1944’te Romanya’da gazeteler (hepsi olmayabilir tabii) iki ayrı nüsha hazırlamışlar.
Birinde “Yaşasın Hitler” manşeti varmış…
Diğerinde “Yaşasın Stalin” diye atılmış manşet.
Bir gün bizdekiler için de böyle bir tarih yazılacak!
Romenler ne olur olmaz, aynı kişiler aynı okurlar için, iki yanlarındaki iki ayrı “buyruk altında yaşam”ı da kutsamışlar.
“Yaşasın Özgürlük” manşeti zordur.
“Darbeye Hayır” manşeti bile, bizimki gibi darbeler ülkesinde hemen çıkmaz; ne olur ne olmaz diye.
2007’de artık hayatta olmayan Yaşar Büyükanıt’ın öncülüğündeki Genelkurmay 27 Nisan Muhtırası sırasında, aslında pek uğramadığım (ama bugünkü gibi olmayan) Sabah Gazetesi’ne sabahtan gidip “Darbeye Hayır” manşeti atılması için ısrar etmiştim.
O sırada iktidar henüz karar verememişti ne diyeceğine. Ne Erdoğan ne Gül. Sanırım bir süre sonra, önce Arınç bir tepki vermişti. Belki yanılıyorumdur.
Mesele, “Darbeye Hayır” demenin kime yaradığı değil, senin öncelikle neye karşı olduğun idi!
İlke odur. Nice iktidar mensubu ve yandaşının edinemediği şeydir ilke!
(Yoksa o gazetenin künyesinde, o günkü muhtırayı desteklemiş bir isim olarak bugün bile oturabilirsiniz! Sahi Mehmet Ağar ne yapıyordu o gün mesela?)
2016 Temmuz darbe girişimi sırasında ise, yurt dışındaydım.
“Köprüde bir şeyler oluyor” haberini alınca, ömrüne üç adet darbe (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül), bir adet (hatta iki) darbecilere darbe girişimi (Aydemir-Gürcan), bir adet yandan darbe (28 Şubat), bir de darbe muhtırası (27 Nisan) sığmış biri olarak, ne olmakta olduğunu anlamıştım tabii.
Yine henüz Ankara’dan bir ses çıkmadan, açıkçası gazetede de kimse ne olduğunu ve bir bakıma “Hitler mi Stalin mi” diyeceğini henüz kararlaştıramadan, yazdığım gazetenin internet sayfasına yine “Darbeye Hayır” yazısı gönderdim acele.
Yine bu sözün kime yaradığını düşünmeden; öncelikle neye karşı çıkmamız gerektiğini bilerek.
Ama bu iktidarın dilinde “dayatmacı darbe karşıtlığı” lafta çok güçlü olsa da, hukuk, özgürlük, demokrasi, gazetecilik meselelerinde “dayatmacı darbe kültürü”ne yatkınlık da maşallah!
Yerel yönetimden de, kendileri dışındaki seçilmişlerden de, basın özgürlüğünden de, toplantı ve gösteri yürüyüşünden de, genel olarak muhalif olmaktan da anladıkları, daha doğrusu anlamadıkları bu.
Üstelik Mehmet Uçum gibi, bir zamanlar bunları anlamış, savunmuş, hukuki mücadelesini yapmış bir iklimden gelen baş danışmanlar bile varken!
O yüzden sürekli olarak “biz ve ötekiler” ya da “bizimkiler ve düşmanlar, hainler” üslubu havaya karışıyor; kraldan çok kralcılar, gazeteci değil ulak, birey değil uşak, vicdanı hür değil vicdanı zehir birileri o havayı alıp sıkıştırıyor, taş yapıp her yere fırlatıyor.
Belli bir dönem, böyle yüzde 50-50 bölmek yetiyordu. Çünkü o zamanlar bile içinde “darbe karşıtlığı, açılım niyeti, demokrasi alfabesi” gibi bir terkip vardı.
Sonra bundan arındırılarak, sadece “düşman, hain ötekiler” üzerinden bir betonlaşma o taşları her yere döşedi.
Fakat yüzde 50 o şekilde 51 olmadı, 30’lara yuvarlandı.
MHP, AKP’yi… AKP de MHP’yi aşağıya çeke çeke “Cumhur”un çoğunluğu kaçıyor muhtemelen.
Ekonomik sorunlar; hayat şartlarımız daha iyiyken ya da endişelerimiz derin değilken öncelik verdiğimiz meselelerin önüne geçebilir.
Nihayetinde fiyatlar, küçülen sofralar, katlanan faturalar kimlik sormuyor.
Yoksulsan, AKP’li de yoksulsun MHP’li de CHP’li de HDP’li de İyi Partili de ve işte ötekilerle de.
Varlıklıysan da biraz öyle.
Ancak varlıklı ile yoksul arasındaki ciddi fark, varlıklının size masal anlatabilme gücüdür.
Yoksul bir masal anlatamadığı için, nasıl hızla masallara kapıldıysa, aynı hızla masallardan da uzaklaşabilir.
Siz istediğiniz kadar bal anlatın; acıyı çeken acısının düşüncelerine de varır yavaş yavaş bile olsa.
İleride belki daha ayrıntılı aktaracağım bir BAYETAV, yani “Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı” saha araştırması da bu yazılarda yıllardır yazdığım “ortaklık hatları”na vurgu yapıyor.
“Sıvasız Hanelerin Çocukları” diye yazarken vurguladığım ortaklıklara…
Yanan, boğulan kadın ve çocuk işçiler derken içimi sızlatan ortaklıklara…
Havaya uçan, inşaattan uçan, denize uçan işçiler derken öfke patlatan ortaklıklara…
Yani sık sık dediğim gibi “acıların ve umutların ortaklığı”na!
Gün gelip büyük ölçüde doğayı, insan hayatı ve umudunu tüketen; üstelik bunu çoğunluk oylarıyla gelip bir azınlığın çıkarlarına öncelik verecek şekilde organize eden bir sisteminiz olmuşsa…
Karşınızdaki muhalefet kavrasın kavramasın…
Siz artık acıları ortak ediyorsunuz demektir.
Kutsal sözler, şişinmeler, övünmeler, ötekilere nefret bu sorununuzu çözmez.
Hayatı ve toplumu çürüttüğünüz oranda destekleriniz de çürüyor demektir. Umut artık sizin temsil ettiğiniz bir şey değildir!
Tamam, “umut” otomatik de değil.
AKP nasıl depremle, ekonomik krizle, merkez siyasetin ve medyanın çürümüşlüğüyle bir umut olmuşsa…
20 yıl sonunda artık o yeni çürümenin tek temsilcisi.
“Umut” kim derseniz, ben acıyı bilirim, umut ise içinden onu doğurmakla yükümlü olanların işi, diyebilirim.
Elbette o kadar değil…
Umut her zaman içimdedir. Sadece his olarak değil, bir tarih dersi olarak da!
Çünkü tarih ve hayat bizim kısacık ve bazen daha da kısaltılan ömrümüzden daha uzun, daha devingen, daha zengin, daha üretken bir süreç.
Tabiat tahribatını bir yana koyarsak; 2022, ne bu ülkenin ne dünyanın gördüğü göreceği en zorlu sene.
Meraklısına, en azından bir 100 sene önce neler olup olmadığını hatırlamasını öneririm, felaket veya o halde bile umut nasıl bir şey diye.
1800’ler tarihin olsun, siz 1900’den bir başlayın isterseniz.
Yani daha bir şey görmediniz!