Ümit Akçay: Şimşek programı, geniş toplum kesimleri için mutluluk ve refah getirmiyor

Doç. Dr. Ümit Akçay ile 'Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl' çalışmasını ve Türkiye ekonomisinin 22 yıllık yolculuğunu konuştuk. Akçay, "Şimşek programı, her ne kadar bir ‘şok terapisi’ olarak kurgulanmasa da, amacı Nebati programını tasfiye etmekti. Şimşek, 2023’ten bu yana yerleşik büyük sermaye kesimlerinin ve uluslararası yatırımcıların önerdiği programı uyguluyor ve bunda şimdiye kadar başarılı. Ancak bu başarısı, Türkiye ekonomisini durgunluğa hatta bir krize sürükleyebilir" dedi.

Mühdan Sağlam msaglam@gazeteduvar.com.tr

Türkiye’nin son 22 yılda geçirdiği ekonomik dönüşüm emek hareketinde ciddi erimeye, ücretlerde düşüşe, zaman zaman patlayan kredi krizlerine ve kur şoklarına neden oldu. Öte yandan iktidar partisi 2002-2024 arasında özellikle siyasette belirginleşen koalisyonlar kurdu ve iktidarda kalmayı başardı.

AKP’yi bu süre boyunca ekonomide yaşanan kriz ve şoklara karşın iktidarda tutan ne? İktidar partisinin ekonomide oluşturduğu blok nasıl bir mantığa dayanıyor? Sürecin kazananları ve kaybedenleri kimler? Mehmet Şimşek’in öncülüğünde uygulanan ekonomi programı topluma ne vaat ediyor? Selefi Nurettin Nebati programından hangi noktalarda ayrılıyor hangi noktalarda benzeşiyor?

Siyasal iktisatçı Doç. Dr. Ümit Akçay, Doğan Kitap etiketi taşıyan ve 9 bölümden oluşan 'Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl (2018-2023): Türkiye’de Kriz, Siyaset ve Sermaye' isimli kitabında Türkiye’nin ekonomik yolculuğuna eleştirel siyasal iktisat yaklaşımı üzerinden mercek tutuyor.

Doç. Dr. Ümit Akçay ile kitabını ve Türkiye ekonomisinin 22 yıllık yolculuğunu konuştuk.

Kitabınızda özellikle 2003-2013 döneminde sert biçimde uygulanan neoliberal politikalardan bahsediyorsunuz. Öte yandan aynı dönem iktidar partisinin oylarını en fazla arttırdığı tek başına iktidarın tüm alanlarına nüfuz ettiği de bir dönemdi. Bu nasıl oldu? Yani iktidar milyonlarca insandan bu ekonomik açmaza rağmen her defasında nasıl rıza devşirebildi?

Bu konu geçtiğimiz yıllarda ilgili literatürde (‘neoliberal popülizm’ başlığı altında) detaylıca tartışıldı. AKP’nin neoliberal piyasa reformlarını hayata geçirirken siyasal desteğini artırabilmesinin bir yanında, kurduğu siyasi koalisyonlar var. Ancak konumuz ekonomi politikaları olduğundan, AKP’nin bu dönemde kurduğu ‘büyüme koalisyonuna’ değinebiliriz. ‘Değerli TL’ etrafında kurulan büyüme koalisyonu, hakim sermaye fraksiyonunun çıkarlarını gözetmesi yanında, halk sınıflarını içerecek mekanizmalar da içeriyordu. Bireysel borçlanma araçları ilk defa bu dönemde yaygınlaştı ve geniş toplum kesimlerinin ekonomik sisteme entegrasyonu sağlandı. Bu süreçte, reel ücretler anlamlı bir şekilde artmasa dahi borçlanma imkânlarının genişlemesi ve değerli TL'nin yarattığı tüketim artışı, işçi sınıfının bazı kesimlerinde geçici bir refah dönemi yarattı. Buna ek olarak kayıt dışı çalışanlar ve yoksullar, sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinden yararlanmaya başladı, bu da AKP'nin büyüme koalisyonuna destek sağladı. Sosyal yardımlar, özellikle kırsal kesimlerde ve kent yoksulları arasında AKP'ye desteği pekiştirdi. Ayrıca, kent rantı yaratma ve dağıtma üzerinden inşaat sektörüne dayalı politikalar, konut sahiplerini ekonomik olarak güçlendirdi. Ancak iç talebe dayalı bu büyüme koalisyonunu mümkün kılan uluslararası finansal koşulların uygun olmasıydı. Sermaye girişleri sürdükçe bu büyüme koalisyonu da sürdü. TL’nin değersizleşme dinamikleri giderek daha baskın hale geldiğinde gerek 2013 öncesindeki birikim/büyüme modelini sürdürmek, gerekse bu modelin üzerinde yükseldiği büyüme koalisyonunu bir arada tutmak giderek zorlaştı.

‘İKTİDAR BLOKU, SİYASİ İKTİDAR, BÜROKRASİ VE SERMAYE FRAKSİYONLARINDAN OLUŞUYOR’

Kitabınızın bir bölümünde özellikle alan dışından okuyucuyu kucaklamak için iktidar bloku kavramını sermaye gruplarının bundaki konumunu aktarıyorsunuz. Bu yaklaşımı neden tercih ettiniz?

İktidar bloku kavramı, eleştirel devlet teorisinin geliştirdiği kavramlardan. Aynı zamanda da kitapta kullandığım eleştirel siyasal iktisat yaklaşımının beslendiği iki teorik damardan biri. Basitçe belirtmek gerekirse iktidar bloku üç bileşenden oluşuyor; bürokrasi, siyasi iktidar ve sermaye fraksiyonları. Belirli bir dönemde belirli bir politikanın neden takip edildiğini ya da ekonomi politikasındaki değişiklikleri açıklamak için bu üç bileşene birden bakmamız gerektiğini vurguluyor bu kavram. Bu kavramı kullanmak bize iki temel avantaj sağlıyor. İlki ekonomizm hatasına düşmemizi engelliyor. Yani iktisadi gerekliliklerin rolünü abartarak siyasi aktörlerin kendi stratejilerinin görünmez kılınması riskini azaltıyor. İkincisi de siyasi indirgemecilik sorunu. Yaşanan tüm gelişmeleri siyasi dinamiklerle ve daha somut olarak siyasi aktörlerin niyetleri/tercihleriyle ya da kurumsal düzenlemelerle açıklama hatası.

İktidar bloku kavramından hareket ettiğimizdeyse, siyasi aktörlerin tercihlerini belirleyen temel dinamikleri de analize kattığımız için siyasi indirgemecilik hatasından uzak durabiliyoruz. Dolayısıyla kullandığımız kavramsal çerçeve, sorunları ya da gelişmeleri anlamamıza/açıklamamıza yardımcı oluyor. Bu konu sadece akademik bir tartışma konusu değil. Aynı zamanda siyasi stratejilerin üzerine bina edileceği tespitlerin sınırını belirlediği ölçüde siyaseten de önemli.

‘12 EYLÜL’DE ASKER POSTALININ EMEK HAREKETİNİ TASFİYE ETME İŞİNİ AKP 2000’LERDE YAPTI’

Yine dikkat çeken önemli konulardan biri, örgütlü emek gücündeki gerileme. 1990’larda uygulanmak istenen neoliberal politikalara sendikalar ve işçiler seslerini yükselterek bir noktaya kadar engel olabilmişti. Elbette tarihi uzun ancak ne oldu da emeğin üretimden gelen sesi aşama aşama susturuldu? Bir de örgütlü bir emek gücünün olması neden önemli?

Emeğin siyasal, örgütsel, ekonomik ve kurumsal gücünün gerilemesi Türkiye’ye has bir durum değil. 1980’lerden beri uygulanan bir ekonomik/siyasi projenin (neoliberalizm) sonucunda gerçekleşti bu. Türkiye’de üç dönüm noktası tespit edebiliriz. İlki 12 Eylül 1980. 12 Eylül esas olarak emek hareketini ezmek ve krizi hakim sermaye fraksiyonunun çıkarları doğrultusunda aşmak üzere hayata geçti. İkinci dönüm noktası 2001 krizidir. Her ne kadar 12 Eylül’de emek hareketi büyük hasarlar aldıysa da siyaseten ve toplumsal olarak yenilmedi, hatta 1990’larda özelleştirmeleri durdurabilmişti. 2001 krizinden sonra uygulamaya konulan IMF patentli Derviş programı, emek hareketine öldürücü darbeleri indirdi. İroniktir, kendisini ‘adanmış bir sosyal demokrat’ olarak tanımlayan Kemal Derviş, emek piyasasının esnekleştirilmesi ve özelleştirmeleri içeren istikrar paketinin uygulayıcısı olmuştur. Bildiğiniz gibi Derviş programı AKP tarafından devam ettirildi ve sonuçta 12 Eylül’de asker postalının yapamadığını, yani emek hareketini tasfiye etme işini, 2000’lerde AKP hükümetleri hayata geçirdi. Bu da bizi üçüncü ve son kırılmaya getiriyor: 2010’da Ankara’daki TEKEL direnişine. Bu direniş, 1970’lerden kalan emek hareketinin son halkası olarak görülebilir. Özelleştirmelerle, emek hareketinin dinamik unsurları tasfiye edilmiştir.

Bunun önemine gelirsek; emeğin siyasal, örgütsel, ekonomik ve kurumsal gücünün gerilemesi siyasetin zeminini değiştirmiştir. Aşağıdan gelen baskının azalması siyasetin konusunu elitler arası güç mücadeleleri tarafından belirlenir hale getirmiştir. Dolayısıyla, siyaset neredeyse iktidar bloku içi bir uğraş haline gelmiştir. Kitapta bu nedenle iktidar blokuna odaklandım.

‘2018’DE IMF’YE GİDİLMEMESİNİ SAĞLAYAN KÜRESEL FİNANSAL KONJONKTÜRDÜ’

2018 Döviz Krizi yaşandığında sıklıkla belirli muhalif ekonomistlerden “IMF’ye gidilecek, IMF’ye gidilmeli” telkinleri duyduk. Erdoğan nasıl oldu da 2018’de IMF’ye gitmeden ekonomik sorunları yönetmeyi başardı?

2018’de IMF programı uygulanmamasının en önemli sebebi, küresel finansal konjonktürdeki değişimdir. Kısaca hatırlatmak gerekirse, ABD merkez bankası Fed, 2013’te ilerleyen yıllarda bilançosunu daraltmaya ve faizleri artırmaya başlayacağını belirtmişti. 2008’deki küresel finansal kriz sonrasındaki bu ilk faiz artışı döngüsünün zirvesine yaklaşıldığında Türkiye’de ve Arjantin’de döviz krizleri yaşandı. Ancak 2019 yılı için küresel gündem ABD, AB ve Çin için senkronize bir ekonomik yavaşlamanın başlamasıyla şekillendi ve Fed bir kez daha faiz indirimine ve bilanço genişletme politikasına geri döndü. Bu TCMB için önemli bir hareket alanı açtı ve 2019’un ikinci yarısında faizi yüzde 24’ten 12’ye indirebildi. Bu ise 2018 sonunda başlayan ekonomik daralmanın sonlanmasını sağladı. Eğer 2019 yılındaki küresel konjonktür 2018’in bir tekrarı olsaydı, Türkiye ekonomisi için çok daha derin bir daralmadan bahsediyor olurduk. Bu gelişme, ekonomi yönetiminin bir IMF anlaşması yapmak zorunda kalmadan krizi öteleyebilmesini de mümkün kıldı.

‘2019 SEÇİM SONUÇLARI VE PANDEMİDE İHRACATÇILAR VE EMEK YOĞUN SEKTÖRLERİN İKTİDAR BLOKUNDA GÜCÜNÜ ARTIRMASI 2021’DE UYGULANAN POLİTİKAYA KAPI AÇTI’

Toplumun genelinde yaşanan bir kafa karışıklığı var. 2021’de sanki Erdoğan bir gece uyandı ve “faiz sebep enflasyon netice” çıkarımında bulundu. Nas’a atıf keza benzer şekilde. Oysa 2002-2021 arasında en sert neoliberal politikaları yine aynı Erdoğan iktidarı döneminde gördük. Erdoğan’ın sözlerinde billurlaşan faiz-enflasyon ilişkisinin arka planında nasıl bir ekonomik-politik anlayış değişimi vardı? Sizin atıf yaptığınız kavram setine dönersek iktidar blokunda bir değişim dönüşüm mü yaşandı?

Kitapta, 2021’de uygulanan para politikası değişikliğinin gerisinde ‘düşük faiz koalisyonu’ olarak adlandırdığım ve AKP’nin 2013 sonrası değişen koşullara adaptasyonunu ifade eden yeni bir büyüme koalisyonu olduğunu ileri sürdüm. Bu koalisyonun iki kurucu momenti vardı. İlki 2018’deki döviz krizi. Ekonomi yönetimi bu krizde TL’deki değersizleşmeyi durdurabilmek için yüksek oranlı faiz artışı yapmak zorunda kalmıştı. Bunun sonucunda, zincirleme bir şekilde kredi çöküşünü, firma iflaslarını ve işsizliğin patladığını gördük. Faiz artışının tetiklediği ekonomik krizin doğrudan sonucu 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin önemli büyükşehirleri kaybetmesi oldu. Bu AKP’nin kendi iktidar stratejisi açısından aldığı ilk ders oldu: IMF/TÜSİAD programını seçim konjonktüründe uygulamak seçim kaybetmeyi garantiliyor! İkinci önemli kurucu moment, Covid-19 salgını sırasında, özellikle pazar paylarını artıran ihracatçıların ve emek yoğun sektörlerdeki sanayicilerin iktidar blokundaki güçlerini göreli olarak artırmaları oldu. 2021 sonbaharına geldiğimizde siyasi iktidarın gündemi ile bu sözünü ettiğim sermaye kesimlerinin çıkarları, IMF/TÜSİAD programının uygulanmaması konusunda ortaklaşmıştı. 2021’deki para politikası uygulamasının gerisindeki temel toplumsal dinamik buydu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu toplumsal dinamiğin başarılı bir şekilde sözcülüğünü yaptı ve muhalefetin tartışma gündemini ‘Nas ekonomisi’ söylemine sıkıştırdı.

Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl - Türkiyede Kriz Siyaset ve Sermaye, Ümit Akçay, 264 syf., Doğan Kitap, 2024.
‘ALTILI MASA EKONOMİK ZORLUKLARIN AKP’Yİ İKTİDARDAN OTOMATİK DÜŞÜRECEĞİ VARSAYIMI ÜSTÜNE KURULMUŞTU’

Üzerinde durduğunuz başlıklar içinde 2023 genel seçimlerinde muhalefetin ekonomi cephesindeki hataları/eksikleri de var. Bu konu çok tartışıldı, ancak sizin yorumlarınız bu anlamda dikkat çekici. Altılı Masa ekonomi programında neden yeteri kadar ikna edici olamadı?

Altılı Masa, ekonomik zorlukların AKP iktidarını neredeyse otomatik olarak düşüreceği varsayımı üzerine kurulmuştu. Bu varsayım muhalefet için ölümcül bir hataydı, çünkü ‘muhalif yankı odalarının’ dışına çıkıldığında, 2023 öncesindeki ekonomik tablo şuydu: Enflasyon zirvesini 2022’de gördükten sonra 2023 seçimleri öncesine gelindiğinde yarı yarıya gerilemişti. Muhalefetin sürekli tekrarladığı şekliyle Türkiye’de bir ekonomik kriz yoktu, aksine canlı büyüme sürüyordu ve istihdam artıyordu. KKM ve sermaye kontrolleri sayesinde TL reel olarak değerlenme aşamasına girmişti ve döviz kurlarında kontrollü bir artışa izin veriliyordu.

‘2022’DE ENFLASYONA KARŞI SOKAKTA SESLER YÜKSELİRKEN MUHALEFET BUNA SIRTINI DÖNDÜ’

Kısacası, Altılı Masa muhalefetinin resmettiği ekonomik kriz durumunun sokakta bir karşılığı yoktu. Her ne kadar TCMB rezervlerinin erimesi bir ödemeler dengesi krizi riski oluştursa da; istihdam artışlarının sürmesi, TL’deki değersizleşmenin durdurulabilmesi ve buna bağlı olarak enflasyonun zirve noktasından sonra yarı yarıya gerilemesi ve nihayetinde reel ücretlerdeki erimeye karşın telafi edici önlemlerin uygulanması gibi hususlar, AKP’ye seçim zaferini getirdi. Esasında bu süreçte muhalefet açısından fırsatlar vardı. Örneğin 2021 sonbaharında ve 2022 başlarında enflasyon patlamışken ve buna karşı itiraz sesleri sokaktan yükselirken resmi muhalefet bu seslere sırtını döndü. İktidarın ekonomi politikalarına itiraz edenleri ‘AKP’nin oyununa gelmeyerek’ sandığa davet etmekle yetindi. Bu kritik anı kaçırdıktan sonra, CHP tüm enerjisini Altılı Masa’nın teknokratik tasarımına ve aday tartışmalarına harcadı. Kitapta, resmi muhalefet için iktidar treninin nasıl 2022’nin Ocak ayında kaçtığının detaylarını anlattım.

‘ŞİMŞEK’İN BAŞARISI TÜRKİYE EKONOMİSİNİ KRİZE SÜRÜKLEYEBİLİR’

2023 seçimlerinin ertesinde Nurettin Nebati’den bakanlık koltuğunu Mehmet Şimşek devraldı. Nurettin Nebati de selefi Berat Albayrak da uyguladıkları ekonomi programında aslında ihracat çekişli büyüme modelinin uygulayıcıları olarak görünüyordu. Şu anda Şimşek programı uygulanıyor. İki program arasında nasıl bir fark var? Hem Nebati hem Albayrak’ı sizin DSG dediğiniz sermaye gruplarına yakınlıkla sınıflandırabiliyoruz. Şimşek nerede duruyor?

Büyüme modeli ihracata dayalı hale gelmedi ama büyüme stratejisi olarak her ikisi de ihracata dayalı büyüme stratejisini savundu. Şimşek fiyat-dışı rekabetçilik tercihini; Nebati ise fiyat rekabetçiliğini öne çıkardı. İki program arasında kur politikasında ve reel ücretlerin baskılanmasında ise tam bir devamlılık söz konusu. Şimşek programı, her ne kadar bir ‘şok terapisi’ olarak kurgulanmasa da, amacı Nebati programını tasfiye etmekti. Şimşek, 2023’ten bu yana yerleşik büyük sermaye kesimlerinin ve uluslararası yatırımcıların önerdiği programı uyguluyor ve bunda şimdiye kadar başarılı. Ancak bu başarısı, Türkiye ekonomisini durgunluğa hatta bir krize sürükleyebilir.

Başa dönersek, Şimşek programı bir anti-Nebati programı olarak görülebilir. Ancak bu sadece bazı makroekonomik değişkenlerle oynayarak (faiz artışıyla) hayata geçecek bir konu değil. Bunun nedeni şu: Önceki sorunuzda değindiğim gibi, nasıl Nebati programının ortaya çıkışı iktidar bloku içi güç dengesindeki değişim sonucunda gerçekleştiyse, bu programın tasfiyesi de benzer şekilde iktidar bloku içi güç dengesindeki değişimi gerektirmektedir. Bu dinamik, Şimşek’in koltuğunu sallayan temel gerilimlerden birini oluşturuyor.

‘HAYAT PAHALILIĞI KRİZİNİN DERİNLEŞMESİ VE ANADOLU'YA YAYILMASI SEÇİM SONUÇLARINI ETKİLEDİ’

Genel bir ekonomik değerlendirmede bulunduk, 2024 seçimlerine dönük pek çok analiz yapıldı. Ancak siz kitabınızda seçim süreçlerini ve sonuçlarını ekonomi penceresinden de değerlendiriyorsunuz. Sorum şu, ne oldu da AKP-iktidar 2024 yerel seçimlerinde ciddi bir seçim yenilgisi yaşadı?

2023 ile 2024 seçimleri arasındaki temel fark, hayat pahalılığı krizinin derinleşmesi ve coğrafi olarak büyükşehirlerden Anadolu kentlerine yayılarak alanını genişletmesidir. Gerçekten de 2023 seçimleri öncesi enflasyon düşüş eğilimindeydi, tepe noktasından sonra neredeyse yarı yarıya gerilemişti. 2024 seçimleri öncesinde ise yükseliş eğilimindeydi ve Şimşek’in göreve geldiği döneme göre iki katına çıkmıştı. Faiz artışları sonrasında zorunlu ihtiyaçların kredi kartıyla sürdürülmesi giderek zorlaşmış ve TL’nin ABD dolarına karşı değeri 19’dan 31 liraya düşmüştü. Kısacası, enflasyonun sadece yüksek olması değil, geniş toplum kesimlerinin uzun süre enflasyona maruz kalmasının yaptığı birikimli yoksullaşma etkisi, iki dönem arasındaki farklardan en önemlisi olarak görülebilir.

‘ARALIKTA ASGARİ ÜCRETE GERÇEKLEŞEN DEĞİL BEKLENEN ENFLASYONA GÖRE ZAM YAPILABİLİR’

Son olarak kitapta krizin faturasını kimin ödediği, kimin kâr bölüşümünde ilk grupta yer aldığı bir politik tercihtir diyorsunuz. Bu bağlamda Şimşek programı nasıl bir tercihte bulundu? Orta Vadeli Ekonomi Programı ve Merkez Bankası’nın uyguladığı sıkılaştırıcı para politikasını dikkate aldığımızda özellikle ücretli kesimin yükün altında ezildiği bir dönemden geçiyoruz. Gelecek günlerde bizi nasıl bir süreç bekliyor?

Şimşek programı, TL’nin reel olarak değerlenmesi ve reel ücretlerin bastırılması üzerine kurulu bir enflasyonu düşürme patikası izliyor. TL’nin reel olarak değerlenmesi, yüksek faiz ile sermaye girişlerinin cezbedilmesine bağlı. Yabancı sermaye, yüksek faizin oluşturduğu yüksek getiri vaadine, şu zamana kadar karşılık verdi ve özellikle 2024 seçimleri sonrası canlı sermaye girişleri görüldü. Reel ücretlerin baskılanmasının ilk adımı Temmuz ayında asgari ücret artışının pas geçilmesi oldu. İkinci adımı da Aralık ayında ücret artışlarının gerçekleşen değil, beklenen enflasyona göre yapılması durumunda tamamlanacak. Ancak bunun iktidar açısından kolayca atlatılacak bir süreç olmayabileceğini düşünüyorum. İtirazlar mutlaka yükselecektir.

‘NEBATİ PROGRAMI DA ŞİMŞEK PROGRAMI DA GENİŞ TOPLUM KESİMLERİ İÇİN MUTLULUK GETİRMİYOR’

Sonuçta önünüzde ekonomik daralma yani kriz ihtimalinin belirdiği, yani hayat pahalılığına işsizliğin de eklenebileceği bir sorunlar yumağı çıkıyor. Bu açıdan geniş toplum kesimlerini zor bir kış bekliyor diyebiliriz. İşin ironik yanı şu: Şimşek programı kendi ölçülerine göre başarılı olsa dahi, dönüp geleceğimiz yer, sermaye girişlerine bağımlılığı artmış ve kronik cari açık sorunu süren bir ekonomik durum. Bu da gösteriyor ki gerek Nebati programı gerekse Şimşek programı, savundukları dar gruplar dışında geniş toplum kesimleri için refah ve mutluluk getirmiyor. Tam da bu nedenle, alternatif ekonomi politikalarını tartışmanın ve bunu gündeme getirecek toplumsal dinamikleri örgütlemenin elzem olduğu bir zamandan geçiyoruz.

(Fotoğraf: Arda Funda)

Tüm yazılarını göster