Umut yoksa ne var?

“Umudum yok”, duygu durumu ifadesi değil. Karar bildirimi. “Benim bir şey yapmaya, birşeyler yapmaya çalışanlara katılmaya niyetim yok,’ demek. E, birşeylerin ucundan tutsan?” - “N’olucak ki!”: Yani, “Aza razı değilim,” demek. Bir nevi, “Böyle iyiyim,” demek. Kabullenememe, haysiyet meselesi. İtiraz, direniş, haysiyet meselesi. Başkasının başına iş gelirken umursama-umursamama haysiyet meselesi.

Ümit Kıvanç yazar@gazeteduvar.com.tr

İsrail’in Filistin topraklarında sürdürdüğü soykırım ve etnik temizlik harekâtının yarattığı toptan ahlâkî ve moral çöküntü ortada. Buna, en cahil ve aptal ırkçı topluluklardan en feci açgözlü üçkağıtçılara uzanan berbatlar koalisyonunu arkasına almış şımarık rezil bir herifin dünyanın en güçlü devletinin başına -üstelik ikinci defa!- geçebilmesinin yolaçtığı korku ve kalp kırıklığı eklendi. Genel siyasî-toplumsal felaketler, bugünü zaten fazlasıyla kararmış bizimki gibi ülkelerde, elbette haliyle düşmüş omuzları daha düşürüyor, minicik gelecek hayallerini bile doğduğu yerde boğuyor. Gücün yarına dair beklentileri büyük zevk ve şuursuzlukla paramparça eden, hak-hukuk tanımayan, vicdansız, insafsız, benmerkezci birilerinin elinde bulunuşu ve ruhları ezen, ufka bakışı engelleyen, geleceğe uzanan yolları tıkayan uğursuz kayaların yerinden bir türlü oynatılamayışı, durumun değişmezliği yanılsamasını pekiştiriyor. Daha dün bin mislisi uluorta sergilenebilen en ufak itirazın huşûnetle, hürriyet imha etmeyle, ömür gasp etmeyle cezalandırılması, her şeye rağmen şüphe duyanların, ruhu pelteleşmeyenlerin cesaretini ve cesaretle birlikte haysiyetini kırmaya yarıyor.

Bu kuşatılmışlık, sindirilmişlik ortamında “umut” denen şeye yer var mı? Ya da, neye umut diyoruz? Fazla oyalanmadan daha ileri gidecek olursak: Olmasa olmuyor mu?

Sonuncu soru anlamsız görünebilir; çünkü başka soruyu doğuruyor: Umudu yoksa insan neden yaşasın?

Oysa bu soru, esas anlamsız olan. Niye? Çünkü bu sorular veya umut gibi kavramlar, insanlık dediğimiz özel canlılar topluluğu için geçerli. Dolayısıyla “insan” deyince dünyadaki 8 küsur milyar benzer canlıyı kastediyor olmalıyız; hepsi umudun peşinde mi yaşıyor? (Yoksa sekiz küsur milyarı varsayarak konuşmuyor muyuz?)

Gazze soykırımının yarattığı dehşet ortamında, yalnız oradaki kahraman sağlıkçıları, fedakâr gazetecileri, ne zaman nereden düşeceği ve kaç kişiyi bir anda yıkıntı altında bırakacağı belli olmayan bombalardan çocuklarını korumak için canını dişine takmış kadınları, adamları tanımakla, açlıkla, ilaçsızlıkla boğuşan, uyuşturulmadan ameliyat edilen ve topluca -aslında onyıllardır- haysiyet mücadelesi veren halka yaklaşmakla kalmadık. “Dünya hâlâ dönüyorsa böylelerinin sayesinde” dedirten kimseler de tanıdık. Birleşmiş Milletler’in İsrailli faşistlerce bir kaşık suda boğulmak istenen özel rapörtörü, hukukçu Francesca Albanese bunlardan biri. Soykırım ve etnik temizlik yürüten, ayrıca BM kurumlarına, görevlilerine, araçlarına, çalışmalarına şimdiye kadar görülmemiş -hiçbir devlet tarafından kalkışılmamış- tarzda saldıran İsrail’in artık BM organizasyonundan çıkarılmasını önerdi, Albanese. Dünya politikacılarına “adını koyup gereğini yapma” dersi verdi. “Ben ortalıktakiyim, görünenim, oysa birçok insan birlikte çalışıyoruz,” diyerek sürekli işaret ettiği çalışma arkadaşlarıyla birlikte, İsrail’in yediği her türlü haltın belgelenmesi için titiz, ısrarlı, kararlı, muadili olmayan, yani yeri doldurulamaz faaliyet yürütüyorlar. Bugün soykırım harekâtı lideri Binyamin Netanyahu ve Gazze’ye saldırının başlangıcında Filistinlileri “insanımsı hayvanlar” diye niteleyerek soykırıma kapıyı resmen açan eski savunma bakanı Yoav Gallant dünyanın 124 ülkesinden herhangi birine adım attıkları anda tutuklanacak konuma nihayet düştülerse bunda bu insanların büyük payı var.

Francesca Albanese, katıldığı  söyleşi programında, İsrail’in başına buyrukluğu, yerleştirdiği, sorgulanmayan ırk ayrımı rejimi, süregiden, cezasız kalan saldırganlığı, bunun artık doğrudan etnik temizlik hedefiyle yürütülmesi, soykırım boyutu kazanması ve bunlar karşısında Batılı büyük devletlerin sergilediği ikiyüzlü, oportünist tutum, birçok ülkede pekâlâ yükselen tepkilerin bastırılması, BM’nin yaptırım gücünün bulunmayışı, uluslararası organizasyonun yetersiz kalması… üzerine konuşulduktan sonra kendisine sorulan, “Bu koşullarda sizce umut var mı?” yollu soruya, nâçizâne bendenizin de haddim olmayarak münasip gördüğüm cevabı, duraksamadan, görece sakin fakat yeterince dobra üslûbuyla verdi: “Kimiz ki böyle bir soruyu kendimize soruyoruz?” dedi mealen. “Meselâ şu anda Gazze’deki insanların haline bakalım. Böyle bir soru onlara sorulabilir mi?”

Sanırım sorunun Gazzelilere sorulmasının azıcık uygunsuz kaçabileceğini günümüzün benmerkezci büyükşehir insanı dahi kabul eder. Doğrudan şuradan dalmayı öneriyorum: Tamam kardeşim, peki yoksa ne yapacaksınız?

Umut vardı-yoktu’yu konuşabilmek için önce bu meretin ne olduğunu tarif etmek gerekeceğinde çok kişi birleşecektir. Gerekmiyor o kadar uzun boylu. “Birşeylerin bugünkünden daha iyi olması ihtimali” diyelim, konumuzu duyguluktan azıcık uzaklaştırıp akla yaklaştırarak. Bunu neye dayanarak yapabiliyoruz? Bir duyguyu bilinçlice var veya yok etmemiz pek mümkün olmadığından. Bir de tabiî, şu yukarıda bir defa ortaya sürdüğüm haysiyet ve şahsiyet sorusundan kurtuluş bulunmadığından: Ha, umudunuz mu yok, güzel, ne yapıyorsunuz bu durumda?

Hâlâ soruya cevap vermenizi bekleyebildiğime göre hayattan kendi arzunuzla ayrılmış değilsiniz. Umudu yitirmenin dik âlâsıyla da, onun hemen her zaman biryerlerden tekrar başını kaldırabileceğiyle de, yine eriyip gidebileceğiyle de, tekrar doğduğunda, “Ne kıymeti kaldı!” küskünlüğüyle karşılanabileceğiyle de, bütün bunlara aslında kendimizin hükmetmediği, etrafımızda olan biten yüzünden kuruyanın yine oralardaki birtakım etkenler sayesinde yeşerebileceğiyle de… bol bol karşılaşabiliyoruz ömrümüz boyunca. Kimi zaman, “Hiç umudum kalmadı,” diyen bazılarımız hayatına son veriyor. Yüzde, binde, yüz binde kaçımız? Grönland’daysak yüz binde 60’ımız, Guyana’da veya Litvanya’daysak 30’a yakınımız, Güney Kore, Rusya veya Surinam’daysak aşağı yukarı 25’imiz. (Sayıları yuvarladım, ayrıca bir-iki yıl öncesine aitler; umarım azalmışlardır.) 2019’da yüz binde 72 intiharla Lesotho rekor kırmıştı. Bunların -belki bir-ikisi hariç hiçbirinin- büyükşehir ortamında, kafede şurada burada oturur, sohbet eder veya evinde, sanal afra tafra sahnelerinde veya yakınma odalarında dolaşırken “umudum kalmadı benim” demelerini müteakiben hayatlarına son verdiklerini zannetmiyorum. Sanırım siz de zannetmiyorsunuzdur. (Savaşların, şiddetli mücadelelerin sürdüğü, çok zor durumdaki ülkelerde intihar oranlarının en düşük düzeyde bulunduğunu bilmek belki zihnimizi açabilir.) Ancak yaşamını kendi eliyle bitirmeye karar verenlerin -yani bu iş rahatsızlık sonucu, bilinçsizce sürüklenilen bir girdabın eseri değilse- hemen hepsinin kendilerini çıkış yolu bulamadıkları bir umutsuzluk çemberine hapsolmuş hissettiklerini düşünmemiz sanırım yanlış olmaz. O halde yaşama son vermeye götüren duygunun, ayrımsız şekilde telaffuz edilen -“sosyal” versiyon- “umut kalmadı”dan farklı olduğuna, onun birey için sahiden çıkışsızlık yarattığına hükmedebiliriz.

Peki ya bizimki? Biz büyükşehir insanlarının “umudum yok”u?

Buradaki fark duygunun kendisinden değil de hükmün duygu sahibinden çok çevresiyle ilişkisine dair olmasından kaynaklanıyor galiba. Büyükşehir insanının “umudum yok”u, belirli bir ruh halinden çok, gerçekte “yapılacak şey yok” gibi bir hükmün ifadesi. Öyle görünüyor. Azıcık daha deşersek, şu anlama varırız: Şu anda yakındığımız, kabullenemediğimiz her ne ise, bunu değiştirebilmek için şimdiye kadar yapmadığımız bazı şeyleri yapmamız, birileriyle birlikte davranmayı öğrenmemiz, anlık bireysel tercihlerimizden bazen feragat etmemiz vs. gerekiyor ki, biz buna yokuz! Birileri kötülükten vazgeçsin, birileri bize iyi gelecek şeyler yapsın, hattâ mümkünse o arada kötüleri de cezalandırsın, yüreğimize su serpsin… sonra artık bıraksın bize karışmayı, biz de tarzımıza göre yaşayalım. O “tarz” denen şeyin büyük ölçüde, aynı anda binlerce, bazen on binlerce kişiyle birlikte dadandığımız ve o esnada “kendin ol!” buyruğunu yerine getirmekle övündüğümüz nesneler ve mizansenlerden meydana gelişi, böylelikle bireyliğimizi eritişi, umudumuzu kırmıyor meselâ. Güya rahatsız olduğumuz -gerçekte gündelik akışımızı (akıntı içinde sürüklenişimizi) aksatmayan- durumlar, koşullar her neler ise, bunları değiştirme yolunda herhangi bir adım atmamış, hattâ yol aramamış oluşumuz da kırmıyor.

Kabul edelim ki, burada bir haysiyet meselesi var. 1980’lerden itibaren, ekonominin azıcık geliştiği her yerde bireysel hayat alanlarına bile hükmeden neoliberal saldırganlık, yani aslında düpedüz olacağı yere varan kapitalizm ideolojisi ve ahlâkı, insan haysiyetini eritti, törpüledi, şeklini bozdu, kıvamını bozdu… haysiyet meselesinin pek de o kadar mühim olmadığını rahatlıkla kabullendiğimiz aşamaya geldik. Ne zaman ki, çöpten yiyecek toplayan insanların yanından geçip alışverişe gitmeyi hayatın olağan akışına gayet uygun addettik, o sırada bizim için vazgeçilmez olması gereken çok kıymetli birşeylerimizi birilerine teslim ettik. Ne karşılığında? Kimseden -mesai saatleri dışında!- buyruk almayan, kimse için keyfini bozmayan, “dolu dolu” yaşama peşindeki bireyler mertebesine yükseltilme karşılığında. O çok özenilen “hayat tarzı” kulelerine girip çıkarak elde edilen imtiyazların haşince çekilip koparılarak alınacağı yeni dönemde görülecek ki, bir el hep telefonu taşımakla meşgûl bulunduğundan iki elin sesi çıkmıyor ve burada basbayağı bir sarı öküz hadisesi var.

Arkadaşa bakıp çıktık, buradan dönelim. “Umudum yok”, duygu durumu ifadesi değil. Karar bildirimi. “Benim bir şey yapmaya, birşeyler yapmaya çalışanlara katılmaya niyetim yok,’ demek. “E, birşeylerin ucundan tutsan?” - “N’olucak ki!”: Yani, “Aza razı değilim,” demek. Bir nevi, “Böyle iyiyim,” demek.

Bu şartlarda, yeryüzü adaleti için çalışan, haksızlıklara karşı çıkan, soykırım önlemekle, faşistleri engellemekle uğraşanlara verilmiş mesaj da içeriyor aynı zamanda: “boş işler bunlar” gibisinden. Zira, biliyorsunuz, birçok itiraz, birçok direniş, eylem önerisi, “Yoksa senin hâlâ umudun mu var!” küçümsemeleriyle karşılaşabiliyor. Bu ne demek? İşte o demek.

Kabullenememe, haysiyet meselesi. İtiraz, direniş, haysiyet meselesi. Başkasının başına iş gelirken umursama-umursamama haysiyet meselesi.

Tüm yazılarını göster