Bundan tam 25 yıl önce, bir pazar sabahı, Türkiye bir bombayla sarsıldı. Ankara’da Karlı Sokak’ta patlayan bomba, memleketi ayağa kaldırdı. Cumhuriyet gazetesinde yıllarca Gözlem adlı köşeyi kaleme alan, kimsenin değinmediği konulara değinen, bugün tartıştığımız pek çok şeyi ilk kez dillendiren gazeteci Uğur Mumcu, o gün, arabasına konulan bir bombayla öldürüldü. Karlı bir günde Karlı Sokak’ı kana bulayan, sadece bir ailenin değil, bütün bir ülkenin tarihini ve kaderini etkileyen bir hadiseydi.
Uğur Mumcu’nun cenazesindeki büyük kalabalık, savrulduğumuzu hissettiğimiz günlerde bize moral vermiş, “bir”leşeceğimizi göstermişti. “Derin” devletin etkisini hissettirdiği günlerdi onlar ve memleketin karanlık zamanlarıydı. “Daha karanlığı olmaz” demiştik, onu da gördük. İçinde yaşadığımız dönem, daha da moral bozucu belki ama
Bugün gazetecileri öldürmüyorlar ama susturuyorlar. Başta Ahmet Şık, iktidarın suyuna gitmeyen, sahiden gazetecilik yapanlar içeride ya da memleket dışında. Onlara burada bir yaşam alanı tanımamak, “benim dediğimi yazın, aksi taktirde yazamazsınız” demek, günü kara olarak anmamıza sebep. Şüphesiz bir sürü gazeteci var ve onlar sayesinde olanı biteni öğreniyoruz, belki de bu yüzden umutsuzluğa düşmüyoruz ama Uğur Mumcu gibi kalemleri özlediğimiz muhakkak. Mehmet Ali Aybar’la yaptığı söyleşiyi içeren “Sosyalizm ve Bağımsızlık” adlı kitabını (Tekin Yayınevi, 1986) “1965 yılındaki genel seçimlerde TİP’e oy veren yurttaşlara saygılarla” ithafıyla açan Mumcu, aynı kitabı (Mehmet Ali Aybar’ın aktarımıyla) Nâzım Hikmet’in bugün bize umut olan dizeleriyle kapatıyor: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine / Bu hasret bizim…”
Şöyle bir kehanet mümkün: O gün o bomba patlamasaydı, Uğur Mumcu susturulmasaydı, bugün bambaşka bir ülkede olacaktık. Yazılmayanı yazan, elini cesaretle taşın altına sokan az sayıda gazeteciden biriydi. Başta irtica, pek çok tehlikeye karşı bizi uyardığı yazılarını o zamanlarda dikkate alanlar, bugün yaşananlara şaşırmıyor.
Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, memlekette büyük bir hareketi başlattı. Cenazesi çok kalabalıktı. Yağmur altında binlerce insan Ankara sokaklarını doldurdu ve onu, Cebeci Asrî Mezarlığı’na uğurladı. O gün dillerde iki şarkı vardı: Ruhi Su’nun sesinden çok kısa bir süre önce insanlara ulaşan “Ankara’nın Taşına Bak” ve bir Zülfü Livaneli klasiği, “Yiğidim Aslanım”. Bugün, her iki şarkı bize onu hatırlatıyor.
Mumcu’nun ardından çok şey söylendi, çok şey yazıldı ama asıl hafızamızda kalan, bir Selda Bağcan şarkısı… “Uğurlar Olsun”, bugüne dek yazılmış en güçlü ağıtlardan biri: “Bir pazar sabahıydı / Ankara kar altında / Zemheri ayazıydı / Yaz güneşi koynunda // Ucuz can pazarıydı / Kalemim düştü kana / Zalimler pusudaydı / Bedenim paramparça // Uğurlar
olsun / Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun / Bir keskin kalem bir kırık gözlük / Yürekli yiğitlere hatıran olsun // Çevirdin anahtarı / Apansız bir ölüme / Şarapnel parçaları / Saplandı ciğerime // Ucuz can pazarıydı / Kan doldu gözlerime / İsimsiz korkuları / Katmadım yüreğime / Bembeyaz doğruları / Yaşadım ölümüne…”
Bugün Uğur Mumcu adını bunca net biliyorsak, bunda bu şarkı kadar ailenin çabalarının da katkısı var… Eşi Güldal Mumcu ve çocukları Özgür ile Özge, neredeyse insanüstü bir çabayla 25 yıldır Uğur Mumcu’nun adını yaşatıyor, unutulmaması, unutturulmaması için çaba harcıyor. Sadece kitaplarını yayımlamıyor, seminerler ve dersler düzenliyor, geleceğin gazetecilerini, edebiyatçılarını yetiştiriyor. Kurdukları um:ag (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) 1994’ten bu yana faal.
uml:ag tarafından yayımlanan onlarca “eser”in başlama vuruşu, 1996 tarihli bir kitaplı kaset: “Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi”. 25 bin basılan, ilk baskısı hızla tükenen, sonrasında defalarca yeni baskı yapan bu set, adını, 25 Ağustos 1975 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan “Sesleniş” başlıklı yazının can alıcı cümlesinden alıyor. 2008 yılının Ocak ayında kitaplı CD olarak yayımlanan, hâlâ böyle basılan setin içindeki kitapta Nuri Kurtcebe’nin çizgileriyle “Sesleniş”in yanı sıra Deniz Som'un dokunuşuyla Özgür Mumcu ve Ali Sirmen'in anıları var. Bir de Işık Kansu tarafından özenle derlenen Uğur Mumcu yazıları… CD/kaset, Fikret Kızılok’un yorumuyla “Sesleniş”i ve kendi bestesi “Hep Özgürlük İçin Hep”i içeriyor: “Düşünceyi tutsak edip kitapları yakarken / Sokakların ortasında bize kurşun sıkarken / Kalem kırıp sorgusuzca bize hüküm verirken / Özgürlüğün şarkısını haykırarak ölürken / Vurulduk ağlamadık / Dövüştük değişmedik / Kaçmadık tükenmedik / Unutma bizi / Mezar taşlarında sakın unutma bizi // Çiçek gibi toplanıp da fidan gibi kırarken / Karanlığın ortasında mumlar gibi yakarken / Kalem kırıp sorgusuzca bize hüküm verirken / Özgürlüğün şarkısını haykırarak ölürken…”
Fikret Kızılok’un Uğur Mumcu ile buluşması, aslında daha öncesinde. 1995 yılının Eylül ayında Kalan Müzik tarafından ilk baskısı yapılan kitaplı kaset “Demirbaş / müzik’al vaziyet’ler”de “Uğur Mumcu” adlı bir şarkıya yer veren Kızılok, onun adını yaşatmak için çabalayan insanlardan. Bu kaset sayesinde dinleyicisiyle buluşan şarkı, ilk kez, 30 Nisan 1993 tarihinde Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan “35 Yıl 35 Besteci” gecesinde Derya Baykal tarafından seslendirildi, sonrasında Fikret Kızılok’un sesiyle bu albümde yerini aldı: “Olurumdun olmazlarımda / Adım adım sokaklarımda / Bir mum gibi aydınlığımda / Sen vardın // Uyku gibi yastıklarımda / Bir sır gibi kuytularımda / Şüphelerim korkularımla / Sen varsın // Arayıp soranlarımda / Gidenlerim kalanlarımda / Kaybolduğum zamanlarımda / Sen vardın // Söyler gibi kulaklarımda / Perde perde parmaklarımda / Şarkı olup dudaklarında / Sen varsın // Düşlerimde duvarlarımda / Yakınlarım uzaklarımda / Bekler gibi tuzaklarımda / Sen varsın…” Bahsi kapatmadan, kasetin yanında verilen kitabı, “Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi”de de imzasına rastladığımız Deniz Som’un hazırladığını söyleyeyim.
Geçtiğimiz yıl, hafta içi her sabah, 94.9 Açık Radyo’da yayımlanan Şarkılarla Memleket Tarihi adlı bir program hazırlıyordum. Bu programın 24 Ocak tarihli 66 sayılı nüshasına Özge Mumcu Aybars konuk olmuş, Uğur Mumcu ile alakalı bilinmeyen anekdotları dinleyicilerle paylaşmıştı. Onun çok iyi bir müzik dinleyicisi olduğunu söyleyen Özge, birlikte yaptıkları uzun yolculuklarda teypte dönen kasetler arasında birinin ne kadar özel olduğunu anlatırken aslında babası hakkında “özel” bir şeyi bizimle paylaşıyordu: “Şecaattin Tanyerli, babamın çok sevdiği bir tango yorumcusuydu. Gençlik günlerinde çok bilinen ve çalınan tangosu, ‘Papatya’... Çocukluğumda yaptığımız uzun araba yolculuklarında deli gibi kaset dinlediğimizi hatırlıyorum: Sezen Aksu, Nilüfer, Beatles, Elvis Presley derken Şecaattin Tanyerli mutlaka akışa girerdi. Şarkılarının sözlerini dikkatle dinlerdik: ‘Dinle sevgili dinle/ Çok zaman var yalnızım / Kırıldı artık sazım / Şimdi kalbimi dinle…’ Bu bizim seyahat müziğimizdi, çok severdi. Kim bilir, belki de dinlerken gençlik günlerini hatırlardı... Bende öyle bir izi kalmış.”
Özge’nin programda anlattığı iki hatıra daha var. İlki, her 1 Mayıs sabahında yaşanan bir ritüel: “Evde sürekli plaklar, kasetler dinlenirdi. Her 1 Mayıs sabahına bir marşla uyanırdık: ‘1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı…’ Bu marştan sonra, ‘Jandarma’yı çalardı: ‘Jandarma biz sosyalistiz / Dostuz yalnız biz sana / Kurtuluşun bizimledir / Elini uzatsana…’ 1 Mayıs sabahlarını evde böyle geçiriyorduk. O zaman bayram falan değildi, 1 Mayıs’lar kutlanmıyordu ama biz babam sayesinde evde gizli gizli, plaklarla kutluyorduk.”
Son bir hatırayla sözü toparlayayım… Bu kez, hadisenin kahramanı, Joan Baez: “Abimle aramda dört yaş fark var. O dönemde rock seviyor kasetleri, kasetçaları var, kendine göre bir kaset arşivi oluşturmaya başlamış... 7 – 8 yaşlarındayım, şimdi bakınca ‘neden kasetim olsun ki’ diye düşünüyorum ama o zaman öyle değil. ‘Bana kaset alın, ben ilk kasetime sahip olmak istiyorum’ diye tutturmuşum… Ne aldı biliyor musunuz? Joan Baez! Sonrasında Joan Baez’in Zülfü Livaneli’yle konserlerde ‘Yiğidim Aslanım’ı söylemesi, benim için bambaşka bir anlam kazandı. Baez o şarkıyı hâlâ arada sırada babamın anısına söyler. Bu da bir anekdot olarak kalsın.”
24 Ocak, unutmadığımız, unutamayacağımız günlerden. Tarihin değişik dönemlerinde pek çok olay yaşandı ama 1993 yılında yaşanan, bütün tarihimizi etkiledi. “Yaşanmasaydı” dediğimiz, ah ettiğimiz, “keşke”leri art arda sıraladığımız ve hafızamızda hep canlı tuttuğumuz bir olay bu. Unutturmak isteyenlere inat unutmamak, unutturmamak için çabalıyoruz. Çünkü bu, bize, bir dönem bu ülkede gerçek gazetecilerin yaşadığını gösteriyor.
25 yıl olmuş. Zaman çok hızlı geçiyor. Hatırası dün gibi hafızamızda, acısı hâlâ taze. Özge Aybars Mumcu, Şarkılarla Memleket Tarihi’nde babasının bir sözünü hatırlatmıştı. Yazıyı onunla bitireyim: “Türküleri yakanlar yasaları yapanlardan daha kuvvetlidir, daha güçlüdür.”
Güldal Mumcu: Uğur 'Tahmin ettiklerimin hepsi çıkmış' derdi