Merdivenlerden inerken paltosunu giydi, cüzdanını kontrol etti, şemsiyesi elinde, Bulvar’dan evine doğru yürümeye başladı. Sabahki eksiklik hissi yoktu artık içinde. Keyfi yerinde, Meclis’in önünden Tunus’a doğru geçerken, "Güzel bir akşam oldu, arkadaşlara da anlatayım" diye düşünüyordu.
İyi biriydi. İyi yetişmişti. Meraklıydı, yaşamın her alanına dair. Çok okurdu. Yalnız yaşıyordu. Başarılı bir yalnızdı. Yalnızlıktan sıkılanlardan, eline yüzüne bulaştıranlardan değildi. Hatta eğlendiği bile söylenebilirdi. Ama bir eksiklik duygusu peşini bırakmıyordu. Bir şey eksikti, gününü güzelleştirecek, yaşamını daha anlamlı hale getirecek, rutinini bozacak. Yeknesaklıktan hazzetse de biraz değişiklik fena olmazdı aslında. Huzur bulduğu yalnızlığını ve çok sevdiği düzenini sarsmayacak, belki ‘küçük bir heyecan’ ifadesiyle tanımlanabilecek bir şeyler olsun istiyordu, o kadar. Tanışacağı bir insan, yeni bir eşya, hatta bir eşyanın yerini değiştirmek bile olabilirdi. Yeteri kadar eşyası ve arkadaşı vardı. Üstelik mobilyalarının evindeki yerlerinden de memnundu. Bir kişi için hayli büyük bir evde oturuyordu. Islak zemin kalebodurdu. Mutfak dolapları biraz eskiydi belki ama şimdilik idare edebiliyorken harcama yapmaktan yana değildi. Büyükçe bir mutfaktı. Bir köşesine yerleştirdiği otuz bir ekran televizyonu aldığı gün nasıl da çocuksu bir mutluluk yaşamıştı. Akşam işten çıkıyor, yıllardır yürüdüğü caddede aynı zevki alarak salınıyor, yıllardır aynı yolda yürümekten aynı zevki aldığı için kendisini sorguluyor ve sorgulamanın bir yerinde, aynı yolda yürüyüp aynı zevki almanın insanın başına gelebilecek en iyi şeylerden biri olduğu sonucuna varıp sorgulamayı bırakıyordu. Onun hemen her halinden son derece memnun oluşu, hemen hiç bir şeylerinden memnun olmayanları huzursuz ediyordu. Kendi aralarında ‘nasıl böyle biri’ olabildiğini konuşup anlamaya çalışıyorlardı. Daha yakın olanları, yaşamını renklendirmesi için öneriler getiriyordu. Evlenmesi gerektiğini, çoluk çocuğa karışması gerektiğini düşünüyorlardı. Günlerinin sıkıcı olduğunu tahmin ediyor, onun için endişeleniyorlardı. Gülüp geçiyordu çevresinin kaygılarına. Yalnız insanların o yeknesaklığa aşk duyduklarını, her bir anlarının ve o anların aynılığının verdiği huzuru kesinlikle anlamadıklarını düşünüyordu. Üzülüyordu onlar için. Çok da yadırgıyordu, hafta sonlarını paçalarına yapışmış çocuklarıyla AVM’lerde geçiren arkadaşlarının bu bilmişliklerini. Evet, akşamları aynı caddeyi yürüyerek elindeki siyah deri çanta ve yeni sayılabilecek paltosuyla, yaklaşık yirmi beş dakika içinde evine varıyordu. Terliklerini ayağına takıp üzerine rahat bir şeyler giydikten sonra hemen mutfağa yöneliyordu. Günün en güzel anıydı. Çok özeniyordu tek başına yiyeceği akşam yemeği için. Özellikle salataya. Haftada en az üç kez brokoli yemenin sağlığa yararlarıyla ilgili o yazıyı okuduktan sonra sofranın ayrılmaz parçası haline gelmişti küçük yeşil ağaçlar. Böyle isimler takıyordu sebzelere, özdeşlik kurmayı sohbet etmeyi seviyordu onlarla. Fakat yıllar sonra aynı gazetede, bu kez çok brokoli yemenin zararlarına dair bir yazı okuyunca canı sıkılmış, yarı yarıya azaltmıştı. Bunların bir dediği öbür dediğine uymuyordu zaten, bu nedenle hiçbir şeyi abartmamak gerektiğini düşünüyordu. Yemeğini yerken televizyon seyrediyor, ardından bulaşıkları bulaşık makinesine diziyordu. Günlük telefon görüşmelerinde kulaklık kullanıyordu. Bir yazıda telefonun beyne verdiği zararları okumuştu. Ardından, haftanın kitabı. Çok okuyordu. Tuvaletinde ansiklopedi cildi vardı. Yirmi dört ciltlik takımın on ikincisi yoktu ve yıllardır bakarak olup eşe dosta soruyordu o ‘on ikinci’ cildi. İlk gençlik yıllarında da çok okurdu. Okullarının başarılı öğrencisiydi. Üniversitesi iyi bir kurumdu ve babasının memuriyeti nedeniyle çok sayıda Anadolu şehrinde yaşadıktan, farklı okullarda eğitim aldıktan sonra iyi bir okulu kazanmayı başarmıştı. Sempatiyle karşılardı arkadaşlarının tembelliklerini. Kendisi yapamıyordu ama yapabilenlere de içten içe özenir bir hali vardı. "Kerata" diyordu, hayta arkadaşlarına. Okul sonrasında memuriyete adım attığında da işini mükemmel yapmaya çalışmıştı. Parmakla gösterilen bir memurdu. Her sabah işe yürümek ve her akşam eve yürümek ne güzel bir yaşamdı. Ankara’yı da seviyordu zaten. Bir eksiklik vardı ama. Ne olduğunu bilmese de, bir eksiklik. Sanki bir şey daha olsa yaşamında, daha mutlu biri olabilirdi. Yeni eşya, yeni kıyafet filan değildi ama bu. Başka bir şeyin yoksunluğu. Tanımlayamadığı bir boşluk. Belli belirsiz, içinde bir yerlerde yuvalanmış, adını bir türlü koyamadığı boşluk. Para değildi bu, yok hayır adını koyamıyordu. Yaşamını değiştirmeyecek ama o boşluğu dolduracak bir şey olmalıydı. Memuriyette bulamadığı, arkadaşlık ilişkilerinde ya da brokolide.
Bir gün, sabah vakti, işyerinde mesaiye başlamadan önce internette memleket ve dünya ahvaline bakarken, o gün ayın 17’si olduğunu fark etti. İki gün önce süper loto oynamıştı. Her çekilişte heyecanlanıyordu. Çocuksu bir şey ama öyleydi işte. Birden garip bir kıpırtı oldu içinde. Ayın 17’si. Süper Loto çekilişi. Milli Piyango idaresi, Kızılay’ın tam göbeğindeydi. Tam yirmi altı yıldır önünden binlerce kez geçmişti ve hiç girmemişti. Dönen kafeslerin başında duran ve nedendir bilinmez yerel halkoyunları kıyafetleri giydirilmiş güzelce kadınların gülümseyerek o topları alıp numaraları gösterdiğine tanık olmuştu yaşamı boyunca. Bir kez bile girmemişti kapısından Milli Piyango idaresinin. Sabah sabah anlatması güç bir heyecan sarmıştı zihnini. Yerinde oturamıyordu. Evet, akşam mesai sonrası Kızılay’a, Milli Piyango idaresine gidip 17’si çekilişini seyretmeye karar vermişti. Çekilişler halka açık yapılmıyor muydu? Kimse engelleyemezdi. Gidecekti. Delice bir merak sardı; içi içini yiyordu. Gözü gün boyu saatindeydi. 17.00’de hızla çıktı odasından, elinde siyah deri çantası ve üzerinde yeni sayılabilecek paltosuyla merdivenleri koşar adım indi. Eve uçarcasına gitti. Terliğini geçirdi ayağına, hızla üzerini değişti. İki yıl önce aldığı kareli gömleğini, özenle bir yıl önce aldığı kadife pantolonun içine soktu, pantolonu belinden biraz yukarı çekti, uyumuna özen gösterdiği çoraplarını, yeni sayılabilecek paltosunu ve bir yurt dışı gezisinde aldığı botlarını giydi. Yağmur yağar mıydı ki! Ne olur ne olmaz diyerek şemsiyesini de kaptı hemen portmantodan. Yemekle zaman kaybedemezdi. Heyecan verici akşamı, çok sevdiği dürümcüde atıştırarak taçlandırmayı istiyordu. Dürümün yanına istediği ayranın uykusunu getirebileceğini düşündüğü için canı bir an sıkılır gibi oldu. Kendisine her zaman güler yüz göstermiş ve dürümün yanına cacık getirmeyi bir kez dahi ihmal etmemiş garsonlarla vedalaşıp lokantadan çıktı ve yeniden Bulvar’a yöneldi. Neredeyse bir ömür geçirmişti bu caddelerde. Gençliğinin en güzel zamanlarını. Alman elçiliğinin binasına ve bahçesine hep özenerek bakmıştı. Biraz sağda DP’nin kurulduğu beyaz güzel binayı gördüğünde de o günleri, 1950’leri canlandırmaya çalışırdı gözünde. Elinde şemsiyesi, emin adımlarla eski Batı sinemasının hizasına vardığında, bu kez seyrettiği filmleri hatırladı. Hemen yanından geçen güzel kadına, ona hissettirmeden şöyle bir bakış attı. Çapkın bir tarafı vardı. Kızılay’a yaklaştıkça kalbi daha hızlı atmaya başlıyordu. Saatini kontrol etti. Çok kısa bir tereddüt yaşadı çekilişin saati konusunda. 21.00’de olacağını çok net hatırlıyordu aslında. Saat 20.35’te Milli Piyango Genel Müdürlüğü’nün kapısından girdi, çekilişin hangi katta yapılacağını sordu, asansöre bindi. Deli gibi atan nabzını kontrol etmeye çalışırken, salonun kapısına ulaştığını fark etti. İçeriye girdi. 17’si çekilişi için gerekli hazırlıklar yapılıyordu. Oradaki bir görevli, neden geldiğini sordu. "Çekilişi izleyeceğim" dediğinde karşısındakinin yüzündeki şaşkınlığa mutlu olup seyirciler için ayrılmış yere giderek, sahne ve kapıya yakın bir koltuk seçti. Tek başınaydı. Başka bir izleyici olup olmadığını kontrol etti bir kaç kez. Neden bir başkasının olmadığını düşündü. Şemsiyesini ve paltosunu hemen yanındaki koltuğa koydu. Sağ ayağını sol dizinin üzerine iliştirip rahatça yerleşti. Sol dizinin üzerindeki sağ ayağı heyecandan sürekli hareket ediyordu. Sahneye gelen tüm görevlilerin, kendisini gördüklerinde birbirlerine gösterdiklerini ve aralarında fısıldaştıklarını fark etti. Merak ediyorlardı muhtemelen. Bir yandan hazırlıkları izlerken diğer yandan çekilişin yapılacağı stüdyoyu tanımaya çalışıyor, tavana, duvarlara, kameralara ve birazdan topların içinde hızla döneceği kafeslere bakıyordu. Bileti gömleğinin sol üst cebindeydi. Numaraların zarar görmemesi için kağıdın yazılı yüzünü içe gelecek şekilde katlamıştı. Böyle şeylere özen gösteremeyen insanlara sinirlenirdi. Saat 20.57’de genel müdür yardımcısı geldi. Çekiliş başlamak üzereydi ve oradaki hemen her şeye hakim olmanın verdiği özgüvenle kurulmuştu koltuğuna. Bir ara memurlardan biri kendisine "Hoş geldiniz" dediğinde, mutlu oldu, başını hafifçe eğerek yanıtladı. Yüzünde kontrol edemediği bir gülümseme vardı. O esnada memurlar ile amirleri arasında, büyük ikramiye çıkma olasılığı hakkında tartışma olduğunu duydu. Oran konusunda karar veremiyorlardı. Belki de beklediği, içindeki boşluğu dolduracak an gelmişti. Hesaplamıştı çünkü. Evet, gelmeden önce iş yerinde olasılık hesabı yapmıştı. Yanıtı biliyordu. Bir anda oturduğu yerden fırladı, bürokrat ve amirlerinin yanına gidip sağ elinin işaret parmağını biraz yükselterek, "Yirmi altı milyonda bir" dedi. Saat 20.59’du, salonda derin bir sessizlik, herkes onun kendinden emin gülümser yüzüne bakıyordu. Hiçbir şey söylemediler. Genel Müdür yardımcısı, "Peki o zaman çekilişe geçelim artık" dedi. Yerine geçmiş, anlatılmaz bir iç rahatlığıyla seyretmeye başlamıştı kafeslerin dönüşünü. Toplar yuvarlandı. Yalnızca iki numarayı tutturmuştu. Vakarla gülümsedi. Herkes birbirine hayırlı olsun derken stüdyo boşaltıldı.
Merdivenlerden inerken paltosunu giydi, cüzdanını kontrol etti, şemsiyesi elinde, Bulvar’dan evine doğru yürümeye başladı. Sabahki eksiklik hissi yoktu artık içinde. Keyfi yerinde, Meclis’in önünden Tunus’a doğru geçerken, "Güzel bir akşam oldu, arkadaşlara da anlatayım" diye düşünüyordu. Bir an çeyrek kokoreç yemeyi geçirdi içinden, çok geç olduğunu fark edince vazgeçti. Hava çok güzel, limonata gibiydi. Evine yaklaştığında garip bir huzur kapladı içini. Şemsiyeyi de boşuna almıştı yanına...