Türkiye yahut Erdoğan yahut AKP iktidarı, Suriye’de Esat’ın hızla devrileceği olasılığına oynadı. Batılı ortaklara güvendi. ABD ve/veya NATO ve/veya bir “koalisyon” Irak, Libya’da olduğu gibi Esat’ı devirecek sandı. Oysa ABD duraksadı çünkü devleti yıkmadan rejim değişikliğinin olamayacağı anlaşıldı. İkiyüzlü bazı önde gelen AB ülkeleri ve ABD’nin istihbarat teşkilatlarıyla kol kola Türkiye bu defa “silahlı direnişi” örgütledi. O da çuvalladı.
Öngörülerinin keskinliğiyle tanınan dönemin dışişleri bakanı ve başbakanı Davutoğlu, üst sınırımızın “yüz bin” olduğunu ifade etti ve sayı dört milyonu aştı. Nasıl “efendim bizim imparatorluğumuz Batılılarınki gibi sömürgeciliğe dayanmıyordu” diyor idiysek, göç konusunda da “açık sınır” politikasını benimseyip, ABD ve AB’ye aklımızca insanlık dersi verdik. Daha dün, bugün Suriyeli avına çıkmış İçişleri Bakanı Soylu, 15 Temmuz darbe girişiminin ülkemizdeki Suriyeliler olmasa bertaraf edilemeyeceğini söyleyebiliyordu.
Gelelim bugüne, ağzımızda şeker varmış gibi, geviş getirir gibi, akşamdan kalmaymış gibi konuşmayalım. Ortada bir sorun var. Dört milyon Suriyeli erkek, kadın, çocuk çoğunluğu İstanbul’da olmak üzere ülkemize sığınmış durumda. Bu insanlar Türkiye’ye bayılmıyor. Suriye’ye dönecek de değiller. Ellerinde olsa Batı Avrupa’ya doğru yolculuklarına devam edecekler. Burada bulunmaları da çözülmesi gereken bir sorun oluşturuyor. “Hayır, oluşturmuyor” diyorsanız, eyvallah.
Türkiye bir Arap ülkesi değil. Alfabemiz Latin. Yönümüz Batı. Eksiği bol olsa da yönetim biçimimiz hiçbir Arap ülkesinde olmayan nitelikte bir demokratik cumhuriyet. İttifakımız NATO. Arapça ülkemizde yaygın kullanılan bir dil değil. Cumhuriyetimizin kuruluşuna temel taşını birlikte koyduğumuz Kürtler. Musul-Kerkük dosyasında 1923-26 arasında Cemiyet-i Akvam’da savunduğumuz savlara bakın yeter.
Osmanlı tebası Arapların tercihlerini kendi bağımsız devletlerini kurmayı yeğlemiş ve o yolda Britanya’dan destek almış olmaları da olağanüstü bir durum değil. Osmanlı ordusunda, Çanakkale vb. “garp” cephelerinde değil, kendi yörelerini savunmak için çarpışmak istemiş olmaları da öyle. Ona bakarsanız Cemal Paşa’nın “Filistin Cephesi” yönetimi de, özellikle kendi döneminin koşullarında, ne olağan dışı ne af dilenecek bir durum oluşturuyor.
En sağlamcı yaklaşım, savaş karşıtlarının “çocuklar ölmesin” sloganı. Kalan herkes “çocuklar ölsün, öldürülsün” dermiş gibi. Suriyeliler konusunda da yaylım ateşiyle “ırkçılık” suçlaması yöneltenlerin, ne çözüm önerdiklerini görmedim. Aksine, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşeli. Yoksa ben de podyuma çıkıp, güzellik yarışmasına katılabilir, “bakın en insancıl yaklaşım bende” diyebilirim. Ama çözüm? Yönetime somut öneri? Yol gösteren eleştiri? Nerede?
Geçen gün Hélie Denoix de St. Marc üzerine bir yazı okudum. Kendi silahlı direnişteyken Nazilere yakalanıp, savaş sonunda toplama kampında bitkinlikten öldü diye bırakılmış. Savaştan sonraysa, aile üyelerinden işbirlikçi Vichy hükümetine çalışanlara, köşesinde oturanlardan daha fazla saygı duyduğunu açıklamış. İşbirlikçilik dahi “eylemlilik” olduğundan.
Burada da benim yaklaşımım St. Marc’ın tutumunu biraz andırıyor. Sorum şu, siz olsanız iktidara yahut ana muhalefete ve HDP’ye ne önerirdiniz? Bir A-4 kağıdın ön yüzüne, bugün, hemen şimdi alt alta yazacağınız ilk beş madde ne olurdu? Ahlaki ilkelerden değil politika önerilerinden söz ediyorum. O beş maddenin tepesine de tek cümlelik bir “amaç” bölümü yazmak zorundasınız. Oraya ne yazacaksınız? “Reddediyorum, önce bir toplumsal araştırma projesi için AB’den fon başvurusunda bulunacağım, sonra…” diyorsanız, o başka.
Öyle de, biz kendi aramızda anlaşamasak, didişip dursak ne olur, ne yazar? Hiç. Konu teknik ve politik, ne etik ne akademik. Ötesi, Suriye politikası bir bütün. Rojava’ya yaklaşım, Esat eleştirisi, Bab-Afrin-İdlip’te askeri mevcudiyet, Reyhanlı-Suruç-Ankara Garı katliamları, AHL ve Reina baskınları vb olaylar, Suriye’nin yeni anayasal yapısı, Türkiye’de iktidar mücadelesi, ülkemizdeki anti-hukuk ortamı, ekonomik bunalımdan çıkış, bunların hepsi tutarlı, akılcı, bütüncül bir yapı oluşturmalı.
Bunun için iddia ediyorum, göçmen dostu, ayrımcılık karşıtı kampanyalar, dükkânlara bu yönde etiket koymak gibi girişimler burada tutmayacak. Sanki İstiklâl Caddesi’nde saç ektirmiş Arap turist bolluğuyla dalga geçen, gidip Fatih’te Suriyeli mahallelerinde çay-kahve içip, görgü artırıcı sohbetlerde mi bulunuyor? Dört milyon Suriyeliye vatandaşlık verilse, içinden çıkacak varsayalım iki milyon seçmenin ezici çoğunluğu sizce bugün hangi partiye oy verir? Dört milyon Suriyeli yerine, dört milyon Boşnak, Arnavut ya da Çerkes gelseydi benzer bir toplumsal gerilim yaşanır olur muydu? Yahut dört milyon Suriyeli Arap'ın yerine eşit sayıda Kürt ülkemize gelebilir miydi? Gelemez idiyse neden gelemezdi? Bu sorular çok çirkin ama geçerli.
Bir de önceliklendirme meselesi var. Kısıtlı kaynakların etkin kullanımında önce Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının geleceğini belirtmek insancıl değil belki ama zorunlu. Aynı bakımdan, örnekse “önce Demirtaş’ın, Kavala’nın özgürlüğü, sonra Suriye’ye demokrasi” demek de etik olmayabilir ama politiktir ve gereklidir. Çünkü her şeyi aynı anda sağlayamazsınız. Savaşın içinde güçleri çeşitli cephelere, çeşitli muharebelere kaydırarak sonuç alabilirsiniz. Siyaset de böyle değil mi?
Dolayısıyla “aman bana ne derlerse desinler de ‘ırkçı’ demesinler” kafasıyla yol alabileceğimizi sanmıyorum. “Ya günün birinde sen de göçmen olursan” veya “ya Almanya’daki Türkiyelilerin durumu” gibi yaklaşımları da hiç anlamlı bulmuyorum. Doğru, Suriyeliler belirli bazı mahalleleri gettolaştırmış durumda. Doğru, ana-babalar belki ümitsiz vaka ama çocuklar da bir o denli hızla entegrasyona eğilim gösteriyor. Ve doğru, Türkiye’nin ne bir sınır denetimi, ne bir göç politikası var.
Ankara’nın Suriye siyaseti temelden değişmeli. AKP, CHP, HDP vs. tüm seçmen kitleleri arasında dikine kesen biçimde Suriyelilerden hoşnutsuzluk yaygın. İktidarda kalmayı yahut iktidara gelmeyi hedefleyen hiçbir siyasal parti bu seçmen yaklaşımını gözardı ederek yol yürüyemez. Bu gerçeği söylemek ırkçı falanjlar oluşturup, geceleri Suriyelilerin oturduğu hanelere saldırı örgütlemeyi önermek değildir.
Sürat ile telaş, soğukkanlılık ile atalet aynı şeyler değil. Bir yandan ABD’yi tek yanlı olarak Fırat’ın Doğusu’na girmekle, bunun yanında AB’yi kapıları açıp, Suriyelileri o cenaha salmakla tehdit ediyoruz. Kasa o denli boş ve öne kaçışta yolun sonu o kadar belirgin göründü ki, Merkez Bankası’nın ihtiyat akçesini dahi Hazine’ye aktarır durumdayız. Tek adam rejimi tıkandı, hukuksuzluk berdevam.
Ve ülkemizde dört milyon Suriyeli var. Ne yapalım? En azından eski sorulara yeni yanıtlar vermeye ve kendimize yeni sorular sormaya cüret edelim, çaba gösterelim. Bağırışmadan, karşılıklı oturup konuşmayı becerebilelim. “Milli duruş” çağrısını duyduğumuzda esas duruşa geçmeyelim. İnsanlığımızı yitirmeden, anayasal yurttaşlığımızdan elde kalanı koruyalım. Havanda su dövmekle de zaman kaybetmeyelim.
*Sayın Ayşe Düzkan’ın Artı Gerçek’teki yazısını okumanızı öneririm.