Hrant Dink Vakfı, Hrant Dink Hafıza Mekânı'nın oluşum detaylarını arşivsel değerde bir rapor refakatinde kamuoyu ile paylaştı. Açılışı için nisan ayının düşünüldüğü hafıza mekânı, Agos gazetesinin İstanbul Şişli'deki tarihi Sebat Apartmanı'nda yer alan eski ofisinde şekilleniyor. Sarkis'in 'Acılara dair bir pırlanta'sıyla da taçlanacak merkez adını Dink'in 23 yıl evvel yazdığı, halklar arası umut ve şifa yüklü, gelecek kuşaklara sevgiyle bakan bir köşe yazısından alıyor.
Geçtiğimiz günlerde, açılışı nisan ayı içinde yapılması için hazırlıkların sürdürüldüğü Hrant Dink Hafıza Mekânı ile ilgili detaylı bilgi edinmek için, yine Dink'in adını taşıyan ve Agos gazetesine de yeni yuva haline getirilen vakfı ziyaret ettim.
İstanbul Harbiye'deki Anarad Hığutyun Binası'nda yer alan Hrant Dink Vakfı emektarlarından, merkez ile ilgili 84 sayfalık özel bir hazırlık süreci raporu da hazırlayan Nayat Karaköse, ismini Dink'in 23,5 Nisan başlıklı, Agos'ta 23 Nisan 1996'da yayımlanmış köşe yazısından alan mekân hakkında, akıl ve gönüllere nar gibi saçılacak yoğunlukta bir bilgilendirmede bulundu.
Tasarımı PATTU Mimarlık'a ait Hrant Dink Hafıza Mekânı'nın oluşum sürecinde 15 ülkede 80'in üzerinde müze ve hafıza mekânına ulaştıklarına değinen Karaköse, 19 Ocak 2007'de gazetesi önünde katledilen ve bir 'olay mahalli' olarak bilinen Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Dink'in eski çalışma ofisinin de bulunduğu dairenin, ileride kolektif çaba ve umut yolu ile bir şeyleri değiştirebilmek için kamusal bir buluşma noktası haline getirilmesine odaklandıklarından söz etti.
1920'lerin mimarî karakterini yansıtan yapı, aynı zamanda İstanbul Emek Sineması ile Nişantaşı Marmara ve Sümer apartmanlarına da imzasını bırakmış Rafael Alguadiş tarafından tasarlanmıştı.
12 yıl önce yitirdiğimiz Hrant Dink özelinde, bugün için bunun yalnızca 'kurbanlık' söylemi üzerinden bir şey olmadığının altını çizen Karaköse, günümüzde müzelerin de işlev ve yaklaşım açısından büyük değişimler içerisinden geçtiğine değindi. 'Empati'nin arttırıldığı ve ziyaretçinin aktif katılımını sağlayacak düzenlemelerin yoğunlaştığından bahseden Karaköse bu kapsamda Polonya'daki POLİN Polonya Yahudileri Tarihi Müzesi veya Cape Town'daki District Six gibi müzelere giderek önemli gözlemler yaptıklarını, notlar aldıklarını kaydetti. 'Sonsuza dek kurban olamayız,' diyen vakıf üyesi, kurban veya mağdur kimliğini içselleştirmek yerine, değişimin aktörü olmanın önemine değindi ve bunun için yaklaşık dört yıldır Avrupa, Güney Afrika ve Güney Amerika gibi noktalara eriştiklerini, ayrıca uluslararası uzmanlarla beşin üzerinde de atölye çalışması yürüttüklerini söyledi.
Karaköse konuyla ilgili arka plan hazırlığı sürecinde katılımcı bir süreç benimsenerek, Türkiye'de de Mardin, Hatay, Ankara ve Yalova gibi noktalara giderek çeşitli inceleme ve görüşmeler yaptıklarını, hafıza mekânına dair öneriler aldıklarını aktardı. Vakıf üyesi, Dink'in teşhir edilecek ofisinin 'dokunulmaz' olmayacağını, bilgi sağlayacak, sorular üretecek Hafıza Mekânı'nın ön odalarında atölyeler, etkinlikler yapılacağını, mutfağın herkesçe faydalanılabilir olacağını vurgularken, bu tür alanlardan 'diyalog mekânları' olarak yararlanıldığının altını çizdi. Mekân, hafıza ve umudu birleştiren bir arada yaşamın hâkim olduğu bir geleceği tahayyül ederek bu yönde atılacak adımları yüreklendiren, diyaloğun önemi hakkında farkındalık yaratan, yaşayan ve sürekli olarak güncellenen bir yer olarak tasarlanıyor.
Karaköse'nin dikkat çektiği bir diğer detay da, eski Agos binası Sebat Apartımanı girişine 19 Ocak 2007'nin anımsanmasına yönelik yerleştirilmiş Türkçe ve Ermenice Hafıza Taşı ile ilgili oldu.
Raporun/Karaköse'nin diliyle yine anımsarsak, "19 Ocak 2012’de, Sebat Apartmanı’nın önündeki kaldırıma, Hrant Dink’in öldürüldüğü noktaya bir ‘hafıza taşı’ kondu. Günlük hayatın içinde geçmişi hatırlatmak gibi bir işlev gören hafıza taşı, Sebat Apartmanı’nın bir hafıza mekânına dönüşmesinin sembollerinden biri oldu. İstanbul’un işlek caddelerinden olan Halaskargazi Caddesi’nde yürüyenler o taşa denk gelip hakikati hatırladı; kimi hafıza taşını görüp yürümeye devam etti; kimi yürürken durup o noktaya baktı, düşündü; kimi taşın üzerindeki sigara izmaritini kaldırdı; kimi dua etti; kimi de taşı görüp Agos’un kapısını çaldı. Geçmiş ve şimdi, hakikat ve vicdan, hafıza ve hakikat arasında bir basamak olan hafıza taşı, Halaskargazi Caddesi’nin (kolektif vicdanlardaki adıyla ‘Hrant Dink Caddesi’) bir parçası haline geldi. Agos’un yayın hayatına aynı yerde, kapsamı genişletilerek devam etmesiyle, bir vicdan ve hafıza mekânına dönüşmüş olan ofis mekânı aynı zamanda bir umut mekânı niteliği kazandı." (s.19)
Sunumunda aldığım notlardan biri de, Türkiye'de özellikle 20'li yaşlara karşılık gelen genç kuşağın, kayıp bir dönüşüm evresinden geçiyor olduğuydu; yine bu ortak geçmişe son derece meraklı, araştırmacı, demokratik kitlenin, sorularına ayrıştırıcı değil, barışçıl, bütünleştirici bir zemin kazandırma gayretinde oldukları yönünde idi.
Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda da büyük çaba sarf ettiklerine değinen, Hrant Dink Vakfı'nın bu konudaki projelerinden bahseden Nayat Karaköse, süregiden proje ekseninde halihazırda Pangaltı'daki Vakıf Binası'nda Dink'e adanmış iki yapıtı bulunan sanatçı Sarkis'in de Hafıza Mekânı'na özel bir kalıcı yapıt kazandırmak için çalıştığını aktardı. Bu yapıt, Sarkis'in 'Acılardan bir pırlanta yaratmayı' temel alan bir yerleştirmesi biçiminde.
Hatırlanacağı gibi 2015 Venedik Bienali’nde ‘Respiro’ adlı işiyle Türkiye Pavyonu’nu temsil eden Sarkis, işin bir parçası olan ‘Altın İkona’ yerleştirmesini, Anarat Hığutyun Binası’na hediye etmişti. Sarkis’in, Rakel Dink’in el izinin yer aldığı ikonanın ardından, Hrant Dink’in İran’da çekilmiş, paylaşım, sevgi ve insan sıcaklığıyla dolup taşan, nar tezgâhındaki bir fotoğrafının vitrayı da binada yerini almıştı.
Günümüzde Türkiye ve dünyada yaşanmış belli toplumsal kayıp, dram ve kabahatlerin de çeşitli unutturulma politikalarına maruz kılındığı konusu, Karaköse ile yaptığımız oturumda büyüteç altına aldığımız önemli bir unsurdu. Bu noktada kendisiyle aynı anda anımsadığımız ilk trajedi, 1993 yılı Sivas'ında Madımak Oteli'nde yaşananlar, ardından Ankara Garı terör eylemi oldu.
Tam da bu arada Heinrich Böll Stiftung Derneği ile Açık Toplum Vakfı desteğinde hazırladıkları rapora ve DVV International'ın desteğinde yürütülen hazırlık sürecine referans veren Karaköse, hafıza mekânları ve müzelerin, unutmaya ve unutturmaya karşı direnirken, hatırlamayı kolektif hale getirerek, geleceğe katkı sunduğunu, resmî söyleme karşı alternatif bir söylem önerdiğini, bir kere daha tekrarladı. Keza, bu yazının özünü teşkil eden rapor, sosyal medya üzerinden de paylaşılabilir olması bakımından, çok değerli...
BirGün gazetesi köşe yazarı da olduğu sırada bizzat tanışma onurunu duyduğum sevgili büyüğüm, vicdan, demokrasi, insan hakları ve barış emekçisi Dink'in kaybından dört yıl önceydi. Sevgili Pakize Barışta editörlüğündeki gazetem.net isimli elektronik medyada yazarken, benim de 23 ve 24 Nisan arasında maruz kaldığım o psiko - sosyal ve etik 'vertigo'yu, onun Hafıza Mekânı'na ismini yazdıran, 1996 tarihli ve halklar arası umut ve şifa yüklü, gelecek kuşaklara sevgiyle bakan 23,5 başlıklı köşe yazısına adeta bir saygı duruşu gibi sayıkladığımı, nice sonra fark ettim.
Arşivde sakince duran bu aşağıdaki yazının, Hrant Dink Vakfı Hafıza Mekânı nezdinde her insan için bir sevgi ve kardeşlik harcı olmasını, yürekten dilerim.
Çünkü 19 Ocak 2007'de Hrant Ağabey'e Ergenekon Caddesi yakınında sıkılan o iki kurşun, hiç de öyle kör değildi.
O güzel insanın canı pahasına, hepimize ait geçmişe ve geleceğe, bile isteye sıkıldı o kurşunlar.
Dink nezdinde doğacak bu hafıza mekânında, hepimizin kardeşlikle bir araya gelip, içimizde kalan o tüm kurşunları iyilik adına dökmesinin, bu halklar, bu nesiller arası 'amel'iyatın her türlü riskine, küçüklerin mutluluğu adına koşulsuz sevgiyle direnmesinin tam da zamanı ve mekânı, değil mi?
'BUGÜN 23 NİSAN. 23 NİSAN, 2003'
Biraz bencilce ama, sizden daha bencil olan zamanı durdurmanın yegâne yolu, asla kavuşamayacağınızı bile bile, sürekli ondan söz etmekten, onunla ilgili yaşananları bir yerlere not etmekten, o notları kulaktan kulağa, yürekten dudağa, dudaktan yeni ve aç, parlak gözlere eskitmekten geçiyor.
Zaman insanın elindedir. İnsanın elinde, hatta ayağındadır. Seçtiği hayatın kılığına girdiği cinsiyetle, bedenle, ayakkabı numarasıyla, faturalarıyla, nüfus kâğıdıyla, saçlarıyla, dişleri ve kemikleriyle büyür ve küçülür.
Zaman, şu anda, sizden çok önce benim gözlerimin önünden geçen, ancak asla aynı tekrar edilemeyendir.
Zaman, kokusu beyninize sızan yok olmuş bir sabun, tenin sıcak suyla ürettiği buharı soğukkanlılıkla dağıtan nemli bir duşa-kabin, birkaç kesik tırnak, kirli bir yarım bardak, boş bir şişe, boş bir sifon, tozlu bir sehpadır.
Fünyesi felek ipliğiyle, hiç tahmin etmeyeceğiniz ölçüde sağlam dikilmiş, bir ömür içinde ömürlerce örülü duran, anonim bir bombadır.
Zamanın sürekli 'tik'i vardır. Zaman her insanoğluna aynı sayıları, ayrı anlarda gösterir, durur.
İleri geri, ama hep içinden konuşan, yelkovanına kadar aceleci, kadranına kadar hesapçı, hepimizin hayatı üzerinde söz hakkına sahip olduğunu düşünen, tepemizde, akrebinin tüm kesinliğiyle sonuna kadar dikilecek kadar pişkin, sorumsuz biridir.
Doğunun ve doğrunun zamanı, artık uzun zamandır Batı'ya göre ayarlanmaktadır.
An gelir, zangırtıya kaçan tıkırtısını, can sıkıntısını duyarsınız. O, kendisine tapınan birileri için sürekli geri sayımdadır. Hayat denen o anonim, mekanik anomi, bağlı bulunduğu meridyenin düzeniyle işbirliğine gider. (Ama bu 'düzen'in ilahiyatı, tarifi ve resmiyeti de, zamanın ta kendisi kadar görecelidir; tıpkı şu anda her birimizin kafasında ayrı bir zamanın geziyor olması gibi.) Ve sizden, kullanmanızı istediği bambaşka zamanlardan oluşan bir müsvedde defterini doldurmanızı talep eder.
Ama, ama, ama niye, niye ama niye, size hiç o 'defter'i isteyip istemediğiniz bile sorulmaz ?
Aynı zaman, neden size, neden o defterin kareli mi, beyaz mı, haritalı mı, metotlu mu, kaç ortalı mı, uluorta mı olacağına dair en ufak bir hak tanımaz ?
Zaman, Alis'in kedisidir. Sürekli size sırıtır. Sizden yana mıdır? Size rehber midir ? Size köstek midir ? Kimseyi, onu tam olarak gördüğünüze inandıramazsınız. Ama, görmezden gelip beğenmediğiniz, 'boş'a geçirdiğiniz zamanın o defterden atılması, yok edilmesi, en azından şu devirde söz konusu değildir. Çoğu kez, yeri gelir, sizler de benim gibi, yaşadığınız dört duvar arasında zamanın kabuklarını toplar, onu her parça atık eşyaya hapseder, vanilya kokan mavi torbalara atarsınız. Zaman, buruşuk, salçalı, gözyaşlı, şaraplı, yemek lekeli ekonomik peçetelerinizde kefenini giyinir, gider.
Zaman sürekli bir doğum ve ölüm törenidir. Zaman, sizden vakit pahasına haczedilmiş o çok hesaplı yemek artıklarınız, son kullanma tarihinin ötesine, o büyük bilinmeze geçen ekstra vitaminli çürük besinleriniz, ithal İtalyan bıçağıyla kesilen parmağınızın emdiği, o, ürküten lezzetteki kendi kan damlalarınızın verdiği, bilinç eriten baygınlık duygusudur.
Kimileri zamanı ete kemiğe bürür. Onu alıp, satarak hayatını kazanır. Saatçiler de, bilumum sanatçılar da bunu alenen yapan insanlardır. Saatçiler ve sanatçılar, gayeleri ve düşünsel enginlikleri gereği, çokça sabırları ve detaycılıklarıyla, birbirlerine yakın, topyekûn insanlardır ama, bunu paylaşmaya pek fırsatları olmaz.
Kimilerinin ise peşinden koşan, zamanın ta kendisi olur... Aylaklar, deliler, sarhoşlar böyledir. Onlarda sonsuzluğa övgünün bini bir paradır. Zamanla aralarındaki o gayrımeşru, gayrıresmî, gayrıahlâki, gayrıdünyevî muhabbetin hukukunu kimse çözemez. Ama bunu bir ressam da yapmış olabilir. Bir film yönetmeni de. Bir heykeltıraş da. Bir müzisyen de. Bir yazar da.
Sanatçı dediğimiz o insanlar için, size yetiştirilesi bir sıcak taze ekmek resmi, gözlerinizle dokunulası bir beden formu, bir kutu film veya gerili tuval bezi içinde bir kadın göğsü kadar cömertçe açılmış, yok olunası bir yok zamanın, ilahî ışığı bile, zaman kadar kutsaldır. Tektir.
Örneğin, müzisyenler insanı sonsuzluğa susatan iç zamanlarının turşusunu, bestelerinde kurar. Müzik hep susatır.
Kimileri ise zamanı koluna takıp, her yere götürür. Ya da öyle zanneder.
Bu kapıcım da olabilir. Broker'ım da, hatta, ben bile diyebilirsiniz.
O kimileri, kollarında taşıdıkları markalı zamanlara o kadar âşıktırlar ki, onun ajandasından, vasiyetine kadar derisine işlemesini bekler. Kimi dedesi, kimi babasından emanet zamanı duvarına, koluna asar. Onu hiç kurmaz. Kimi o kadar yorulur ki, zaman kadar kurnaz ve genç olmaktan bıkar. Ama zaman, müritlerinin kendi makine gurultusuna kavuşacağı ânı saliseler, saniyeler, dakikalarla, şaşmadan tespih eder.
Herkesin bir zamanı vardır. Ama herkesin bir o kadar da zamanı yoktur. Bilirsiniz. Büyük çelişkidir.
Şu anda alt katınızda, yanınızdaki ofiste, komşu dairenizde, 1500 metre kuzeyinizdeki işyerinde veya tuvalette, hatta, ışıkların söndüğü, soluk olanın yandığı o apartmanların burun yakan karanlığında hangi zamanın soluğu çekilir içinize ?
Şu anda tüm radyolarda aynı anda çalınan istek parçalarının sahipleri, neler düşünüyordur ? Tepenizden geçen 346 sefer sayılı uçağın, 346 sefer anlatsam bitiremeyeceğim kadar çok zamanı, 346 sefer dünyayı dönecek kadar kaç anıyı, kim bilir hangi zaman diliminden hangisine kaçırdığını tahmin edebilirsiniz ?
Bakın. Size zamanı anlatmak istedim. Bunca saat oldu, yapabilmiş değilim. Zamanınızı aldım. Oysa, sizinle birlikte, yeniden içinde geziyorum. Peki, ya size ne veriyorum? Öyle ya, hiç bir şey. Beni, kendinize ait bir zamanın ya da ölü zamanın üreticisi de sayabilirsiniz şu sıra... Bu, benimle paylaştığınız zamana karşı geliştirdiğiniz cömertliğinizle ilgili bir durum.
İşte, size sembolik bir zaman ibaresi daha:
23 Nisan.
Aslında ben bugün, içimdeki çocuğu klavye başına oturttum. Ve çok uzun süre sonra da olsa, onu bir süreliğine, yaşadığım zamanın efendisi yaptım. Çünkü bugün 23 Nisan.