Akıp giden hayattan, daha doğrusu hayatın akıp gitme biçiminden, insanın dünyasından, ya da bu dünyanın insanından korku duyuyoruz. Bu korku yüzünden, demokratik toplum hayatından da, öyle bir hayata özlem duymaktan da vazgeçmeye hazır insanlar haline geliyoruz.
Hele şu sıralar tam da böyle günlerden geçiyoruz. Berbat şeyler oluyor. Hiç hoşumuza gitmiyor. Eleştiriyoruz. Onaylamıyoruz. Bitsin istiyoruz. Bitmeyecek gibi göründüğü için hızla demokratik toplum hayalinden vazgeçme eğilimine savruluyoruz. Elden ne gelir, ne yapabiliriz diye sorup duruyoruz birbirimize?
Bu sorun yalnızca bugüne ait değil. Korku bizim tarihsel ürünümüz. Bu ülkenin demokratik toplum hayali hep kırılgan olmuştur.
Bakın, yıl 1998… Bugünün hayal kırıcı olaylarından birine konu olan gazeteci Sedef Kabaş, televizyonda hazırlayıp sunduğu bir programa, benim sevgili Ünsal Oskay Hocam’ı konuk almış. (Ünsal Hoca’yı bilen bilir, tanıyan tanır; 2009’da rahmetli oldu, nur içinde yatsın.) Hocamıza o dönemler çok konuşulan Reha Muhtar’ın habercilik tarzı hakkında ne düşündüğünü soruyor Sedef Kabaş. Hoca da şöyle cevaplıyor:
“Reha Muhtar, bir sosyo-kültürel üründür. Ona yönelik eleştiri yapanlar durup şunu düşünmeli: Son yirmi yılda, Reha Muhtar’ın Reha Muhtar haberciliği yapmaması için, yapamayacağı koşulları oluşturmak için, kaç çeviri yaptım, kaç kitap yazdım, kaç film çektim? Daha iyi bir habercilik yapacağı kültürel koşulların yaratılmasında, korunmasında rol aldım mı?”
Hoca böyleydi işte; hayatı herkesle birlikte düşünürdü. Eleştirdiği, olumsuz gördüğü, bitmesini istediği hiçbir olgudan soyutlamazdı ne kendisini ne toplumu. “Aynı trajik hayatın içinden hep birlikte geçiyoruz” derdi daima. Bu yüzden, eleştirilen, olumsuz görülen, bitmesi istenilen her şeyden (kendi dahil) herkesi sorumlu tutardı.
Ümit Kıvanç’ın “Hafıza Yetersiz” belgeselini izlediğim, Tanıl Bora’nın Norman Ohler’den yaptığı “Harro ile Libertas” çevirisini okuduğum şu günlerde aklıma geldi Hocamın bu sözleri. Sonra Kıvanç’ın diğer işlerini düşündüm, bilhassa “16 Ton”u… Ve Bora’nın sayısız çevirisini ama bilhassa ve bilhassa o büyük “Umut İlkesi”ni… Bütün bunlar Kıvanç’ın ve Bora’nın, hayatın akıp gitme biçiminden korku duymamamız, demokratik toplum hayalinden vazgeçmememiz için üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptıklarını düşündürdü bana. Geri kalan toplumun işidir artık. Ne yapacağını, ne yapması gerektiğini o bilecek.
Bu hususta sadece Kıvanç ve Bora yok elbette, adlarını buraya sığdıramayacağım başkaları da var hiç şüphesiz. Ama nasıl desem… Şu günlerde bu bağlamda, bir hatıra eşliğinde onlar karşıma çıktı işte. Evet, tam olarak böyle. Kıvanç ve Bora’ya yaptığım vurguyu (kimseye haksızlık etmemek için) bu şekilde açıklayabilirim sanırım.
Film çekmek, çeviri yapmak, kitap yazmak, kaderin değiştirilemez görünen algısını bozan eylemidir insanın. Ama tek eylem biçimi değildir. Herkesten yeteneğine göre!
Bu yüzden herkes kendisine sorsun: Olup biten her neyse, artık olmaması için ne yapıyorum? Zira bizi korkulara düşüren hal ve gidişin, sadece siyasi kararlar, kararnameler ve uygulamalar çerçevesinde açıklanması mümkün değil; olup biten her şey, ilgili kararları almayı mümkün kılan yapısal koşulların varlığına güçlü biçimde bağlılar. Yapısal koşullar deyince de bakacağımız ilk yer toplum oluyor, doğal olarak. Ama toplum denilen kategoriyi dolduran kitle, şimdilik bütün işi memleketimize özgü bir tür mitolojik kahramana, “okur yazar kesim”e yıkmış görünüyor.
O kesimden Ümit Kıvanç ve Tanıl Bora, üzerlerine düşeni yaptıklarını topluma duyurdular. Eminim mutludurlar, mutlu olmaları gerekir. Ben de onları duydum. Bu da benim mutluluğum.