Geçtiğimiz hafta sosyal ve dayanışma ekonomileri ile ilgili iki önemli gelişme yaşandı. İlk olarak 10 Haziran 2022’de OECD Bakanlar Konseyi sosyal ve dayanışma ekonomileri ve sosyal inovasyon konulu tavsiye kararını kabul etti. Bu tavsiye karar, bir politika çerçevesi çizerek sosyal ekonomi yapılarına engel olan sorunlara karşı bütüncül ve somut çözümler hedeflemekteydi. OECD tarafından kabul edilen tavsiye karar, sosyal ekonomi kültürünün güçlendirilmesi, bunları destekleyecek kurumsal çerçevelerin inşa edilmesi, tamamlayıcı yasal düzenlemelerin tasarlanması, finansal kaynaklar, kamu sektörü ve özel sektöre ulaşma ve sosyal ekonomilerin gelişmesi, izlenmesi ve veri yönetimi ile çıktılarının ölçülmesi gibi alt başlıkları kapsıyor. Tavsiye kararının 2027 yılına kadar Yerel İstihdam ve Ekonomik Kalkınma İdari Komitesi tarafından yaygınlaştırılması ve uygulamalarının desteklenmesi bekleniyor.
OECD’nin tavsiye kararının dışında, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), geçen hafta düzenlenen 110. Uluslararası Çalışma Konferansı'nda tarihi bir kararla ilk defa insana yakışır iş ve sosyal ve dayanışma ekonomisi komitesinin raporunu kabul etti. 16 Haziran 2022’de kabul edilen çözüme göre ILO Genel Direktörü’nün, Kasım 2022’de yapılacak 346. Yönetim Kurulu Toplantısına kadar insana yakışır iş ve sosyal ve dayanışma ekonomileri ile ilgili olarak bir strateji belirlemesi ve bir eylem planı ortaya koyması bekleniyor, aynı zamanda konu ile ilgili değerlendirmelerin uluslararası ve bölgesel örgütlerle paylaşılması ve sonuç olarak insana yakışır iş ve sosyal ve dayanışma ekonomileri ile ilgili gelecek programların, bütçe önerilerinin ve bütçe dışı kaynakların eyleme geçirilmesi öngörülüyor. Alınan karar Birleşmiş Milletler Sosyal ve Dayanışma Ekonomisi Kurumlar Arası Çalışma Grubu ve Birleşmiş Milletlerin diğer birimleri tarafından, OECD ve Dünya Bankası gibi uluslararası paydaşlar tarafından da kabul edildi.
Sosyal ve dayanışma ekonomileri alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları da bu kararı sosyal ve dayanışma ekonomilerinin tanınması ve yaygınlaşması açısından tarihi bir dönüm noktası olarak değerlendirdi. Sosyal ve dayanışma ekonomileri alanında faaliyet gösteren ve ILO Konferansına gözlemci olarak katılan RIPESS, raporun kabul edilmesi ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmede giderek daha fazla sayıda insanın ve Birleşmiş Milletler sisteminin sosyal ve dayanışma ekonomilerini bütüncül bir ekonomik paradigma ve kapitalizme alternatif olarak kabul ettiğini ve raporun kabul edilmesinin sosyal ve dayanışma ekonomileri açısından önemli bir kazanım olduğunu vurguluyor. Buna göre ekonomik, insani ve çevresel kaynakların sömürüldüğü ve birikim için kullanıldığı bir yapı yerine insanların, çevrenin ve tüm insan haklarının merkeze alındığı bir sisteme geçişin artık daha yakın olduğunun altı çiziyor. RIPESS, bu dönüşümün Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri açısından da katkı sağlayacağına dikkat çekiyor.
İnsana yakışır iş ve sosyal ve dayanışma ekonomileri raporunun kabul edilmesi ne anlama geliyor? Rapor, genel bir çerçeve çizmenin yanı sıra sosyal ve dayanışma ekonomileri ile ilgili dört ana başlığa odaklanıyor. Bu başlıklardan birincisi sosyal ve dayanışma ekonomilerini örgütlenme türleri, faaliyet alanları ve temel prensipleri ekseninde tanımlıyor. Böyle bir tanımın ILO tarafından yapılması sosyal ve dayanışma ekonomilerinin evrensel geçerliği ve kabulü açısından önem taşıyor. Bu tanım bundan sonra yerel, ulusal veya uluslararası ölçekte yapılacak yasal, ekonomik veya politik düzenlemelerin ve alınacak kararların temelini oluşturacak. Sosyal ve dayanışma ekonomilerinin uluslararası ölçekte bir kurumsal çerçeve tarafından tanınması aynı zamanda buna yönelik bir eylem planının ekonomik ve sosyal kaynaklarla desteklenmesi anlamına geliyor. Sosyal ve dayanışma ekonomileri, özellikle kalkınma, eşitsizlik ve yoksullukla mücadelede, dezavantajlı ve kırılgan grupların sisteme dahil edilmelerinde, katılımcı ve demokratik bir ekonomik anlayışın örgütlenmesinde daha fazla tanınan ve vurgulanan bir alternatif olarak öne çıkıyor. Ancak bu tanınma durumuyla ilgili dikkat çekilmesi gereken bir nokta da uluslararası örgütler tarafından, tanınan, düzenlenen ve örgütlenen yapılar zamanla ana akım hale gelebilir ve dinamik, yenilikçi, değişime ayak uyduran yapılarını kaybedebilir. Sosyal ve dayanışma ekonomilerinin özgün ve özerk yapılarını koruyarak yaygınlaşmaları gerek, bunun nasıl olacağını ise zaman gösterecek.
Raporun odaklandığı ikinci bir başlık ise sosyal ve dayanışma ekonomilerinin örgütlenmesinde karşılaşılacak fırsatlar ve zorlukların altını çiziyor. Bu başlık uluslararası kurumların aldığı kararlarda sıklıkla karşımıza çıkan içi boş iyimserlikten uzak, sosyal ve dayanışma ekonomilerinin yaygınlaşmasını sağlayacak toplumsal faydanın yanı sıra bunları hayata geçirmenin zorluklarını, ihtiyaç duydukları kaynakları, sosyal içermeye yönelik kaygıları da ifade ediyor. Özellikle sözde dayanışmacı yaklaşımların neden olacağı haksız rekabet veya çalışma haklarının ihlali gibi olası sorunlara da dikkat çekiyor. Raporun üçüncü ve dördüncü başlığı ise hükümetlerin, toplumsal paydaşların ve Uluslararası Çalışma Örgütünün sosyal ve dayanışma ekonomilerinin gelişiminde üstleneceği rollere odaklanıyor.
1970’lerin birikim krizine çözüm olarak ortaya atılan neoliberal kapitalizm ve küreselleşme süreci büyük bir ekonomik çöküşü bertaraf edecek düzeyde bir birikim sağlasa da kapitalizmin iç çelişkilerinden kaynaklanan kriz eğilimlerine engel olamadı. 1990’lar boyunca ortaya çıkan küçüklü büyüklü ekonomik krizler 2008’de ABD’de başlayıp bütün dünyayı etkisi altına alan küresel krizle doruk noktasına ulaştı. Bunun yanı sıra son elli yılda artan küresel eşitsizlik ve ekonomik kutuplaşma, ticaret savaşları, bunların üstüne pandeminin küresel ekonomi üzerindeki etkisi dikkate alındığında piyasa ekonomisinin artık batmak için çok büyük (too big to fail) değil, tam tersine ayakta tutmak için çok büyük olduğu ortaya çıkıyor; piyasa ekonomisini, karlılığı ve birikimi sürdürmenin insani maliyeti bütün gezegeni etkiliyor.
Sosyal ve dayanışma ekonomileri, ama özellikle dayanışma ekonomileri böyle bir tarihsel bağlamda insanlara başka bir toplumsal düzenin maddi varlıkla insani yaklaşımları buluşturabileceğini gösteriyor. İnsanlar artık sistemin çarklarında sıkışmış bir üretim aracı olmak istemiyor, insan kaynakları yönetiminin birer rakama dönüştürdüğü, verimlilik hesaplarında yuvarlanan basamaklar olmak istemiyor. Sosyal ve dayanışma ekonomileri, üretimi ve bölüşümü bir araya getirerek, karşılıklılık, gönüllülük, demokratik yönetim ve katılımcılık gibi prensipleri ekonomik örgütlenmenin bir parçası yaparak piyasa ekonomisinin büyümeyi, kârı ve birikimi önceleyen hiyerarşik inşasına meydan okuyor. Kayıt dışı unsurları kayıt içine alarak emeğin yeniden değerlemesi, insana yakışır iş ve yaşam geliri anlayışını toplumun tüm bireyleri için mümkün kılmayı hedefliyor. Bu temel prensiplerin yanı sıra sosyal ve dayanışma ekonomilerine yönelik yeni yaklaşımlar artan teknoloji, yenilikçilik ve dijitalleşmeyi de dikkate alıyor, bu sayede sistemin kıyısında yer alan kesimlerin entegrasyon sürecini kolaylaştırmayı hedefliyor.
Artık ekonomik düşünceyi insanlarla yeniden buluşturmak gerekiyor. İnsana yakışır işten, insanca bir yaşam düzeyinden, gezegenin ve gelecek nesillerin varoluşunu dikkate alan bir üretimden yoksun bir ekonomik anlayış, yalnızca bir soyutlamaya indirgenmiş bir piyasa bugün insanların kendi varoluşlarını sorgulamasına neden oluyor. Piyasaya yeni katılacak gençler, bir ev ve bir araba için bütün hayatlarını piyasanın çarklarına kurban etmek istemiyor, kendilerini dünya vatandaşı olarak inşa etmek için küresel ağın bir parçası olmaya çalışıyor. Dijital göçmenler, teknolojinin sunduğu esnek çalışma fırsatlarını değerlendirirken yalnızca mekândan kaçmıyor, mekandaki piyasa düzeninden ve piyasa toplumunun kalıplarından da kaçıyor. Kendini yogaya, “thetahealing”, “reiki” veya yeni nesil spiritüel arayışlara vakfeden kitleler neoliberal düzenin yerine koyacakları yeni bir değerler sisteminin peşine düşüyor, oysa bunu yaparken de yine o düzenin nimetlerinden faydalandıkları için kapitalizmin alacakaranlık kuşağında sıkışmış durumda. Sistemin dayattığı sömürü ve bağımlılığın farkında olan, ancak içinde bulundukları koşulları dönüştürecek varlıktan yoksun olan milyonlar bir hayatta kalma mücadelesi içinde. Bütün bunlar, insanı merkezine alan bir maddi uygarlığın ne kadar gerekli olduğunu gözler önüne seriyor.