Umutsuz hissetmek için çok sebep var, umutlu olmak içinse birkaç sebep yeterli. Umut bir duygu değil bir direnme biçimi. Çalınan, heba edilen hayatlara da, geleceğe de borcumuz var. Yaşayacağız ve üreteceğiz.
Ülkemizde, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde 156 kadın gözaltına alındı. Üst üste birkaç kez söylenince bile yabancılaşamayan bir sayı. Olan biten her şeyi, en çok da haksızlık ve adaletsizliğin kestirilemezliğini kanıksadığımız bir dönemde, hala vurucu.
Kadına yönelik şiddete karşı anayasal haklarını kullanmak için bir araya gelen kadınlar gözaltına alınıp adli kontrolle serbest bırakıldı. Kadın katilleri, kadınlara cinsel saldırıda bulunanlar, çocuk istismarları ve cinayetlerinin failleri aramızda dolaşırken hedef yine failler ve onları besleyen ataerki değil, şiddete karşı ses veren kadınlar oldu. Gerçekten yıldırıcı, usandırıcı, umut törpüleyici. Ama kadınlar yılmıyor, usanmıyor, susmuyor. Birkaç kuşaktan kadın tüm yollar kapatılmış, toplu taşıma araçları durdurulmuşken, çok muhtemel hukuksuz göz altıları da göze alarak yine bir araya geldi. İşte bu direnç, umutsuzluğa kapılmayı neredeyse ayıp hale getiriyor.
Şair İlhan Çomak 30 yıl sonra tahliye edildi. Ortada somut deliller olmadan, cezaevinde geçirilmiş 30 yıl. Dünyada neredeyse 11.000 gün. Binlerce gün doğumu, gün batımı, olağan hayatın dertlerini bile özletebilecek devasa bir zaman dilimi. 21 yaşında cezaevine konulan şairin ruhu da sesi de o kadar genç ki, insanın “hapiste çürümek”, “ömür tüketmek” gibi sözleri edesi gelmiyor. Yine de dehşet verici bir zaman dilimi. Sayı değil, yumruk. İnsan cümlesini kurmaya bile alışamıyor; bir şair o otuz yılı hapiste “yaşadı”. Çıkınca yaptığı konuşmayı dinlemek hiç de kolay değildi. Otuz yıldan sonra geceye çıkan şair, “güneşli bir günde tahliye olacağımı düşünmüştüm. Nihayetinde gerçek karanlığa kavuştum,” dedi. “Üretilmiş karanlıktan gerçek karanlığa.” Akıl almaz bir metanet ve haysiyetin ürünü olabilecek çok güzel cümleler. Ama durumun kendisi hiç de romantik değil. Çomak’ın dingin ve bilge sesi bizi “heba” kelimesinden uzaklaştırıyor. Yine de avunacak bir şey yok ortada. Ondan çalınan otuz yılın telafisi yok.
Sayılar bazen çok soğuk ve yaşamdan çok ölüme yakın şeylerdir. İnsanları ve hayatı birden istatistiğin konusu haline getirir. Katledilen kadınlar gibi haksızca tutuklanan sanatçı ve gazetecilerin ömründen giden günler ve yıllar da “sayı” oluverdiğinde yenilir yutulur hale gelir. Yaşamın varsaydığımız sonsuzluğu karşısında sayılar sınırlıdır ne de olsa. “Yalnız değildir,” deriz ama ömrün ezici bir parçasını hapiste geçiren insan yalnızdır. Erkek şiddetinin katlettiği kadınlar ve çocuklar da yalnız yumdu gözlerini, çok acımasız bir dünyaya. Kız kardeşlerimize umut, adalet ve hayat borcumuz var.
25 Kasım sabahı yurt dışından döndüm. “Kadınlar yürüyecek, buluşacak” korkusuyla bütün yollar kapatılmıştı. 14. Suç ve Ceza Uluslararası Film Festivali, Visionist programına ait paneller de Beyoğlu’nda yapılacak tüm etkinlikler yasaklandığı için Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü’ne taşınmıştı. O soğuk, ıslak ve karanlık günde Enerji Müzesi’nin retro bilimkurgusal atmosferinde buluşup “4. Kuvvet Direniyor” başlığıyla basın ve ifade özgürlüğü hakkında konuştuk. Basın konseyi başkanı ve gazeteci Pınar Türenç, avukat-gazeteci Fikret İlkiz ve festival başkanı Adem Sözüer’in konuştuğu panelin moderatörüydüm. Bu çok geniş kapsamlı konuyu medya, basın, sinema ve hukuk(suzluk) ekseninde toparlamak pek de kolay değildi ama geçmişten bugüne halimizin resmini farklı noktalardan çizen, güzel bir sohbet oldu.
Sansür yasası, etki ajanlığı vd. türlü düzenlemelerle yargının bir sopa gibi kullanıldığı, yasaların keyfi düzenlemelerle uygulamada geçersiz kılındığı bir ortamda hakikate ulaşmanın kalan çok sınırlı yollarından biri olan muhalif basın ekseninde, ifade özgürlüğünü konuştuk. Diğer tüm kuvvetlerin aksadığı bir “yaptım oldu” rejiminde “4. Kuvvet” sayılan basının ve gazetecilerin, basın emekçilerinin yalnızlığını. Her şeye rağmen umut, üretim ve dayanışma gerekliliğiyle bağlandı bütün konuşmalar.
Karanlıkta yüzüyoruz bir süredir, neyse ki inatla ışık yakan gemiler var. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali de onlardan biri. Adaleti, hukuksuzluğu, özgürlüğü, insan onurunu ve yaşam direncini, kadın mücadelesini sinema aracılığıyla düşünmeye, okumaya, konuşmaya çok ihtiyacımız var. Acımasız ve kestirilmesi güç gündelik hayatın perdesini, sinema perdesi ve direnen hikayeler aracılığıyla da “yırtmaya”.
Umutsuz hissetmek için çok sebep var, umutlu olmak içinse birkaç sebep yeterli. Umut bir duygu değil bir direnme biçimi. Çalınan, heba edilen hayatlara da, geleceğe de borcumuz var. Yaşayacağız ve üreteceğiz.