Bu nedenle ölümle ilişkimizi aşındıran şeyin sadece pandemi kaynaklı olmadığını da görmemiz gerekiyor. Tedavisi bulunmuş bir hastalıktan ölüyorsak ve aşının yaygınlaştırılması konusunda dünya devletleri adım atmıyor, ölümü seyirlik bir nesneye dönüştürüyorsa geçmişin tüm politik, bilimsel, felsefi kavrayışlarını bir daha düşünüp, ölümün ve yaşamın hiçleştirildiği bir dünyanın nereye varabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Çünkü ölüm bile anlamını kaybediyorsa, yaşam için söz almak gittikçe daha da zorlaşıyor.
- Dastur, F., “Ölümle Yüzleşmek”, s. 11-12-13, (Çev. Sinan Oruç), İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
- Jankelevitch, V., (2012), “Ölümü Düşünmek”, s. 12-13, (Çev. Yılmaz Ruhi Demir), İstanbul: Monokl.