Cuma akşamı ilan edilen sokağa çıkma yasağı ve sonrasındaki
görüntüler İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu istifa noktasına
getirecek kadar önemliydi. Bir yönetememe skandalıydı. Ve haklı
olarak bu skandalın AKP iktidarını yıpratacağı düşünüldü. İktidar
ise, beklenenin aksine, ilk andaki bocalamanın ardından kamuoyuna
yapılan açıklamalarda hatayı kabul eden ve sorumluluğu üzerine alan
bir görüntü verdi. İçişleri Bakanı Soylu, istifa öncesi ilk
açıklamasında “bütün eleştiri ve hakaretleri kabul ettiğini”
belirterek, "Bir buçuk-iki saatlik bir süreçte bazı kısıtlı
bölgelerde bir yığılma oldu. Doğrudur. Ben bunu öngöremedim” dedi.
Benzer şekilde, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da "Cuma
günü kargaşa oldu. Gerekli tedbirler mutlaka alınacak, bunlar
zamanlı şekilde açıklanacak" dedi. Ve nihayet dün akşam geç
saatlerde Soylu’nun istifa haberi geldi.
Kamusal alanda belirtilen resmi görüş, açığa vurulan tavır bu
olsa da gerçekte samimi düşünceyi, “O krakerlerden, çikolatalardan
almasanız ölür müsünüz? Ekmeği bayat yeseniz ne olur? Bizim
ülkemizi rezil etmeye hakkınız yok. Sonra da ‘siyasi iktidar suçlu.
Aç gözünüzü doyurun” diyen Beyaz TV’deki adam dile getirdi. Sabah gazetesi
yazarları Mehmet Barlas ve Engin Ardıç da “zekâ özürlüler” ve
“ayılar” diyerek bu samimiyeti en derinden dile getirdiler.
Belli etmemeye çalışsalar da iktidarın ve muhiplerinin gerçek
düşüncesi budur. Nitekim, İçişleri Bakanı Soylu, “Bunu öngöremedim”
dediği ilk açıklamasının devamında, “Ama yine de o saatteki bu çok
sınırlı birikmenin büyük bir problem oluşturacağını düşünmüyorum"
cümlesini ekleyiverdi. İstifa açıklamasında da, sürecin aslında
başından beri “mükemmel yürütüldüğü” vurgusunu yaparak “hayatının
sonuna kadar sadık kalacağı”nı söylediği Sayın Cumhurbaşkanını
konunun dışında tuttu ve “kendisini bağışlamasını” istedi.
Durum net. İktidar, bu uygulamasında da kendiyle ilgili bir
sorun olduğunu kabul etmiyor. Bu da demek oluyor ki, nasıl ki iş,
ücret ve geçim derdini devlet güvencesi altına alıp etkin bir
karantina uygulamak yerine “mecbur olmayan evde kalsın” diyerek
veya işten çıkarma yasağı adı altında ücretsiz izin için kanun
teklifi yaparak, ya da kamusal harcamalardan imtina edip bağış ve
yardım kampanyasıyla “masrafınızı kendi cebinizden ödeyin” diyerek,
ekonomik ve politik başarısızlıkların sorumluluğunu toplumun
omuzlarına yıktıysa, bu da öyle halledilecek; bu “skandal” da “aç
gözlü orta sınıf” veya “cahil kalabalık” suçlaması eşliğinde
Bakan’ın iş bilmezliği olarak, itirazsız, kayıtlara geçecek.
AKP’nin başarısı, umursamadıkları insanların üzerinde uzun
süreli bir etki yaratmış olmasıdır. Sokağa çıkma ilanındaki yönetim
krizi de bu etkiyi bozacak gibi görünmüyor. Zaten asıl merak
edilmesi gereken de bu. Nasıl oldu da bugüne kadarki
başarısızlıkları, güçlerine ve iktidarlarına duydukları güveni hiç
sarsmadan tamir edilebildi? Ve üstelik aynı günlerde kalabalıkların
“güzel gelecek” umudunu yitirmiş olmasına, topluma büyük bir
karamsarlık çökmüş olmasına rağmen bu nasıl böyle olabildi?
Elbette yerel ve küresel koşullarla ilgili ikna edici
açıklamaları vardır bunun. Ama galiba önemli bir sebep, Türkiye
toplumunun, daha da somut olarak muhalefet bloğu denen öznenin
bizdeki koşullarıdır.
Çünkü büyük değişimler için her şeyden önce toplumda sürekli bir
amaç ve eylem ortaklığı, kalıcı bir dayanışma ruhu gerekir. Oysa
bilindiği üzere, bizde deprem ve terör saldırıları ya da bugünkü
salgın gibi istisnai zamanlarda toplumumuzun farklı kesimleri
arasında bir koalisyon kurulur gibi olsa da bunlar, özü itibarıyla,
amaca özel, kısa süreli, geçici ittifaklar olabiliyor. Zira rutinde
anlaşamadığı zümrenin fikrine ya da var olma hakkına duyulan
saygıyla bir arada durma hali değil bu. Geçici dayanışma ruhunun
ortaya çıkardığı tablo daha ziyade bir tahammül tablosu oluyor;
birleşmiş olmaktan ziyade koşullar tarafından ite kaka
bitiştirilmiş, birbirlerine ilgisiz bir yan yanalık hali sunuyor.
Bu sebeple, vadesini doldurmadan her an parçalanma eğilimi de
taşıyorlar ve nitekim bugüne dek hep parçalandılar da zaten.
Bu parçalanma sadece kutuplaştırıcı siyasal atmosferin ve onun
geliştirdiği yaşam biçiminin her türlü insani dayanışmayı
değersizleştirmeyi ve karalamayı mümkün kılan tuzaklarından ötürü
olmuyor. İttifakın ve ortaklığın kendi varoluş koşullarının sürekli
bir amaç ve eylem ortaklığına dönüşme olasılığının asgari düzeyde
oluşundan da kaynaklanıyor. Dediğimiz gibi, istisnai zamanların
koalisyonu bunlar; varoluş koşulları ortadan kalktığında
kendiliğinden sona eriyor. Sürekli bir amaç ve eylem ortaklığına
dönüşmeyen bu kısa süreli ve geçici ittifaklar, AKP’nin kendi
gücüne ve iktidarına duyduğu güveni sarsmaya doğal olarak
yetmiyor.
Varoluş koşulları ortaklığının sürekli bir amaç ve eylem
ortaklığına dönüşme olasılığındaki artış, tarihsel anın
meselesidir.
Aslına bakarsanız böyle bir tarihsel anda olduğumuz da
söylenebilir. Türkiye kapitalizmi, mevcut durumda, Avrupa
kapitalizminin on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki koşullarına, yani
köylülerin ve zanaatkârların artan bir hızla üretim araçlarından ve
dolayısıyla sosyal statülerinden koparıldığı döneme benzer bir
durum içerisinde bugün. İşinden olan işçi, dükkânı kapanan esnaf,
tıpkı Avrupa’nın ilk kapitalist fabrikalarında işe başlamış
kalabalıkların ortak çıkarları olduğunu keşfetmesine benzer bir
süreci yaşayabilecek koşullardalar. O kalabalıklar bu keşfi (nice
denemeler, yanılmalar, yanlış başlangıçlar, yenilgiler ve kısa
ömürlü de olsa uzun süre hafızalardan çıkmayan zaferler sonrasında)
sürekli bir amaç ve eylem ortaklığıyla taçlandırmışlardı. Avrupa’da
sosyal devlet böyle teşekkül etti.
Aynı kitlesel yoksulluk ve keşiften bizi aynı taçlandırmaya
götürebilecek benzer bir başlangıçtayız. Elbette epeyce farklılığa
rağmen. Yine de bu başlangıcın muhtemel sonucuna henüz varmadan
bile, muktedirlerin kendi güçlerine ve iktidarlarına duydukları
güven sarsılacaktır. O zaman niçin oldu diye sormayacağız, neden
daha önce olmadı diyeceğiz.