Umut Azak: Ayasofya, Kemalist Batılılaşmayla hesaplaşmanın son kalesiydi
Doç. Dr. Umut Azak’a göre Türkçü-İslamcı kesimin 1950’lerden beri dillendirmeye başladığı Ayasofya’nın ibadete açılması Kemalist Batılılaşmayla hesaplaşmanın son kalesiydi. Azak’a göre bu adım milliyetçi-muhafazakâr ve İslamcılarca dile getirilen, “Ezanın çana karşı zaferi”, “fethin tamamlanması” ve “ayaklar altına alınan Türk-İslam mirasının kurtarılması” gibi sloganların eşliğinde büyük bir zafer olarak kutlanacak. Peki ya sonra?
Yarattığı sembollerin, “gurur günlerinin”, seremonilerin,
davaların birleştirici gücü zayıfladıkça yeni davalar, yeni zafer
kaynakları arayışına giren iktidar açısından Ayasofya, son barut
gibiydi ve kullanıldı. 1950’lerden beri Türkçü-İslamcı grupların
tutkalı gibi her seferinde kullanılan “Ayasofya davası” artık
kapandığına, 1934 yılında Atatürk tarafından müzeleştirilen bu
olağanüstü yapı tekrar “fethedilip”, İslam’a ve Türk’e “iade”
edildiğine göre, bundan sonraki “iç fethin” hedefi ne olacak?
Bunları önümüzdeki günlerde beraber izleyeceğiz.
Türkçülerin ve İslamcılarının Ayasofya davası üzerine araştırma
yapmış olan Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim
üyesi Doç. Dr. Umut Azak’la Türk sağının “Ayasofya davasını”, bu
mabedin tarihine eşlik eden sembollüğünü, Atatürk’ün burayı
müzeleştirme kararına götüren süreci, AKP açısından Ayasofya’nın
önemini, buranın ibadete açılmasının ne anlama geldiğini
konuştuk…
Bugün (10 Temmuz 2020) itibariyle camiye dönüştürülen
Ayasofya için daha 13 Aralık 1988 tarihinde, o dönemin Refah
Partisi İstanbul İl Başkanı olan Tayyip Erdoğan, “Ayasofya’da ezan
seslerini duymak bizim hasretle beklediği andır” demişti.
Türkçülerle İslamcıların, Ayasofya konusundaki “hasretlerinin”
geçmişi nereye dayanıyor?
Ayasofya’nın cami olması, aslında bütün sağı birleştiren
tarihsel bir dava. Bu açıdan Ayasofya Türkçülükle İslamcılığın tam
kesişme noktasında yer alıyor. Ayasofya aslında bu iki ideolojiyi
birleştiren paroladır.
Nasıl bir parola bu?
Türkçülerin ve dindar milliyetçilerin ortaklaştığı fetihçi, yani
Osmanlıcı ideolojinin parolası. Bu tarihçenin kritik
dönemeçlerinden biri 1950’li yıllar. O yıllarda Osmanlıcı
milliyetçiliğin Kemalist milliyetçiliğe bir itiraz olarak ortaya
çıktığını görüyoruz. 1950’lerin başında kurulan, bir süre sonra
kapatılan ama tekrar kurulan Milliyetçiler Derneği bu fetihçi ruhun
ortak platformu olmuştu. Yine o dönemde Atsız dergisi çevresi
tarafından Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneği, keza başkanlığını
tarihçi İsmail Hami Danişmend’in yaptığı İstanbul’un Fethi Derneği
gibi dernekler kuruluyor. 1953’te fethin 500. yılını kutlamak üzere
yapılan ön hazırlıklar, Kemalist rejimin tek partili dönemde kenara
attığı, unuttuğu veya reddettiği düşünülen “şanlı Osmanlı mirasını”
tekrar devralma amacı güdüyor.
Doç. Dr. Umut Azak
Yani “şanlı Osmanlı tarihi” söylemi 1950’lerde mi ortaya
çıkıyor?
Türkçülerle milliyetçi-muhafazakarların bu söylem etrafında
birleşmeye, örgütlenmeye başlaması ve bunu kampanyalaştırmaları
1950’lerin başından itibaren söz konusu. Bu aynı zamanda kurucu
Kemalist ideolojiye karşı Osmanlıcı-milliyetçi ideolojinin
itirazlarının da yüksek sesle dillendirilmeye başlandığı dönemdir.
Osmanlı mirasını sahiplenmeyen Kemalist ideolojiye net bir karşı
çıkıştır bu. 1950’lerde Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi
talebi de bu karşı çıkışın somutlaştığı alanlardan biri. Türkçe
ezanın kaldırılıp “ezanın özgürleşmesi” gibi, Ayasofya’nın da
tekrar camiye dönüştürülüp “özgürleştirilmesi” o zamandan beri
isteniyordu.
Türkçe ezanı kaldıran Adnan Menderes, sağın Ayasofya’yı
camileştirme talebine nasıl karşılık vermişti?
Menderes her ne kadar Arapça ezana geri dönülmesini sağladıysa
da, Ayasofya konusunda hiçbir adım atmadı. Bunun o dönemki
uluslararası konjonktürle de ilgisi var. Zira Türkiye 1952 yılında
NATO üyesi olacağı için Batı’yla ve Yunanistan’la ilişkiler iyi
tutulmak isteniyor. O yüzden fetihçi edebiyatın dozajını kaçırıp
Ayasofya için şiirler yazanların, örneğin Osman Yüksel
Serdengeçti’nin yargılandığını biliyoruz.
Ne diyor Serdengeçti?
Yargılama konusu yapılan şiiri, aslında Türkçü-İslamcı cenahın
Ayasofya’ya bakışını özetliyor: “Ey İslam'ın nuru, Türklüğün gururu
Ayasofya! / Şerefelerinde fethin, Fatih'in şerefi / Işıl ışıl yanan
muhteşem mabet!… / Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?”
Böyle başlayan şiir, “Kur'an sesleri dindirilmiş/ Müslümanlar
sindirilmiş!/ Allah-Muhammed-Hülafa-i raşidinin/ İsimleri
kubbelerden yerlere indirilmiş!” ve “Seni puthane yapan hangi
delidir?!...Elleri kurusun, dilleri kurusun! Ayasofya!
Ayasofya! Seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan
kim?...” gibi dizelerle devam ediyor.
1934 yılında Ayasofya’nın camiden müzeye çevrilmesi
talimatını veren Atatürk’e karşı açıktan bir tepki var mı
peki?
1950’li yıllarda ve daha sonraki yıllarda da tek-parti döneminde
atılan adımları eleştirenler bunu Atatürk’ü karşılarına almadan
yapmaya çabalıyorlar. Ayasofya konusunda da Mayıs 1950’den beri
muhalefet partisi haline gelmiş olan CHP’ye yükleniyorlar. Yine de
Ayasofya’nın müzeleştirilmesiyle İslâmın ayaklar altına alındığını
ima eden yazılar, laikliğe aykırılıktan yargı konusu yapılıyor.
Serdengeçti de zaten laikliğe aykırılıktan yargılanıyor ama beraat
ediyor. Buna rağmen daha sonra aynı şiiri neşreden dergiler yeniden
yargılanıyor.
'ATATÜRK’ÜN TALİMATIYLA AYASOFYA’DA İLK KEZ TÜRKÇE
KUR’AN OKUNDU'
Türkçü-İslamcı kesimler açısından Ayasofya neden bu
kadar önemli bir sembol? Böylesi bir mabedi Atatürk neden müzeye
çeviriyor?
Bizans İmparatoru İustinianos tarafından, imparatorluğun
ihtişamını ve ilahi gücü yansıtmak üzere yaptırılan ve 537 yılında
ibadete açılan Ayasofya Kilisesi, 9 yüzyıl boyunca Doğu
Hıristiyanlığının merkeziydi. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun
merkezi kilisesiydi burası. Osmanlı İmparatorluğu ise 1453’ten
itibaren aslında bu ihtişamı kendi imparatorluğu ve İslâm adına
devraldı. Sonraki 481 yıl boyunca Ayasofya imparatorluk camii
olarak kullanıldı. Osmanlı döneminde de Ayasofya, mimarlar
açısından hep aşılmaya çalışılan en yüksek eşik, bir mimarlık
harikası olarak görüldü. Muazzam kubbesiyle Ayasofya dünyadaki
nadir eserlerden biri. Osmanlı döneminin imparatorluk camisi
yapıldıktan sonra, figüratif mozaikler gibi Hristiyanlık izlerinin
üzeri zaman içinde sıvanıyor. 1840’lardaki restorasyon için İtalyan
mimar kardeşler Gaspare Trajano Fossati ve Giuseppe Fossati, Sultan
Abdülmecid tarafından İstanbul’a getirtiliyor. Fossati Kardeşler’in
restorasyonuyla birlikte 1453’ten sonra peyderpey, ama esas olarak
18. yüzyılda üzeri sıvayla kapatılmış olan mozaikler tekrar ortaya
çıkıyor. Fakat bu mozaiklerin üzeri bir daha kapatılıyor.
Ayasofya’ya arkeolojik açıdan ilk yaklaşımın Fossati Kardeşler’in
restorasyon dönemi olduğu söylenebilir. Ayasofya o tarihten
itibaren bir Bizans eseri olarak büyük bir merak konusu, ziyaret
mekânı haline geliyor. Tabii ziyaretçiler arttıkça tahribat da
artıyor. Bazı ziyaretçilerin anı olsun diye, üstü kapatılmamış
yerlerdeki mozaik parçalarını alıp götürdüğü biliniyor.
Ayasofya’nın 1934’te müzeye dönüştürülmesi kararına
nasıl varılıyor?
1934’e gelene kadar çeşitli aşamalar var. En temel dönüşüm
Cumhuriyet’e geçişle olmuştur. Çünkü o tarihe kadar bir
imparatorluk camisi olan Ayasofya, artık normal bir camiye
dönüşüyor. 1922 yılında saltanatın kaldırılması, cumhuriyete geçiş
ve 1924’te hilafetin kaldırılması sürecinde, Ayasofya’nın o
sembolik anlamı da tamamen bir kenara itilmiş oluyor. Ayrıca
1925’te de, Ayasofya’ya 16. yüzyılda eklenen padişah türbeleri
kanunla kapatılıyor. Müzeleşmeden iki yıl önce ise, ilginç bir
biçimde, önemli bir Kemalist reformun ilk adımlarından birini atmak
için kullanılıyor Ayasofya. Ezanın Türkçeleştirilmesi sürecine denk
gelen 3 Şubat 1932 tarihli Kadir Gecesi’nde, Atatürk’ün talimatıyla
Ayasofya’da Türkçe Kur’an okuma merasimi düzenleniyor.
'KEMALİSTLER, ARAP KÜLTÜR VE DİLİNİN İZLERİNİ SİLMEK
İÇİN DİNİ MİLLİLEŞTİRMEK İSTEDİ'
Bu merasime yönelik ne tür tepkiler
gösteriliyor?
On binlerce insanın katılımıyla, büyük ilgi görüyor. Radyodan da
naklediliyor bu merasim. Bundan birkaç gün önce, 30 Ocak 1932
tarihinde ilk Türkçe ezan Fatih Camii’nde okunuyor. Temmuz ayından
itibaren de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tüm müftülüklere
gönderdiği genelge ile jandarmanın erişebildiği tüm camilerde ezan
Türkçe okunmaya başlıyor. Ezanın dilinin anlaşılır olmasına ve din
alanında da Arap dilinin izlerini silmeye yönelik bu reform,
dönemin din adamları ve İslamcıları tarafından desteklenmiyor.
Onlar, Arapçayı başka bir milletin değil, Kur’an’ın ve İslam’ın,
dolayısıyla ümmetin birleştirici dili olarak görüyorlar. Fakat
İslamcıların böylesi bir milliyetçi hamleye itirazı ancak
1940’ların sonundan itibaren yükselebiliyor.
Peki Kemalist ideoloji neden böyle bir reform arayışına
giriyor?
Aslında bu reform da diğerleri gibi “İslam medeniyeti”nden çıkıp
Batı medeniyetine yönelme arzusunun bir yansıması. Bunun uluslaşma
yoluyla gerçekleşebileceğine inandıkları için milliyetçilik
ideolojisi daha işlevsel görülüyor. Dolayısıyla, İslam dininin
değilse de Arapça’nın izlerini Türklüğün üzerinden atmak
istiyorlar. Kemalistler aslında dini millileştirmeye yöneliyor.
Nasıl ki Avrupa’daki Reform döneminde milli kiliseler ortaya
çıktıysa, cumhuriyetin kurucu kadroları aynı şeyi Türkiye’de
yapmaya yöneliyor. “İnsanlar inandıkları dinin, kutsal kitabın
dilini anlamalı. Müslümanlar, aradaki hacılara, hocalara ihtiyaç
duymamalı” diye düşünüyorlar. Milliyetçilerin dini millileştirme
projeleri hem din özgürlüğüne aykırı bir müdahale olduğu, hem de
“hacı-hocaların” iktidar alanlarını tehdit ettiği için, İslamcılar
öfke duyuyor. Ama bu öfkenin somutlaşması için, çok partili hayata
geçişi ve esas olarak 1950’leri beklemek gerekiyor.
'KEMALİSTLERİN 'TÜRKLER NİYE BÜYÜK BİR MİLLET' SORUSUNA
VERDİĞİ CEVAP: İSLAM ÖNCESİ TÜRKLER'
1950’lerdeki milliyetçiliğin 1930’lardaki Kemalist
milliyetçilikten ne gibi bir farkı vardı?
Kemalist, seküler milliyetçiliğin amaçlarından biri Osmanlı ve
İslam geçmişiyle araya mesafe koymak. Cumhuriyet’in vatandaşları
için kurmaya çalıştıkları milli kimlikte İslam’ın rolünün çok
baskın olmamasını istiyorlar. Kemalist milliyetçilik ve laikliğe
göre dinde reform tam da yeni milli kimliğin inşası için gerekli.
Türk dilini dini sahada da egemen kılmak milli gururu okşayan bir
adım olarak düşünülüyor. Hem Mustafa Kemal hem de etrafındakiler,
“Türk öğün, çalış, güven” sözüne de yansıdığı gibi, milli gurur
inşasının çok önemli olduğunu biliyor. Peki bu gururun kaynağı ne
olacak? “Türkler niye büyük bir millet” sorusuna bir cevap
vermeliydiler.
Peki neydi cevap?
Doç. Dr. Umut Azak
O gururun kaynağı, son verilen saltanat olamayacağına göre, daha
eskilerde olabilirdi. Yani, Türkçü ideolog Ziya Gökalp’in Türk
kültürünün esas kaynağı olarak işaret ettiği İslâm öncesi Türkler.
Dolayısıyla aradaki parantezi kapatıp, İslam öncesi Türklerle
1923’ten itibaren başlayan “şanlı tarih” birleştirilmeye çalışıldı.
Türk Tarih Kurumu’nda üretilen Türk Tarih Tezi de zaten bu çabanın
bir sonucuydu. Çok partili dönemde muhalif sesler çıkmaya
başlayınca, böylesi bir tarih okumasına itirazlar yükseldi.
Kemalizmin Osmanlı ve İslam tarihini görece “ihmal edişi”,
1940’ların sonundan itibaren çeşitli gruplar tarafından
reddedilmeye başlandı. Tanık olduğumuz şey bir milliyetçiliğin
başka bir milliyetçilikle sınanmasıdır aslında. Öte yandan
milliyetçilik ve İslamcılık akımlarının ilk karşı karşıya
gelişlerinin, Osmanlı’nın son dönemi olduğunu unutmamalıyız.
Dolayısıyla 1950’lerde ortaya çıkan tartışmaların tarihi 1923
değil, öncesi. Fakat 1920’lerden itibaren İslamcı görüşün
taşıyıcıları susmak zorunda kalıyorlar. Mesela Mehmed Akif’in de
içinde yer aldığı Eşref Edib’in Sebilürreşad dergisi başta olmak
üzere benzer görüşlerin nakledildiği pek çok yayın, Takriri Sükun
Kanunu’yla 1925 yılından itibaren kapatılıyor. Tek-parti döneminde,
rejiminkinin dışında bir milliyetçilik anlayışı, inkılaba aykırı
bulunduğu için dile getirilemiyor. 1945’ten itibaren olan şey ise,
anlayış farklılıklarının ortaya konmaya ve konuşulmaya
başlanmasıydı. Nitekim Sebilürreşad dergisi 1948 yılından itibaren
yeniden yayınlanmaya başlanıyor. Cumhuriyet öncesi dönemi de bilen
bu kuşak henüz hayatta ve hedefleri, genç kuşaklara başka türlü bir
milli şuur aşılamak. Bu milli şuurun içinde “şanlı Osmanlı mirası”
ve İslâm var.
1960’larda Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi
tartışmalarının tekrar canlandığını biliyoruz. Bu tartışmaların
kaynağı ne?
1960’ların ortalarına doğru Kıbrıs krizinin yeniden ortaya
çıkması ve bu nedenle Yunanistan’la ilişkilerin bozulması üzerine
bu tartışmalar bir kez daha canlanıyor. O zaman, yazar Nihat Sami
Banarlı, Ayasofya’nın önemini anlatırken, bir “milli kahraman”
olarak Fatih Sultan Mehmed’e ihtiyacın olduğunu şöyle açıklıyor:
“Ekmek gibi, su gibi muhtaç olduğumuz milli güven duygumuzu ancak
böyle hatıralar yükseltecek” diyor.
1920’lerin ortasından itibaren Kemalist milliyetçiliğin
Türklük üzerine inşa ettiği “milli gurur” varken, kırk yıl sonra
Banarlı neden hâlâ milli güvene ekmek-su gibi muhtaç olunduğunu,
bunun için de Fatih’e başvurulması gerektiğini
yazıyor?
Çünkü bu çevre, Kemalist milliyetçiliğin dayanaklarının milli
gurur inşa etmek şöyle dursun, tam bir hezimet yarattığını
düşünüyor. Ayasofya davası üzerinden edilen laflar, yazılan yazılar
da bu bakışı çok iyi yansıtıyor. 1950’lerden itibaren ortaya çıkan
milliyetçilik, bu açıdan Kemalist milliyetçiliğin reddiyesi ve
Osmanlı mirasının sahiplenilmesi fikri üzerinden şekilleniyor.
Haliyle Ayasofya burada sembolik bir öneme haiz.
'AYASOFYA MÜZELEŞTİRİLEREK İNSANLIĞA BİR İLİM MÜESSESESİ
KAZANDIRILDI'
Gelelim 1934 tarihinde, Mustafa Kemal’in Ayasofya’yı
müzeleştirme kararına… Bu nasıl oldu?
Ayasofya’nın sembolik önemi bilindiği için 1932 yılında Türkçe
Kur’an okuma merasimi orada yapılıyor. Fakat daha öncesinde,
ABD-Boston’daki Bizans Enstitüsü’nün kurucusu Thomas Whittemore, 7
Haziran 1931’de Türkiye’ye başvuru yaparak Ayasofya’daki Bizans
dönemi eserlerini inceleme talebinde bulunuyor. Bu talebi olumlu
karşılanan Whittemore, Aralık ayında Türkiye’ye gelip çalışmalara
başlıyor. Temmuz 1932’de, Atatürk Orman Çiftliği’nde, Mustafa
Kemal’le buluştuğunu da biliyoruz. O görüşmede dönemin Milli Eğitim
Bakanı Zeynel Abidin Özmen de var. Öyle anlaşılıyor ki bu görüşme
sırasında Whittemore, Atatürk’ü, yaptığı araştırmalar konusunda
ikna ediyor. Nitekim 1934 yılının Ağustos ayında Zeynel Abidin
Özmen’in topladığı bir uzman kurulu, Ayasofya’nın müzeye
dönüştürülmesini tavsiye ediyor. Aynı yılın Kasım ayında Evkaf Umum
Müdürlüğü’nün yayınladığı raporda, Ayasofya’nın müzeye
dönüştürülmesi halinde çok turist çekeceği tespiti yapılıyor. Hemen
akabinde de, 24 Kasım 1934 tarihinde, Ayasofya’nın müzeye
dönüştürülmesi yönünde hükümet tarafından kararname çıkarılıyor.
Buranın insanlığa bir “ilim müessesesi” olacağı vurgulanıyor.
Böylece Osmanlı döneminde neredeyse 5 yüzyıl boyunca “fetih
nişanesi” olarak görülmüş ve “imparatorluk cami” olarak kullanılmış
yapıya yeni bir elbise giydirilmiş oluyor.
Peki Whittemore orada ne tür çalışmalar
yapıyor?
Aslında Whittemore’la birlikte, Bizans’ın tarihinin ortaya
çıkarılması açısından muhteşem bir arkeolojik alan oluyor Ayasofya.
1840’larda Fossati Kardeşleri heyecanlandıran, şu anda ise ziyaret
eden bizlerin nefesini kesen o muazzam mozaikler o dönem ortaya
çıkarılıyor.
Müzeleştirilmeden önceki çalışmalar için Ayasofya’da ne
tür düzenlemeler yapılıyor?
Halılar çıkarılıyor, 8 metre çapındaki devasa hat levhalar
indiriliyor ve başka herhangi bir yapının kapısından girip
çıkamayacak kadar büyük olan bu levhalar 1949 yılına kadar da yerde
kalıyor. Üzerlerinde Muhammed, dört halife ile Hasan ve Hüseyin’in
isimlerinin yazılı olduğu o levhaların yere inmiş hali de uzun süre
müzeleştirmeye karşı propagandanın argümanı olarak
kullanılıyor.
Müzeleştirme kararına ne tür tepkiler
geliyor?
Türkçe ezan gibi, biraz oldu-bitti oluyor bu karar. Demin de
söylediğim gibi, İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümü olan 1953
yaklaşırken Osmanlıcı-milliyetçi kesimlerin tepkileri somutlaşmaya
başlıyor. Bu kesim, Ayasofya’nın müzeleştirilmesini Müslüman-Türk
milletine yapılmış bir hakaret, fetihle elde edilmiş bir kazanımın
yok edilişi olarak görüyor. “Fethin 500. yılında, Ayasofya’nın
kapıları Müslüman-Türk milletine açılmalı” diyorlar. Çünkü
Ayasofya, Türklükle Müslümanlığın ortak kazanımı olarak
görülüyor.
'AYASOFYA’NIN MÜZELEŞTİRİLMESİ İSLAMA VE TÜRKLÜĞE İHANET
OLARAK GÖRÜLDÜ'
Ayasofya üzerine yazdığınız bir makalede, müzeleştirme
kararının Atatürk tarafından verilmediğine, kararnamenin altındaki
imzanın sahte olduğuna dair iddiaları aktarıyorsunuz. Bu iddiaların
dayanağı, kaynağı ne?
Bu iddia ilk kez 1947’de gazeteci Ziyad Ebuziyya tarafında
1947’de ortaya atılıyor. 1950’lerde, Sebilürreşad dergisinden Eşref
Edip gibi mukaddesatçı, milliyetçi-muhafazakâr ve Osmanlıcı,
yazarlar müzeleştirme kararının bir kumpas olduğunu, hatta buna
ilişkin bir kararnamenin olmadığını, bunun sonradan uydurulduğunu
söylüyorlar. Dayanakları da, kararnamenin Resmi Gazete’de
yayınlanmamış olması. Bu “sahte imza” iddiasının temelinde,
Atatürk’ü doğrudan karşılarına almadan Ayasofya’nın
müzeleştirilmesine tepki göstermek için, onun bu karardan haberdar
olmadığını söyleme ve sorumlu olarak CHP’yi gösterme çabası var.
Fakat o yıllarda Atatürk’ün bilgisinde olmayan böylesi bir kararın
alınıp uygulanması söz konusu değil. Üstelik 1 Şubat 1935’te açılan
müzeyi Atatürk’ün kendisi de ziyaret ediyor, çalışmaları yakından
izliyor.
İslamcılarla Türkçülerin o dönemki ilişkileri de bu
bağlama mı oturuyor?
Aslında Türkiye’nin kadim tartışması olan Batıcılık ve Batıcılık
karşıtlığının izleklerini Ayasofya tartışmaları üzerinden
görebiliriz. Hristiyan Batı karşısında Müslüman Türk’ün gücünün ve
zaferinin sembolü olarak görülen Ayasofya’nın müzeleştirilip
evrensel bir kültür mirası haline getirilmesi,
milliyetçi-muhfazakârlar tarafından İslam’a ve Türklüğe hep bir
ihanet olarak görüldü. 1950’lerde hem Sebilürreşad hem de Büyük
Doğu dergilerinde Ayasofya’da tekrar ezan okunması, bu “Fetih
timsali” “Türk mâmuresi”nin kapılarının “Müslüman-Türk milletine
açılması” talebini içeren yazılar çıkıyor. Bu temada yazı
yazanlardan biri de Komünizmle Mücadele Derneği kurucularından,
Atsız dergisi çevresinden Fethi Tevetoğlu. Tevetoğlu,
Türkçülük-Turancılık davasından da yargılanmış bir isim. Bu
isimler, sadece İslamın değil, “şanlı Türk-İslam mirasının ayaklar
altına” alındığını, Ayasofya’nın “ihanet ve hileyle Türk’ten alınıp
Bizans’a”, Müslüman’dan alınıp Hristiyan’a verildiğini söylüyorlar.
Ayasofya’nın müzeleştirilmesini “tarihi bir hata”, hatta
“Hıristiyan Batı’nın Bizans’ı ihya etmek için planladığı sinsi bir
oyun” olarak görüyorlar. Türkçü ve İslamcı kesimlerin bu söylemde
buluşması bu sürecin olağan bir sonucu. Bu söylemin Batı karşıtı
sağ siyasette hâlen işlevsel olmasının arkaplanında 1950’lere
dayanan bu mazi yatıyor.
'AYASOFYA KEMALİST BATILILAŞMAYLA HESAPLAŞMANIN SON
KALESİYDİ'
2014 yılında Toplum ve Bilim dergisinde
yayınlanan “Muhafazakâr milliyetçiliğin bitmeyen davası: ‘Mahzun
mabed’ Ayasofya” başlıklı makalenizde, dönemin Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç’ın 15 Kasım 2013’teki şu demecini naklediyorsunuz:
“Mahsun Ayasofya’ya bakıyoruz, inşallah güleceği günlerin yakın
olmasını Allah’tan diliyoruz.” Devamla şöyle yazıyorsunuz:
“Arınç’ın sözcüsü olduğu milliyetçi-muhafazakâr çevreler için
Ayasofya’nın müze statüsü Kemalist Batılılaşma projesinin son
kalelerinden biri olarak, bir tür ‘iç fetih” hareketinin son
aşamasını temsil etmektedir. Bu yüzden, Ayasofya’nın yeniden camiye
dönüştürülmesi büyük bir ‘milli’ zafer, bunu gerçekleştirecek
devlet başkanının da Fatih gibi tarihi bir lider olacağı, hatta bu
kişinin bizzat Recep Tayyip Erdoğan olması gerektiği dahi dile
getirilmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi kadrolarının ise ‘mahzun
Ayasofya’ söylemini sahiplenmekle birlikte bu önemli müzeyi
kapatmak gibi bütün dünyada büyük tepki doğuracak bir adımı atma
konusunda aceleci olmadıkları görülmektedir.”
Evet, o sırada aceleci görünmüyorlardı. Fakat gerçekten de
Ayasofya’nın camileştirilmesi, Kemalist Batılılaşmayla
hesaplaşmanın son kalesiydi. Mazisi, Ayasofya’yı bir “milli dava”
olarak bayraklaştıran Milli Türk Talebe Birliği gibi
milliyetçi-muhafazakâr gençlik örgütlerine ve Millî Görüş
çizgisindeki İslamcılara dayanan AKP’nin kurucu kadrolarına göre
Ayasofya yeniden cami olmadan, fetih tam anlamıyla gerçekleşmiş
sayılmaz. Nitekim 1950’lerde başlayan fetihçi, Osmanlıcı
milliyetçilik, 1969’dan itibaren Milli Görüş hareketi tarafından da
sahiplenildi. Milli Görüş’ten sonra AKP de bu ideolojiyi üstlendi.
Ayasofya’nın camileştirilmesi hep bir ukde olarak İslamcı, fetihçi,
Osmanlıcı ideolojilerin taşıyıcılarında vardı. Ne var ki, çok ciddi
bir uluslararası tepki geleceği bilindiği için şu ana kadar hiçbir
hükümet böyle bir adım atmadı. Sadece, 12 Eylül darbesinden bir ay
önce, 8 Ağustos 1980 tarihinde dönemin başbakanı Süleyman Demirel,
Sultan Abdülmecid’in restorasyon sırasında Ayasofya’ya eklettiği
25-30 kişilik Hünkar Kasrı’nı ibadete açtı. Fakat darbeden iki gün
sonra, 14 Eylül’de burası kapatıldı. ANAP ise 10 Şubat 1991’de
burayı yeniden mescit olarak kullanıma açtı. Dolayısıyla aslında
1991’den beri orada ezan da okunuyor, namaz da kılınıyor.
Ayasofya tartışmaları neden belli dönemlerde alevlenip
belli dönemlerde sönümleniyor?
Çünkü sağın hem Kemalizmle hem de Batı’yla hesaplaşmasının bir
aracı bu. 2011 yılındaki kampanyada mesela, Ermeni Soykırımı
tasarılarına karşı yine alevlenmişti bu tartışmalar. Ayasofya’nın
ibadete açılması “Batı’ya vurulacak tokat”, “Ermeni tasarılarına
karşı zincirler kırılsın” gibi sloganlarla savunuldu o dönemde.
1964 sonrasında da Kıbrıs krizi nedeniyle Yunanistan aleyhine
yayınlar artarken Ayasofya’nın ibadete açılması kampanyaları da
yoğunlaşmıştı. Bu arada karşı tarafta, Rum milliyetçilerinin de
Ayasofya’nın yeniden alınması, kilise yapılması hülyası olduğunu
unutmayalım.
Peki yakın zamanda Ayasofya kampanyası neden bir kez
daha alevlendi ve bugünkü adım atıldı?
Mevcut yönetim şehir mekanlarında, özellikle de İstanbul’da
kendi iktidarını ve kendi milli kimlik anlayışının sembollerini
egemen kılmaya yönelik pek çok adım attı. Örneğin Taksim’de henüz
açılışı yapılmamış bir cami inşa edildi. “Milli dava” olarak el
atılamamış bir tek Ayasofya kalmıştı. Ayasofya ibadete açılırsa,
bir türlü erişilememiş Türk-İslam egemenliğinin sağlanacağı
düşünülüyordu. İktidarın şu anda dünyaya milli egemenliğimiz
hatırlatan “biz ne istersek onu yaparız, işimize karışmayın” yollu
tepkilerinin de belli bir tabanda karşılık bulduğu kesin. Yeni bir
zafer, yeni bir “milli gurur” inşası için bu adım gerekli
görülüyordu.
'ERDOĞAN SAĞIN AYASOFYA RÜYASINI GERÇEKLEŞTİREN LİDER
OLMAK İSTİYOR'
İktidar yanlısı bir tarihçi olan Yavuz Bahadıroğlu,
Twitter’de şöyle yazmış: “Ayasofya, Osmanlı Türkiyesinden
cumhuriyet Türkiyesine armağandır. Verildiği gibi korumak tarihe ve
atalarımıza karşı borcumuzdur. 1934 şartlarında açılan parantezi
artık kapatmak lâzım. Bunun için ABD'den, AB'den, Yunandan, Rum
Patriğinden ve mahkemeden icazet almak zorunda değiliz.” Aynı
Bahadıroğlu’nun 8 Mayıs 2013 tarihinde Zaman Gazetesi’ne de şöyle
bir mülakat verdiğini, bahsettiğimiz makalenizde iktibas
ediyorsunuz: “Ayasofya’nın ibadete açılması, ihtişam dönemine
yeniden dönüşün icra mührüdür. Siyaset, kıvamının olgunlaşmasını
beklemektedir. Ayasofya’nın ibadete açılması ümmet şuuruna vurulan
düğümlerin bir bir çözülmeye başlaması demektir; ümmet ölçekli
uyanışı beklemektedir. Ayasofya’nın ibadete açılması, İttihad-ı
İslam mefkuresinin merkez adresi keşif demektir; feraset ve
basiretin kolektifleşmesi beklemektedir. Bunlar olursa, kuşkusuz o
da olacak, vakti geldiğinde Ayasofya ibadete açılacaktır. Kudüs’ün
fethi nasıl Hz. Ömer kıvamında bir manevi yapının öncülüğünü
gerektiriyorsa, İstanbul’un fethi de Hz. Fatih kıvamında bir nevi
yapının öncülüğünü gerektirir. Mescid-i Aksa’nın geri alınması,
tarihi seyir içinde Ömerî bir izdüşümle mümkün olacağı gibi
Ayasofya’nın ibadete açılması da aynı şekilde Fatih benzeri bir
izdüşümle mümkün olacaktır. Recep Tayyip Erdoğan bu kutsi istihdama
ehil görünüyor.” Bu sözler herhalde Türkçü-İslamcı kanadın
Ayasofya’ya yaklaşımının özeti, değil mi?
Evet, tam öyle. Dikkat ederseniz başından beri hep zamanlamaya
vurgu yapılıyor. Şu anda da, başta ekonomi olmak üzere ülkedeki
genel gidişat, Batı’yla, Yunanistan’la ilişkiler hiç iç açıcı
değil. Böyle zamanlarda iktidarlar hem dışa karşı hakimiyet
gösterisi yapmak hem de içeride sadakat yenilemek, dikkatleri temel
sorunlardan kaçırmak için arayışlara girerler. İktidar açısından
yeni bir zafer gerekiyordu, ama sağın Ayasofya rüyasını
gerçekleştirmiş olmak da kendisi açısından tarihi önemde. Tayyip
Erdoğan, elbette sağın bu rüyasını gerçekleştiren lider olmak
arzusundaydı. Öte yandan milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı gruplar
açısından bu sembolizmin çok önemli olduğunu biliyoruz. Ama bunun
kitleler nezdinde aynı anlamı taşıyıp taşımadığından emin değiliz.
Halkın önemli bir kısmı belki bu meseleden haberdar değildi. Fakat
şu an, bu meseleden haberdar olmayan yeni kuşaklar bile bu “dava”ya
dahil edilmiş oldu.
Ayasofya ibadete açılmasaydı ne olurdu?
Bir kez daha “uygun zaman” beklenmeye başlanırdı. Ayasofya’nın
müze olarak kalması, Türkçü-İslamcı sağ mağduriyet söyleminin
pekişerek devam etmesi anlamına da gelirdi. Fakat şu anki durumda,
“Ayasofya davası” etrafındaki ayrıştırıcı, fetihçi, inanç temelli
ayrışmayı körükleyici milliyetçi söylem nedeniyle, Ayasofya’nın
ibadete açılmasının iktidar tarafından siyasi bir zafer olarak
çerçeveleneceği açık. Fakat aslında her durumda, bu son gelişmeyi
tam da bu söylemi tartışmaya açmak, sorgulamak için bir fırsat
olarak görebiliriz. Milliyetçi söylemin dışına çıkarak Ayasofya’ya
yaklaşabilsek, ister cami, ister müze, bu mabedi hak ettiği üzere
bütün tarihsel ve kültürel katmanlarının bir arada
algılanabileceği, yaşayan bir mekân haline nasıl getirebileceğimizi
birlikte düşünmeye başlayabiliriz.