Gezegendeki insan popülasyonu, kelimenin gerçek anlamıyla bir virüs tarafından tutsak alınmış durumda. Virüs, hepimizin cezasını önce ev hapsi olarak belirledi. Uymazsak eğer farklı cezalandırma biçimlerini de gösteriyor. Ev hapsimizin bitmesini bekliyoruz. Bu bekleyişin devletler nizamında farklı eylem ve mücadele biçimleri oluyor. Kimileri Akdeniz rahatlığında mücadeleye başlayıp şimdilerde varlık mücadelesi veriyorken Uzakdoğu, disiplinli devlet unsurlarını hissettiriyor. Bazı Ortadoğu menşeli devlet yöneticileri de ihale, rant, kâr terminolojisinin dışına çıkamayan zihinlerinden ötürü; ev kredisi, seyahatte KDV indirimi vb. enstrümanları yaşlıların eline kolonya dökmeyi de ihmal etmeden devreye sokmayı maharet sayıyor.
Böyle keskin zamanlarda üretim ilişkilerinin farklılıklarının toplumlara etkileri daha net ortaya dökülür. Sağlık gibi en temel insani unsur, nice zamandır liberal ekonomilerde pazarlanan bir metaya dönüşmüştü. Sağlık hakkı, devletin sorumluluk hattından sermaye gruplarının kâr unsurlarına yelken açalı çok olmuştu. Artık zenginlik düzeyi sağlıklı olma konforunu belirler hale geldi. Bu üretim ilişkisinin dışında kalan küçük ve yoksul ülke Küba, şu sıra sahip olduğu sağlık yaklaşımıyla dünya gündeminde hiç olmadığı kadar haber olmaya başladı. İlaç geliştirme ve insanlığa sunma vaadiyle başlayan insanı müşteri görmeyen yaklaşımı, bu kaos ortamında artık haber değeri taşıyor.
Virüsün her yere yayıldığı bu dönemde zengin insanların keyif için çıktıkları gemi seyahatinde virüse yakalanmalarından sonra hiçbir ülkenin onları kabul etmeyip ortada kalmaları pahalı bir trajediyi okyanus dalgalarının insafına bırakmıştı. Küba, ortaya çıkan uluslararası insani krize de müdahale edip kapitalizmin zengin ettiği ama hastalanmalarına çözüm bulamadığı insan grubunu mütevazı limanına konuk edip sağlıklarına kavuşturmak için çalışmaya başlamasıyla da 21. yüzyılın bu ilk büyük kitlesel sağlık krizinde unutulmaz bir hamle yapmış oldu. Kuşkusuz bu hamle; zenginliğin ölçüm kriterlerine de alternatif bir bakış getirmiş oldu. Zira gemi turuna çıkan zengin ve mutlu azınlık, sürekli yoksulluktan ötürü ülkeden kaçmaya çalışanlarla haber olan Küba limanlarına son kurtuluş umutları olarak çaresizce yanaşmaya çalışıyordu.
Bu hafta, dünyaya unutturulmaya çalışılan bir sağlık yaklaşımını hatırlatan Küba’nın sinemasından bahsetmek istiyorum. Yazıda; yoksul, güler yüzlü ve eğlenmeyi bilen insanlarının sinemayla kurdukları ilişkinin köşelerini çizmeye çalıştım.
LATİN AMERİKA’DA SİNEMA
Bu köşede oluşturmaya çalıştığım alternatif bir dünya sineması yaklaşımı çerçevesinde daha önce Latin Amerika sinemasını yazmıştım. Latin Amerika’nın karakteristik özellikleri olan şehir hayatında gecekondulaşma ve gökdelenlerin birlikteliği, gelir dağılımındaki adaletsizliğin cisimleşmiş hali olarak büyükşehirlerde varlığını koruyor. Yönetimde diktatörlük ve yolsuzluk, ekonomik hayatta gayrimeşru para kazanımları Latin Amerika’nın karakteristik özelliklerine dönüşmüş halde uzun süre varlığını devam ettirdi. Bu fotoğrafı ülkelerin sinemalarında da görmek olası. Latin sinemasında sokakta yoksulluk, bünyede uyuşturucunun bin bir çeşidi ve şiddet bu coğrafyada gündelik hayatın doğal bir parçası olarak sinemada da başat konu çeperlerini oluşturuyor.
DEVRİM, SİNEMASINI OLUŞTURUYOR
Şiddetin ve yoksulluğun başrolde oynamadığı neredeyse tek ülke sineması devrim sonrasının Küba sinemasıdır. Fidel’in zengin Amerikalıların kumarhanesine dönmüş bir toprak parçasından umut aşılayan bir ülke yarattıktan sonra Küba’da sinema, insanın emekle merhalesini beyazperdeye yansıtan bir araca dönüştü. Devrimin yarattığı dönüşüm beyazperde de vücut buldu.
Devrimden kısa bir süre sonra Küba Sinema Sanatı ve Endüstrisi Kurumu (ICAIC) kuruldu. Küba’daki sinema sektörünün lokomotif örgütü olan kurum, sinemacılara destek olan bir okul görevini görecekti. ICAIC’de ilk dönem filmlerinde, yeni sosyalist sistemi halka anlatan tanıtım filmleri üretildi. Bu dönem filmlerinde işlenen temalar genellikle köylü sorunları, devrim öncesi ve devrim sonrası Küba’nın karşılaştırılması üzerine kurulmuştu. İlerleyen yıllarda devrimi anlatan filmler yapılmakla birlikte, çağdaş toplumdaki güncel sorunlara yer veren; ırkçılık karşıtı ve emek eksenli filmler çoğalmaya başladı. Ayrıca ulusal kültürü kuvvetlendirmeye ve belirli bir çerçeveye oturtmaya çalışan filmler de ortaya çıkmaya başlamıştı.
KUSURLU SİNEMA
Teorik olarak Küba sinemasının yönünü belirleyen ilk önemli çalışma yazdığı Kusurlu Sinema-İmperfect Cinema makalesi ile Julio Garcia Espinosa’dır. Makalede hakim sinema anlayışının mükemmellik anlayışına karşı çıkar. Espinosa, başarılmış bir sosyal dönüşümü daha da güçlendirmek için sinemanın rolü ve sinema seyircisi ile film arasındaki ilişkiyi yeniden dizayn etmek üstünde durur. Espinosa’ya göre sanat ve bilim arasında önemli bir ayrım vardır. Sanat insanın yaratıcılığını kamçılar ve bizi öyle zenginleştirir ki sonuçlarını kestirmek mümkün değildir. Espinosa tüketici ya da izleyici konumunda bulunan kişilerin sanat eserinden beslenemeyeceğini savunur.
SOVYET SİNEMASI'NDAN KÜBA’YA ARMAĞAN: BEN KÜBA
Altmışlarda Sovyet sineması kurumsallaşmış, savaş döneminde büyüyen genç yönetmenler Sovyet sinemasının ikinci kuşak isimleri olarak özelikle 2. Dünya Savaşı temalı filmlerle üretimlerini arttırmışlardı. Bu dönemin en önemli Sovyet filmlerinden biri 1957 yapımı Leylekler Uçarken isimli dram filmiydi. Bol ödüllü bu unutulmaz yapımda yönetmen Mikhail Kalatazov, savaşa nişanlısını yollamış genç bir kadının yalnız başına verdiği mücadeleyi ve savaşın Sovyet toplumu üstündeki yıkıcı etkilerini ajitasyona kaçmayan bir sinema yaklaşımıyla izleyicilere sunuyordu. Günümüzde hâlâ savaşın insan üstündeki tahribatı üstüne çekilen en özgün filmlerden biri olan Leylekler Uçarken’den sonra yönetmen, olanca meşhurluğuyla Küba’nın yolunu tuttu. 1964 yılında Sovyetler Birliği ve Küba ortaklığında oldukça orijinal ve şiirsel bir çalışma olan Ben Küba-Soy Cuba’yı çekti. Filmde devrimi hazırlayan tarihsel ve toplumsal koşulları şiirsel bir üslupla sinemaya taşıdı. Film devlet yöneticileri tarafından ilk ortaya çıktığında fazla şiirsel bulunmakla birlikte zaman içinde sinematografik değeri daha iyi anlaşıldı.
DEVRİMİN BURJUVA YÖNETMENİ: ALEA
Devrim sonrasında oluşan yeni ortamda sinemanın gelişmesini sağlayan en önemli isimlerden biri kuşkusuz Tomas Gutierrez Alea’dır. 1928’de doğan Alea, zengin bir ailede büyüdü. Havana’da hukuk eğitimi aldıktan sonra 1951 yılında Roma’ya sinema eğitimi almaya gitti. Eğitimi sırasında İtalyan Yeni Gerçekliği’nden etkilenmişti. 1956 yılında Garcia Espinoza ile birlikte ilk filmi El Megano’yu çekti. Bu film ile birlikte yeni bir sinema yaratma yolunda olduğunu göstermiş oldu. Filmde maden işçilerinin çalışma şartlarını gerçekçi karelerle seyirciye sunmuştu. Diktatör Batista hükümeti filmi yasakladı. Küba Devrimi sonrasında Alea, Espinosa ve birkaç genç yönetmen Küba’nın sanat ortamında belirleyici olmaya başladılar. Küba Sinema Sanatı ve Endüstrisi Kurumu’nu (ICAIC) kurdular. Devrim sonrasının Küba sinemasının her döneminde Alea’nın kalıcı izleri mevcuttur. 1970’li yıllarda ses getiren yapımların arkasında onun ismi yazılıydı. 1972’de Una Pelea Cubana Contra Los Demonios (Şeytana Karşı Savaşan Kübalı), 1976’da La Última Cena (Son Akşam Yemeği), 1978 yılında ise Los Sobrevivientes filmlerini çekti. Küba sinemasının kilometre taşlarını oluşturan, farklı dönemlerde yapılmış Azgelişmişliğin Anıları ve Çilek ve Çikolata filmleriyle Küba sinemasının varlığını dünyaya duyurdu. Üstelik çektiği filmler Küba Devrimi’nin propagandasından ziyade devrimdeki insanı anlatan, çelişkileri görmezden gelmeyen ve sinemayı önceleyen yapımlardı.
BURJUVA GÖZÜNDEN KÜBA DEVRİMİ
Tomas Gutierrez Alea’nın 1968 yapımı Azgelişmişlik Anıları-Memorias del Subdesarrollo Küba sinemasının unutulmaz filmlerinin ilk örneği sayılabilir. Film, devrimden sonra ülkesinden ayrılmayan ama devrim ile de tam uyuşamayan bir burjuvanın buhranlarını başarılı bir biçimde sinemaya yansıtıyordu. Bir bakıma burjuva gözünden sosyalizm eleştirisi yapan film herhangi bir sansür uygulamasına takılmadan ülkede rahatlıkla gösterilmişti. Uluslararası festivallerde de gösterilen film Küba’nın en önemli filmleri arasında yerini aldı. Devrimden sonra ABD’de gösterilen ilk film oldu.
FARKLILIKLARIN ZENGİNLİĞİ ÇİLEK VE ÇİKOLATA
Tomas Gutierrez Alea’nın Carlos Tabio’yla birlikte çektiği 1993 yapımı Çilek ve Çikolata, Küba sinemasının unutulmaz filmi oldu. Filmde devrime yürekten inanan bir genç ile devrimden umduğunu bulamamış bir eşcinselin dostluklarını yansıtıyordu. Küba’nın olanca renkli dünyasını arkasına alan yapım, bünyesine barındırdığı dostluktan sevgiye uzanan duyguların toplamını oldukça samimi ve doğal bir tablo içinde yansıtıyordu. Oscar’a aday olan ilk ve tek Küba filmi olan Çilek ve Çikolata, Berlin Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü, Goya Ödülü, Havana Film Festivali’nde sekiz farklı dalda ödül ve Sundance Film Festivali’nden ödül aldı. Film, toplamda 25’ten fazla ödül almıştı.
2000 SONRASINDA KÜBA’DA SİNEMA
2000 sonrasında sinemanın dijitalleşmesi ve kısmen ucuzlamasıyla kendilerine has duyarlılıkları olan ülke sinemalarının sayısında önemli bir artış yaşanmaya başlamıştı. Küba bu dönemde önemli bir atılım gerçekleştiremedi. Ülkenin ambargo altında varlığını devam ettirmesinden ötürü sinemaya büyük bütçeler ayrılmamasının da etkisiyle İran, Güney Kore ve Romanya sinemaları gibi özgünleşen bir sinemaya dönüşmese de sinema dili çeşitlenip zenginleşen bir Küba sinemasından bahsedebiliriz.
2000 yapımı Juan Carlos Tabio’nun çektiği Lista de Espera-Otobüs Durağı bu dönemin ilk örneğidir. Bir otobüs durağında bir türlü gelemeyen bir otobüsü bekleyen Kübalıların yaşamından bir kesit sunan yapımda gelmeyen otobüs imgesiyle Küba Devrimi’nin beklentileri karşılayamamış olmasının imgelendiğini anlamak zor değildi. Fernando Pérez’in 2003 yapımı filmi Suit Havana aynı gün içinde 13 farklı insanın hayatını resmederek belgeselle kurguyu birleştiren ve gerçekçi bir Küba tablosu sunmaya çabalayan yapımlardan biriydi. Bu dönem filmlerinde Küba’dan ayrılmak isteyen bireylerin kalmak ve gitmek arasında kalmasının gerginlikleri ve etkileri filmlerde karşımıza çıkan temalardan biridir. 2004 yapımı Juan Carlos Cremata’nın yönettiği Viva Cuba, Küba’yı terk etmek isteyen bir kadının çocuğu ve onun arkadaşıyla aidiyet kavramını çocukların gözünden yansıtan bir filmdi. Bu dönemin en önemli iki yönetmeni olarak Fernando Pérez ve Humberto Solás isimlerinden bahsedebiliriz. Küba sinemasının son dönemini merak edenler bu iki yönetmenin filmlerini izleyebilirler.
2000 sonrasında farklı ülkelerin yönetmenlerinin Küba’da geçen filmlerinde de bariz bir artış oldu. Özellikle İspanyol yönetmenlerin Küba’da geçen iki ülkenin ortaklığında yapılan filmleri mevcut. 2012 yapımı Havana’da Yedi Gün filmi ise Fransız yönetmen Gaspar Noe’den Filistinli yönetmen Elia Süleyman’a kadar yedi farklı yönetmenin Havana’da geçen bir günü anlattıkları bir proje olarak farklı gözlerden Küba’yı yansıtmaya çalışan bir çalışmaydı.
HAVANA FİLM FESTİVALİ
Küba’nın Latin Amerika sinemasına en büyük armağanlarından biri de Havana Film Festivali’dir. Her yıl aralık ayında düzenlenen festivalde bütün Latin ülkelerinden sinemacılar katılıyor. Senenin en önemli sinema olayı olarak kabul edilen Havana Film Festivali, 1979 yılından beri Latin Amerika sinemasının en önemli filmlerinin toplu halde gösteriminin sağlandığı önemli bir buluşma mekanı. Latin Amerika sinemasının datasını takip etmek için de önemli bir arşiv görevi görüyor.
SİNEMADA KÜBA BEŞLİSİ
Küba sineması sayılmamakla birlikte Küba’nın doksanlardan itibaren en büyük olaylarından biri olan beş vatandaşının ABD’de ajan olarak yakalanmasından sonra ortalama 10’ar yıl hapis yatmalarını ve geri dönme hikayelerinin anlatıldığı Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın çektiği 2019 yapımı Wasp Network film de Küba realitesinin anlaşılması açısından önemli bir örnek. Literatüre Küba Beşlisi olarak geçen olayda ABD destekli bir terör grubunun doksan sonrasında Küba’nın neredeyse tek ekonomik dayanağı olan turizm tesislerine silahlı eylemler yapmasından sonra Küba’nın ABD’de konuşlanmış bu terör grubunun içine ajan yerleştirip kendisine karşı yapılacak eylemleri önleyici istihbarat toplaması ve bu ajanların ABD tarafından yıllar sonra yakalanmalarıyla yaşanan olayların anlatıldığı başarılı ve Küba’nin gerekçelerini ortaya koyan bir yapım.
Daha ayrıntılı bilgi için Kemal Sivaslıoğlu’nun Latin Amerika Sineması isimli kitabı okunabilir.