Umut, vefa, hafıza

Kişisel olanla hepimize ait olan yası, acıyı ve umudu içinde 15 yıldır kor gibi taşıyan bu ses, bu dünyaya ait değil neredeyse. Derinden, en derinden, hakikatin yapıldığı nesneden. Sanırım Rakel Dink'in konuşması boyunca olsun, alandaki herkes kalbiyle kesintisiz irtibat kurmuştur. Kalbiyle ve “eksik 15 yıl”da hala hayatımızı da umudumuzu da bir arada tutanlardan olan Hrant’ın ruhuyla.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Bugünlerde heves üstüne çok düşünüyorum. Beni hep kendine çeken ve hep biraz da mesafeli olmaya çalıştığım bir kavram. Çok güzel, çok uçucu, hep “iki anlamlı”, bıçak ucu.

1- İstek, eğilim, arzu, şevk
2- Gelip geçici istek.

İlki pek güzel, pek gerekli, hayatta pek çok şeyin hem başlatıcısı hem de sürdürücüsü. Ama gelip geçmemesi, uçup gitmemesi için tutkuya dönüşmesi gerekiyor, bu da müthiş bir direnç ve inanç gerektiriyor. Dış koşullara olabildiğince az bağlı cinsten bir inanç. Her şeyin bu kadar dışsallaştığı, süreksizleştiği, tutarsızlaştığı bir dünyada da bu öyle zor ki.

İnsanın trajedisi de gücü de, hayatta mutluluğun da mutsuzluğun da hep başka insanlara bağlı oluşundan geliyor. Sadece insanlar değil, çevre, koşullar, ülke, dünya, el birliğiyle heves öğütücü gibi çalışmakta pek mahir. Hevesleri tutkulara dönüştürmek için kolaylıkla uçup gitmeyecek temel yakıtı bulmak gerek. Bana göre o da hakikate ulaşma arzusu. Adaletin yerini bulabileceğine, yarının bugünden daha iyi olabileceğine, “iyi”nin varlığına ve kazanabileceğine dair bir inanç.

En sevdiğim yazarlardan biri olan Julian Barnes’ın nefis romanı “Bir Son Duygusu”nda dediği gibi, “bir diğer korkumuz da şudur: Hayatın edebiyat gibi olmayacağı.” Neden sonuç ilişkilerinin iyi kurulamadığını, adaletin er geç yerini bulmayabileceğini, çoğu kez anlamlı bir sonun bile olmayacağını bilerek yaşamak, heves etmek, üretmek, umudu diri tutmak zor sınav. Ama hayatta değerli ne varsa bunu yapabilen insanlar sayesinde. Onlar da daima kendilerinden ve yakınlarından çok daha fazlası, insanlık için bir şeyler isteyen, bu uğurda taşın altına elini koyanlar. Asla apolitik ve bencil olmayan cinsten müthiş bir yaşama hevesi gerektiriyor bu. Kırılamayan tek heves cinsi de bu galiba.

Hrant Dink anmasına gitmek için taksiye binmiştim. Erkenden başlayan üst üste görüşmeler nedeniyle yorgun ve uykusuzdum. Üçe yarım saat vardı, yollar yine kapatılmıştı, yetişip yetişemeyeceğimi bilmiyordum ama neresinden yakalarsam artık, orada olmak istiyordum. “Nişantaşı” der demez taksici nereye gitmek istediğimi sezdi. Hayatımdaki en ekonomik iletişimlerden biriydi. Sonunda, gecikmeli de olsa alana birkaç dakikalık yürüme mesafesine bıraktığı için minnettar oldum. Hrant Dink öldürüldüğünde 5 yaşında olan, şimdi 20 yaşında üniversite öğrencisi canım Nazım Özgün’ün güzel konuşmasını kaçırdım, Rakel Dink’in konuşmasına yetiştim.

“15 yıl oldu. 15 eksik yıl. O günün çocukları Nazım gibi büyüyorlar. Çözemediğimiz her sorunu onların omzuna yıkıyoruz. Sorunun sahibi de sebebi de biz değilmişiz gibi, tutup cepheye çocukları, gençleri sürüyoruz. Oysa bizim kanlı mirasımız olmasa, tüm dünyadaki akranlarıyla, bütün farklılıklarıyla başka bir gelecek hayali kurabilir ve gerçekleştirebilirler. Zaten yeterince sorunları olacak. Daha ne depremler göreceğiz. Şu geçmişin kilidini açalım da özgür kalsın acı dolu ruhlar. Evimizi inşa edeceğimiz sağlam kayadır gerçek. Hakikat sağlam kayadır,” diyordu.

Daha duyduğum ilk kelimelerle günlerin, ayların, belki hayatın, ifade edilemeyen, yanından yöresinden atlanıp devam edilen tüm haksızlıkların, çıkışsızlıkların, gereğince tutulamamış tüm yasların yaşı pıt diye damladı gözümden. Bu etkiyi yaratabilecek insan çok azdır herhalde yeryüzünde. Kişisel olanla hepimize ait olan yası, acıyı ve umudu içinde 15 yıldır kor gibi taşıyan bu ses, bu dünyaya ait değil neredeyse. Derinden, en derinden, hakikatin yapıldığı nesneden. Sanırım alandaki çoğu kişi aynı şeyi hissetmiştir, o konuşma boyunca olsun, herkes kalbiyle kesintisiz irtibat kurmuştur. Kalbiyle ve “eksik 15 yıl”da hala hayatımızı da umudumuzu da bir arada tutanlardan olan Hrant’ın ruhuyla.

İki gün önce izlediğim “Hafıza Yetersiz”in etkisi hala yeterince üzerimdeydi. Sonlarına yetişebildiğim anmada Ümit Kıvanç’ı görebilmek mutlu etti. Hayatımda tanıdığım en “gerçek” insanlardan biri. Yazışı gerçek, sözü gerçek, inandığı, inadı, hatası, kızgınlığı gerçek. Hiç ayırt etmeksizin ve tanıdığım kadarıyla herhangi bir imtiyazından yararlanmaksızın, hep ezilenin, ses veremeyenin yanında olan, görüntüde değil, kanıyla vicdanıyla orada olan biri. Adalet arayışı çok kapsayıcı. Bu nedenle anlaşıldığı kadar yanlış da anlaşılabilen, klansız müdanasız, gerçek bir insan. Çok az insandan çekinirim ve bu genellikle gücünden değil onu kırmaktan çekinmek şeklinde olur. Ümit Kıvanç benim için öyle biri de aynı zamanda. Beş cümle boyu aynı fikirde olmak çok zordur kendisiyle, o mutlu anlaşma halini nadiren yaşatan, her an ucu bakışınızdaki bir ufak ihmale de dönebilecek bir konuşma olur. Ama adil ve dürüsttür, bu nedenle bana hiç batmaz.

Ümit Kıvanç tanımlanması çok güç bir şey yapmış bu bir saatlik belgeselle. Hrant Dink’in sesi, bakışı, dünyamızdan geçirdiği, eksik 15 yıl sonra hala canlı kalan ateş topu umut, “birbirimizin doktoruyuz” deyişindeki o tutkulu şefkat… Sadece Hrant Dink’in sesi ve görkemli olma iddiası taşımayan, çoğu kez eksik, kırık, bulanık, Hrant’ın yokluğuna dikkat çeken imgelerle, tuhaf ve etkileyici bir görsellik...

Mekânın duygusunu olduğu gibi alırım, akşamın geri kalanı umutsuz olmayan bir halsizlikle geçti. Anma töreni bile insana böyle hissettirirken Hrant Dink’in yakın dostu olarak onun sözünü bugüne taşımakta bu denli güçlü, yüklü, kalp zorlayıcı bir belgeseli yapabildiği için Ümit Kıvanç’a saygım da sevgim de biraz daha arttı.

Meltem Akyol’la yaptığı bu güzel söyleşide “resmi-egemen ideolojik hegemonyanın ve gerçek iktidar ittifakının sürmesinin” hafızanın iptal edilmesine bağlı olmasını vurguluyor Kıvanç ve “Hrant bu hafızayı uyandırabilecek, kilidi açabilecek üslubu bulabildiği için onun varlığına tahammül edilemedi,” diyor. “Hafıza kilit yani. Ya da anahtar, nasıl görürseniz…”

“Umudu söndüren olmayalım,” diyordu Rakel Dink. Umut çoğu kez acıyla aynı yerden geliyor. İnsan vefasıyla ve hafızasıyla insan.

Belgeselin linkiyle bitiriyorum bu yazıyı. İzlerseniz, “kalan” kısmı ve çok daha fazlasını o anlatacak: https://www.youtube.com/watch?v=KXUucIFVdF0

Tüm yazılarını göster