Ümit Kıvanç: Mevzu o kadar can acıtıcı ki, izleyen de en azından yerinde kıpırdanmalı

Ümit Kıvanç ile yeniden yapımıyla yayınlanan belgeseli 16 Ton'u konuştuk. Kıvanç, “İnsanlar eşit haklar talep ederek sokaklara dökülüyor. Zıt yönde iki dinamik var. Sonucu mücadele belirleyecek" dedi.

Abone ol

DUVAR - Yazar ve belgesel sinemacı Ümit Kıvanç'ın madencilerin sefaletini anlatırken popüler bir hit olan "16 Ton" şarkısı üzerinden insanlık tarihini ironik bir yaklaşımla ele aldığı "16 Ton" belgeseli, 10 yıl sonra yeniden yapımıyla yayınlandı. 1,5 yılda hazırlanan ve ilk olarak 2011 yılında yayımlanan “16 Ton”, insanlık tarihini, Fitness Yolunda, Bronz Çağı, Ateşin Bulunuşu, Hakla İlişkiler Çağı, Yüzde Çağı, Elmas Çağı, Yazının İcadı, Radyo Çağı ve Özgürlük Çağı olmak üzere 9 başlıkla aktarıyor.

Madencilerin yaşamını hem ironik bakış açısı ve üslubuyla aktaran hem de izleyiciyi asıl görmesi gereken yere çok başarılı bir şekilde yönlendiren Ümit Kıvanç’la belgeselini konuştuk.

Ümit Kıvanç

“16 Ton” belgeseli, 10 yıl sonra yeniden yapımıyla yayınlandı. Yeniden yapımda ne tür değişiklikler var?

Metinle seslendirmeler aynı. Aradan geçen zamanın olayları eklenmedi. O içerikle yeniden yaptım. O zaman kullanılabilir kaliteli malzeme bulmak bugünkü kadar kolay değildi, benimkiler dışında bulabildiklerim genellikle düşük kaliteli, küçük boyutlarda görsellerdi. Bu küçük görselleri kabul edilebilir halde kullanabilme gayreti filmin estetiğini biçimledi, sınırladı. İkinci olarak da, motion graphics işinde pek usta sayılmazdım, hem yapıyor hem öğreniyordum. Şimdi imkânlar, araçlar da kıyas kabul etmeyecek ölçüde gelişti, ben de kendimi geliştirebildim.

Bunu hayatta ürettiğim en önemli ürün saydığımdan, eski PAL formatındaki filmi en azından HD formatında, daha gelişmiş animasyonlarla yapmayı hayal edip duruyordum senelerdir. Benden geriye daha kaliteli bir şey kalsın istiyordum. Ve işte, çok sevinçliyim tamamlayabildiğim için.

Sonuç olarak: Kurgu değişik, bir defa. En büyük fark burada. İlkinde, seyirciye nefes aldırmayacak, başını çevirtmeyecek bir kurgu yapmıştım mahsus. Şimdikinde azıcık ferahlık var. Yeni birçok görsel var. Eskilerinin bazılarının daha kalitelileri var. Animasyon mantığında değişiklik çok. Genel estetik farkı var. Ses kurgusu değişik. Parçanın da bir-iki yeni versiyonu eklendi.

Belgeselde insanlık tarihini “16 Ton” (Sixteen Tons) şarkısı üzerinden ele alıyorsunuz. Bilmeyenler için belgesele ismini veren “16 Ton” şarkısının özelliğini anlatır mısınız?

İnsanlık tarihini o parça üzerinden anlatıyorum diyemem de, ironik bir insanlık tarihi özetiyle, serbest piyasa denen şeyin gerçekte hiç varolmayıp yanılsamadan ibaret olduğunu ortaya koymaya çalışıyorum. “Madencilik diye bir şey olur mu kardeşim!” meselesine altlık hazırlıyorum. Buna paralel olarak da, sözleri itibarıyla 1950’lerde hit olması pek garip bulunabilecek “16 Tons” parçasının serüvenini aktarıyorum. Bir yandan da, hem filmin birçok yerinde geride bu parçanın versiyonları çalıyor hem de bazı yerlerde bizzat çalan-söyleyenleri izleyebiliyoruz. Parçanın müzik âlemi ve piyasası içindeki macerası da hayli ilginç kendi başına.

“16 Tons”, country müzisyeni Merle Travis tarafından, madenci jargonundan sözler kullanılarak yazılmış, bestelenmiş. Meşhur nakaratında, “16 ton daha yükledin, ne oldu? Bir gün daha yaşlandın, biraz daha borca battın” deniyor. O zaman işçileri şirkete sürekli borçlu tutan bir sistem var.

Belgeselin yeniden yapımı, Ümit Kıvanç’ın Vimeo kanalı üzerinden erişime açıldı.

Şarkının sizin en sevdiğiniz versiyonu hangisi?

Valla bana sorabileceğiniz en zor soru bu. O kadar farklı ve kıyaslaması zor versiyonları var ki, biner defa dinlediğim! Bende şu anda sanırım 50’nin üzerinde versiyonu var, birçok dilde. Yok, buna cevap veremeyeceğim, çünkü sekiz-on versiyon var ki, hangisi aklıma gelse öbürüne haksızlık olacak diye endişe duyuyorum.

Belgesel boyunca ironik bakış açınız ve üslubunuz oldukça ilgi uyandırıyor. Yanlış anlaşılma kaygınız oldu mu hiç?

Olmadı. İroninin böyle alenîsi ve yüksek dozlusu da yanlış anlaşılmaz artık herhalde. İroni yaptım, çünkü daha can acıtıcı olduğunu düşünüyorum. Bahsedilen mevzu o kadar can acıtıcı ki, izleyen de en azından yerinde kıpırdanmalı yani. Ayrıca ironi, anlattığım acımasız durumu tersinden canlandırabilen bir tarz.

Bir de, adalet-eşitlik mücadeleleri ezberlenmiş kuru, klişe laflarla verilmek zorunda değil. Ciddi olacağız diye sıkıcı, boğucu olabiliyoruz. Oysa, elbette suyunu kaçırmadan, ironiyle, mizahla da gayet ağır meseleler ortaya konabilir. Önemli olan iletebilmek, aktarabilmek.

16 Ton, büyük ölçüde, fotoğraf, resim, desen ve gravürlerin hareketlendirilmesiyle yapılmış bir “masa başı” filmi. Orijinal hareketli görüntüler de içeriyor; ama az. Ardında da, uzun ve ayrıntılı bir araştırma var.

'DUYGU SÖMÜRÜSÜ, SADECE YAPILAN İŞLERİN SANATSAL DEĞERİNİ DÜŞÜRÜR'

Madenlerde çalıştırılan yoksul çocuklarla ilgili görüntüler gerçekten çok sarsıcı... Bu tür konular genelde duygu sömürüsüne çok açıktır ve maalesef arabesk bir yaklaşımla sunulunca seyircinin daha çok yakalanacağı gibi yanlış bir inanç vardır. Siz hem çarpıcı konuları tüm çıplaklığıyla veriyorsunuz hem de asıl görmesi gereken yere izleyiciyi çok başarılı bir şekilde yönlendiriyorsunuz. Siz de özellikle Türkiye’de belgesel yapımlarda bu tür bir problem olduğunu düşünüyor musunuz? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

“Çocuk resmi” elbette sanatın bulaştığı her işte büyük mesele. Siyaset de her şeyin sömürüsüne açık alan. Duygu sömürüsüyle herhangi bir işte herhangi bir anlamlı sonuç elde edildiğine ben şahit olmadım. Sadece yapılan işlerin sanatsal değerini düşürür o. Büyük konuşmayayım, ama yaptığım herhangi bir filmde duygu sömürüsü denecek bir şey bulunursa utanırım; bu ancak gaflet veya yanlışlık sonucu olabilir.

Madende çalıştırılan küçüklere gelince... Kapitalizmin dehşetini onlardan daha iyi anlatabilecek figür var mı? Serbest piyasanın nasıl bir yalan olduğunu zihinlere daha iyi kazıyacak görüntü var mı? Hem ben onları duygu sömürüsü yoluna sapmadan, ironiden işte tam da burada yararlanarak, olabildiğince nesnel gerçeklik olarak gösterebildiğimi umuyorum. (O fotoğrafların çoğunu çeken Lewis Wickes Hine’a saygılarımızı yollayalım buradan da.)

“Türkiye’deki belgeseller” diye genelleyemeyiz, çünkü çok farklı yaklaşımlarla, çok farklı tarzlarda belgeseller yapılıyor artık. Ama bir vakte kadar belgesel der demez anlaşılan, öğretici, asık suratla izlemek zorunda olduğunuz, kendi de asık suratlı bir belgesel türü de varlığını sürdürüyor hakikaten. Birçok sorun gibi, bu duygu sömürüsü meselesi de ortadan kalkmış değil. Yine de geçmişe göre bunun seyirciye de daha çok battığını, belgeselcilerin de bu yola çok daha az saptıklarını düşünüyorum.

“Fitness sanayii”nin ABD’de ulaştığı hacim, 17 ile 24 milyar dolar arasında tahmin ediliyor. Fitness işlerinde 500 binden fazla insan çalışıyor. Rejim ve kilo ver(dir)me “sanayii” daha büyük: hacmi 40 milyar dolar civarında. Dünyadaki en yoksul yaklaşık 630 milyon insanın kişi başına yıllık geliri bir iPhone almaya yetmiyor.

“İnsan irade sahibi özgür bir yaratıktı. Kimin nasıl öleceğine bizzat karar vermeliydi. Bu amaçla içinden bir grubu ayırıp onlara ‘ötekiler’ dedi.” Belgeselinizin ilk bölümünde işlediğiniz “öteki” kavramı ve “ötekileri” yok etme kültürü günümüze nasıl evrildi? Siz kendinizi “öteki” olarak görüyor musunuz?

Bir bakıma evet. Ama bu, nasıl desem, deyim yerindeyse, azıcık seçkince bir ötekilik. Çünkü siyasi tercihlerim, dünya görüşüm, adalet-eşitlik değerlerim, haksızlığa karşı çıkmaya, mültecileri kollamaya çalışmam, HDP’ye oy vermem... Yani benim seçimlerim sonucu oluşan bir ötekilik. Yoksa, doğuştan Türk, Sünni ve erkeğim. Dolayısıyla, bu ülkenin geçerli hiyerarşisine göre en üstte yer alabilirim, sesimi çıkarmadığımda. Bu yüzden, eşcinsel bir Alevi ya da solcu bir Ermeni ile kıyaslandığımda kendime ötekiyim demem çok ayıp olur. Herhangi bir Alevi veya Ermeni’yle kıyaslandığımda da demem ayıp olur. Neyse ki bana benzer konumdaki pek çok insan, kendi vaziyetine bakmadan, kimse ötekileştirilmesin diye uğraşabiliyor.

'KEŞİFLER ÇAĞI, İNSANLIK TARİHİNDEKİ EN MUAZZAM KIYICILIĞIN GÖRÜLDÜĞÜ ZAMAN'

Belgeselinizden resmi tarihin dışına çıkarak, örneğin okullarda “büyük kaşif” olarak övgü dolu sözlerle öğretilen Kristof Kolomb gibi isimlerin nasıl ırkçı ve emperyalist söylemlerde bulunduğunu da öğreniyoruz. Hatta Kolomb motivasyonunu, maceraperestlikten değil, yeni altın kaynakları bulmakla sağlıyor. Bunlardan habersiz birçok kişiyi heyecanlandıran “coğrafi keşifler” size ne hissettiriyor?

Şu meşhur “Keşifler Çağı”, insanlık tarihindeki en muazzam kıyıcılığın görüldüğü zaman. Aynı zamanda, birilerinin topraklarını gasp edip, ahaliyi esir edip, korkunç işkence ve cezalarla, zorla çalıştırmanın kurumlaştığı, güçlünün kendinde buna hak görüp bir modern kölecilik rejimine hayat verdiği dönem. Ayrıca muazzam bir soygun dönemi. Onca altın... Kapitalizm serbest piyasa ile değil, kölecilik ve soygunculukla serpilip yerleşti. Açıkçası, İspanyollara ve Portekizlilere Flamenkoydu, fadoydu diye duyulan sempati bende yoktur. Koca milletleri damgalamak yanlış tabii, ama lafları geçtiğinde aklıma feci işler yapmış katiller geliyor. O katillerin heykelleri hâlâ bu ülkelerde her yerde.

Edward Bernays, kadınlara “erkeklerle eşit olun, sigara için” diye seslendi. Bu sırada sigara şirketine danışmanlık yaptığı bilinmiyordu. Halkla ilişkiler çağındaydık.

Dünya emperyalist ülkeler tarafından “keşfedilmiş” ya da sömürge vs. olarak paylaşılmış durumda... Burjuvazinin gelişimi ve bunun karşısında yürütülen mücadelenin geleceği hakkında neler söylersiniz?

Şu anda insanlık yeni bir evreye doğru gidiyor. Bildiğimiz anlamda burjuvazinin de, serbest piyasa iddialarının da, işçi sınıflarının da dönüşeceği, çok daha büyük ve mutlak eşitsizliklerin eşitlik talebini fiilen anlamsızlaştıracağı bir gelecek pekâlâ somut tehlike olarak karşımızda. Oysa gayet adil ve eşitlikçi bir sistem için gereken altyapısal koşullar artık var. Herkese yetecek yiyecek üretilebiliyor. İnsanlığın bütün bilgisine iki tıkla ulaşabildiğimiz bir global mekanizma var.

Zenginliğe el koyanın gerçekte giderek küçülen bir azınlık olduğu sorun edilmeye başlanıyor yavaş yavaş. Ayrıca, dünyanın her yerinde insanlar eşit haklar ve doğru dürüst yurttaşlık talep ederek sokaklara dökülüyorlar. İki zıt yönde iki dinamik var. Sonucu mücadele belirleyecek. Ama bugüne kadarki lafızlarla yürütülemeyecek artık bu mücadele.

'GEREKSİZ NÜFUS' DİYE BİR MESELEYLE UĞRAŞACAĞIZ YAKIN GELECEKTE'

Kölelik yasal olarak kalkmış olsa da ırkçı ve sınıfsal ayrım halen çağımızın ciddi bir sorunu... İktidarlar bu tür söylemleri yasaklasa da, bizzat yine bu mekanizmalarla ayrımın devam ettiğini görüyoruz. Sizce yönetenlerin bu tür sömürü mekanizmalarından vazgeçmesi mümkün mü?

Yönetenler, yöneten olarak kaldıkları sürece her şeyden vazgeçip yerine başka şey koyabilirler. Kutsal bir şey yok. Sınırlar er geç kalkacak veya başka ölçütlere göre çizilecek. Şu andaki gidişata bakılırsa, egemenlerin ilk meselesi, insan nüfusunu azaltmak veya bir bölümünü toplum dışı, düzen dışı kılmak olacak. “Gereksiz nüfus” diye bir meseleyle uğraşacağız yakın gelecekte. Belki muteber toplumla gereksizlerin yaşadıkları yerler ayrışacak, belki basbayağı katliamlar olacak. Başka türlü olabilmesi için altüst oluşlar, devrimsel değişiklikler lazım.

ABD’de siyahların eşitlik mücadelesinin sembol kişiliklerinden Rosa Parks’ın 1955’te, bir beyaz otursun diye yerinden kaldırılmayı reddederek başlattığı meşhur “otobüs boykotu”, siyahlara cesaret aşıladı.

Madencilik tarihi, aynı zamanda işçilerin hak ve sendikal mücadele tarihi açısından da oldukça önemli... Özellikle madencileri, işçi sınıfı mücadelesinin “mihenk taşı” haline getirmesinin sebepleri nedir?

Madenciler, gün boyu tehlikelerle dolu karanlıkta muazzam emek harcayan ve sonunda çıkardıkları kömür miktarına göre para alan işçilerdi. Ürettikleriyle ilişkileri doğrudandı. Savaşa sürülmüş gibiydiler. Çok net bir karşıtlıktı onların patronlarla ilişkisi. Yabancılaşmayla sulanacak gibi değildi. İşçi sınıfının mücadelesinin tavsamasında en büyük etken, bantlı seri üretim sistemleriyle, işçilerin yaptıkları işin ürünle ilişkisini göremez hale getirilmeleridir. İşçi kendi değerinin farkında olamıyor haliyle, bitmiş ürünü kendisinin yaptığı şey olarak göremeyince. Madencilerde bu perdelemeyi ve yanılsamayı yaratacak bir dolayım olamıyor haliyle. Bu yüzden en militan sendika mücadelecileri, madencilerin yarı-köylü olarak tutulamadığı her yerde madencilerden çıktı.

'İNSANLAR MADENE İNMEYE MECBUR BIRAKILIYOR'

Burada Zonguldak’a değinmesek olmaz. Doğal olarak Türkiye maden tarihini anlatırken Zonguldak çok önemli bir bölümü kapsıyor. İşveren propagandasının aksine elbette işçiler mecbur bırakıldıkları için bu madenlere iniyorlar ve hayatları pahasına çalışıyorlar. Zonguldak’ta da madencinin eşini rehin tutmaya varan, çalışma zorunlulukları dayatılıyor. Bir süre sonra da bu durum, iş ilanlarına ihtiyacın onlarca katı insanın başvurmasına dönüşüyor. Bu dönüşümün en büyük sebebi olarak neyi görüyorsunuz?

Çok basit bunun sebebi. İşte, filmde de göstermeye çalışıyorum, insanlar mecbur bırakılıyor. Bir yörede başka her türlü çalışma imkânını yok ediyor, insanları eğer güvenli bir aylık gelir istiyorlarsa madene inmeye mahkûm ediyorsunuz. Biz kazanın üstüne, ölen işçilerden birinin evine gittiğimizde, ölen işçinin amcası, gazeteci grubunu toplayıp, “Kendi akrabalarını madene alıyorlar, bizim oğlanları almıyorlar, yazın bunu” diye yakınmıştı.

Önce büyük katliamlarla işçileri durduramayan Rockefeller’in “halkla ilişkiler”in keşfiyle politikasını değiştirdiğini görüyoruz. Aldığı destekle işçilerle yemek yemek, aileleriyle sohbet etmek, çocukların saçını okşamak gibi bir politikaya evriliyor. Maalesef Türkiye’de Soma gibi bir katliam yaşandı ve Soma'da madencilerin tekmelendiğini de, Cumhurbaşkanı'nın maden faciası ile ilgili “Bunlar olağan şeylerdir” dediğini de, eşi Emine Erdoğan’ın faciada yaşamını yitiren aileleri ziyaret edip dert dinlediğini de gördük. Birçok şey hiç değişmiyor sanırım değil mi?

“Fıtratında var” dedi Cumhurbaşkanı. Daha önce de, “Ayaklar baş mı olsun?” diye çıkışmıştı, ne sebepleydi, unutmuşum, yine işçilerle ilgili bir mevzuydu. Onun ve Türkiye’de İslâmcılık, dindarlık şemsiyesi altında konuşan ezcümle siyasetçinin kararlı eşitlik düşmanları olduğunu düşünüyorum. Cumhurbaşkanı eşinin madenci ailelerini ziyaret etmesinde yanlışlık yok elbette. Yanlışlık sorunun kökünde. Bizim için ölmelerini umursamayarak insanları kapısında “selametle” yazan, vardiya bitiminde “geçmiş olsun” denen bir yere yollayabilmemiz ve bunu normal bulmamızda.

Belgeselde 16 Ton’u Kızılordu Korosu’ndan da dinliyoruz.

Dünya maden tarihini incelerken sizin en rahatsız olduğunuz konu neydi?

Bu kadar korkunç, aleni adaletsizliğin, dehşetin, insanları ölüme yollamanın en beklemeyeceğiniz insanlarca bile böylesine doğal karşılanır oluşu.

'TEK CİDDİ ZORLUK, TÜRKİYE'YE DAİR VERİLERİN EKSİK, ÇELİŞİK VE GÜVENİLMEZ OLUŞUYDU'

Belgesel yapım sürecinde ne tür zorluklarla karşılaştınız?

Bir buçuk yıla yayılan araştırma, bilgi tasnifi, ayıklaması, toparlaması gibi, belgeselciliğin tipik sorunlarına ilaveten, bu kadar çok görsel malzemenin bulunması, düzeltilmesi, işlenmesi, filme konacak hale getirilmesi kolay değildi şüphesiz. Muazzam Photoshop işi. Animasyon ve motion graphics zaten bazen tam deli işi olabiliyor. Motion’la günlerce uğraşıp filmin yalnız bir dakikasını yapmış olduğunuzu görebiliyorsunuz. Her şeyi tek başıma yaptığım için dış kaynaklı zorluk yaşamadım. İngilizce çeviri için de Nazım (Dikbaş) ve Richard’la (Hamer) çok uyumlu ve zevkli çalıştık, orada da sorun olmadı. Yani hammaliye ve iş zorluğu çoktu, ama zevkliydi de. Tek ciddi zorluk, Türkiye’ye dair verilerin eksik, çelişik, güvenilmez oluşuydu.

Yeniden yapımda 16 Ton şarkısının yeni versiyonları eklendiği için belgeselin ses kurgusu yeniden yapıldı. Metin ve seslendirmenin değişmediği yeni versiyonda animasyonlar ve görsel malzemeler yenilendi.

Belgeselin ardından olumlu ve olumsuz anlamda nasıl tepkiler aldınız?

Bu yeni versiyonla ilgili henüz sadece bazı tebrikler aldım. Eleştiriler henüz gelmedi. Eskisi çok yerde gösterilmişti, onunla ilgili tecrübem daha çok. En yaygın ve şaşırtıcı tepki, hemen her gösterimde karşıma çıkan bir tavır, solcu bazı seyircilerden gelen itirazdı. Ben, “Madencilik diye bir şey olmaz, kardeşim” diyorum ya, her gösterimde mutlaka biri kalkar, "İşçi sınıfının en militan, en mücadeleci kesimi madencilerdir, onlar yüreklidir, kararlıdır, cesurdur" yollu şeyler söyleyip, madenlerdeki facialar sadece özelleştirmeden kaynaklanıyormuş gibi konuşur, madenciliğin tabii devam etmesi gerektiğini savunurdu. Ben basitçe şunları sorardım: “Biz iniyor muyuz madene? O nesne ille çıkarılacaksa, oraya inenler nasıl seçiliyor? Mecbur olmasa iner mi madenci oraya? Daha iyi, güvenli işi olsa, çoluğunu çocuğunu geçindirebileceği başka imkânı olsa iner mi?” Biz, maden çıkarılsın, madencilik yapılsın, sanayi, ilerleme, şu bu derken, o madene kendimizin inmeyeceğini baştan bilerek konuşuyoruz. Buna hakkımız yok. Bunu anlatmak çok zor ve moral bozucu olabiliyor.

Maden bölgelerinde özel gösterimleriniz oldu mu? Madencilerin izledikten sonra size söylediklerini özellikle merak ediyorum.

Bu da çok ilginçtir. Filmin ilk versiyonu 2011’de ortaya çıktı. Ta altı sene sonra, 2017’de ilk defa Zonguldak’a davet edildim. Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfı (ZOKEV) ile Eğitim-Sen Zonguldak Şubesi’nin ortak faaliyetiydi. (Bu vesileyle Üzeyir Bey’e buradan selamımı göndereyim.) Makine Mühendisleri Odası salonunda bir gösterim ve söyleşi yaptık. Güzel oldu. Bunun dışında, Zonguldak’ta ya da madencilerin bulunduğu herhangi bir yerde herhangi bir gösterim falan olmadı. Ne oda ne sendika ne dernek...