Bundan bir süre önce Gazete Duvar’da “Paralel Kamular” ve “Paralel Kanonlar” başlıklı iki yazı yazmıştım. Ana fikrim, Türkiye gibi toplumlarda modernleşme sürecine uygun olarak birbirleriyle pek temas etmeyen ve/veya temasın ortak kümeler şeklinde değil, daha çok teğet olarak gerçekleşebildiği bir toplumsallık biçiminin ortaya çıkabildiği üzerineydi. Bu yaklaşım, sosyolojik anlamda cemaatler veya benim uzun yıllardır "mahalle" metaforuyla anlatmaya çalıştığım çözümlemenin son versiyonuydu. Yani, post-modern bir zeminde pre-modern addedilebilecek bazı nitelikler, modern olanla pekâlâ bir arada yaşayabiliyordu. Ancak bunun ürettiği krizler de aşikârdı. Türkiye’nin son dönemde yaşadığı sürece bu çerçevede de bakılabilirdi.
Geçtiğimiz günlerde Murat Kuşaksız’dan bir mail aldım. Kendisi yukarıda sözünü ettiğim iki yazımı okuduktan sonra, bu yazıların kendisinde çağrıştırdıklarını benimle de paylaşmak istemiş. Hatta meramını bir görselle zenginleştirmeyi de ihmal etmemiş. Aşağıda gördüğünüz çizim de onun elinden çıkmış.
Murat Kuşaksız şöyle yazmış: “Paralel Kamular” ve “Paralel Kanonlar” yazılarınız bende farklı bir düşünceyi tetikledi… Ben de paralel doğruların görsel olarak, gelecekte veya sonsuzda (ya da ufukta) aslında birleştiğini hatırlatmak istedim… Perspektif bir göz aldanması gibi algılansa da mükemmel bir doğruyu insan eliyle üretememe fikri ufukta buluşmamıza neden oluyor. Belki de kusurlarımız uzun vadede bizleri birleştiriyor… Ufuk noktasında aslında tüm gerçekler tekil ve kesişim noktaları da kamusal alan oluyor… Bu bende geleceğe umut ile bakmama neden oldu. Bir taraftan da bir arada yaşama fikrini destekleyen bir vizyon oluşturdu.
Murat Kuşaksız’ın yazdıklarını okurken ve görseline bakarken aklıma hemen Gadamer’in o meşhur “ufukların kaynaşması” metaforu geldi. Metafor diyorum, çünkü aslında ufuk yoktur. Yani uzun erimde yerle göğün tek bir çizgi olarak bütünleşmesi olarak ufuk, bir optik yanılgıdır. Çünkü yerle gök hiçbir zaman birleşmez. Gadamer’in ufukların kaynaşması dediği şey aslında karşılıklı anlamadır. Kendisini ifade edebilmek, bu metaforun tercih edilmesi bile anlamanın ne kadar zor bir şey olduğuna işaret eder. Evet, bir insanın diğerini anlaması imkânsız değilse bile neredeyse bir mucizedir. Hatta aynı sorun insanın kendisini anlaması için de geçerlidir. Kim kendini anlayabilmiş ki, diğerlerini anlayabilsin? İnsanın kendini anlamasıyla diğerlerini anlaması birbirinden bağımsız süreçler de değildir üstelik.
Ancak bireysel düzlemden toplumsal düzleme doğru hareket ettiğimizde konu çok daha karmaşık hale gelebilir. Bu kadar farklılığı bir arada tutabilmek mümkün müdür? Bu konuda sihirli bir formül var mıdır? Herkesin diğerinin de kendisi gibi olmasını istediği bir ortamda yani farklı kamuların ancak paralel olarak yaşayabildiği bir ortamda kamunun ancak ufuk metaforuyla mümkün olabilmesine fazla şaşırmamak gerekiyor.
Aslında ben Murat Kuşaksız kadar iyimser değilim. Hâlihazırda ancak paralel olabilen farklı kamuların ufuk çizgisinde bir araya gelebileceklerin en azından tarihin içkin bir telosu olduğunu pek sanmıyorum. Yani Türkiye’de herkes şu an durduğu yerde durmaya devam ettiği sürece hayat, tarih bizi tek bir kamuya götürmeyecek. Bu yolda sadece tolerans, karşılıklı saygı da yeterli olmayacak. Karşındakini anlamanın kendini sorgulamadan bağımsız olmayacağı, kendini anlamanın karşındakinin farklılığından etkilenmeyle derinleşebileceğini göz ardı etmemek gerekiyor. Kısacası kati, değişmez, sabit, verili kendiliklerle kamudan söz etmek pek de mümkün değil. Herkesin olduğu gibi olmaya devam ettiği bir Türkiye’de kamudan söz etmek metafor bile olamaz.
Bir arada yaşama fikri her tercihe asgari saygıyı içermek zorunda olmalı elbette ama mevcut paralel kamuları da asla sabit ve değişmez olarak ele almamalı. Verili mahalleler, mevcut paralel kamular arasında diyalog şeklinde düşünülmüş bir arada yaşama şeklinde bir kamu fikri bana artık fazla “liberal” geliyor. İşe girişirken heybemizde böyle bir formülün de bulunmasına itirazım yok. Ancak bunun yeterli olabileceğini de düşünmüyorum doğrusu. Artık mevcut mahalleleri veri kabul etmeyen, yeni bir insan tasavvuruna dayanan “toplumcu”, “cumhuriyetçi”, “kamucu” bir perspektiften de yola çıkmak gerekiyor. Yeninin inşasında eskiler elbette her zaman bir dayanak ama kaliteli yeniler de her zaman eskilerin bir sentezi olmayabiliyor. Burada tekrar ve tekrar Mevlana ne kadar da haklı demek istiyorum!
Uzun lafın kısası, ben Türkiye’deki mevcut hegemonik ideolojik kodlardan, hatta Türkiye’yi hâlâ yönetme iddiasındaki kuşaklardan kamu üretimi konusunda pek fazla bir şey çıkabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla Türkiye’ye yeni bir siyasal, toplumsal, kültürel, eğitimsel önerisi olan inisiyatiflerin bugünkü Türkiye’yi değil, ufuktaki muhayyel bir Türkiye’yi hedef almalarının daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Yani ufuktaki kamu mevcut kamuların sentezinden değil, yepyeni bir fikir olarak ortaya çıkmalı.
Uzun zamandır tekrar ediyorum ama bir kez daha vurgulamak gerekirse, bence Türkiye’nin en çok ihtiyacı olan şey kamu. Kamu, zenginlikten, güvenlikten, itibardan, ticaretten, sanayileşmeden çok daha önemli. Hatta belki de kamu diğerlerini mümkün kılan, onları ivmelendiren şey.