Umutla umutsuzluk arasında

İnsanı bulunduğu umutsuzluk veya karamsarlık pençesinden ne kurtarabilir? Bir şarkı, bir kitap, bir film, bir video, bir tablo, bir fotoğraf, bir gülüş, bir bakış, bir dokunuş, bir söz, bir dost eli, bir dayanışma kapısı, kim bilir daha neler neler...

Abone ol

Haden Öz

Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur.

Umutsuzluk konuştu mu, düşündü mü, hele yazdı mı,

hemen bir kardeş el uzanır sana,

ağaç anlam kazanır, sevgi doğar.

Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür.

Çünkü, edebiyat olan her yerde umut vardır.

 Albert Camus, Bilmece 

Yaşam korkunçluklarla, iğrençliklerle doluysa eğer,

yaşamaya değmiyorsa,

ölümü daha kolay kabullenebiliriz,değil mi? 

Aslı Erdoğan, Mucizevi Mandarin 

Son birkaç yıldır üzerine en çok düşündüğüm şeylerden bir duygu, umut. İnsan umudu düşününce, umutsuzluğa doğru da yol alıyor. Bu, bir şeyi zıddıyla düşünme alışkanlığımızdan olsa gerek. Bir şeyin zıddı olmadan gerçek değeri anlaşılmaz, denir. Bana kalırsa bu zıtların her daim var olacağının ispatı olamaz. Sadece üzerine düşündüğümüz şeyi daha iyi kavramamızı sağlar sanırım. Bu da düşünme tarzımıza dair çok şey söyler. İnsanın düşüncesini belirleyen içine doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı koşullardır. Hayatı boyunca bir köyün dışına çıkmamış, köyün dışıyla hiçbir iletişimde bulunmamış bir kimsenin düşüncesinin sınırları köyünün sınırları kadar değil midir? Bu biraz da Platon’un mağara alegorisindeki gibi. Her neyse konumuz Platon değil.

Şimdi içinde bulunduğumuz koşulların hayatımızı, düşünce tarzımızı, hayata bakışımızı nasıl etkilediğiyle ilgili edebiyatın kıyısında bir yürüyüşe çıkalım. Evet evet yanlış okumadınız. Edebiyatın kıyısı,yazdım çünkü edebiyat bir deniz değil midir? Bir şiiri, öyküyü, romanı okuduğumda, bir müzik eserini dinlediğimde, bir tabloya baktığımda, bir filmi izlediğimde onun yaratıcısının içinde bulunduğu, yaşadığı koşulları düşünürüm ve sanatçının ruhunu ararım eserlerinde. Mesela Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları'nı okurken, onun hapishanelerde karşılaştığı, birlikte kaldığı insanları görürüm. Nazım’ın onlarla olan ilişkisini, onlara bakarken o “şiir romanına” hangi karakter olarak dahil edeceğini düşündüğünü düşünürüm.  Ahmed Arif'in Otuzüç Kurşun'unu okurken 33 kurşun olayını, şairin o olay karşısındaki kalp ağrısını, ruhunu sarsan acıyı görmezden gelebilir miyiz? Tezer Özlü'nün her satırında yaşadıklarından izler bulmaz mıyız? Didem Madak’ın şiirlerinden otobiyografisini çıkaramaz mıyız?

Bütün bu yazdıklarımın umut veya umutsuzlukla ne ilgisi var? Yazdıklarımız, söylediklerimiz, çizdiklerimiz umutsuzluk mu yayıyor? İşte yaşadıklarımızdan bağımsız değil bütün bunlar. Derste, sokakta, dost sohbetlerinde, otobüste-dolmuşta-yürürken kulak misafiri olduğum konuşmalarda, okuduğum haberlerde, sosyal medyada bir umutsuzluk salgınıyla karşılaşıyorum. Gerçi hangimiz karşılaşmıyor ki? Altyapıdaki çöküntü, üstyapıdaki çöküntüyü kaçınılmaz kılıyor. Üstyapıdaki çöplüğün özsuyu altyapıyı yeniden ve yeniden kurup bir bataklığa dönüştürüyor. Bütün bunlar bir avuç egemenin ve onlardan nemalananların ve onların masallarıyla uyutulmuş kalabalıklar dışında kalan herkesin hayatını alt üst ediyor doğal olarak.

Coğrafya kader midir, keder midir yoksa her şeye kadir midir, bir şey söyleyemem ama onun karşısında aciz olmadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa, onu reddedebiliriz, terk edebiliriz. Bu terk edişler bazen başka coğrafyalara oluyor ve bazen ne yazık ki yaşamı tamamen sonlandırmak şeklinde oluyor. Son birkaç yıldır kaç insan iş bulamadığı için, geçinemediği için, eve ekmek götüremediği için, baskılara dayanacak gücü kalmadığı için intihar etti? Eğer ekonomik, sosyal, çevresel koşullar insanca bir yaşam için elverişli olsaydı ve intiharın tek gerekçesi yaşamın anlamı veya anlamsızlığı olsaydı o halde ölmek isteyen birini tutmak için bir neden görmezdim. Ama durum tamamen ülkenin içinde bulunduğu 'şeriat soslu faşizmi'ni (Fikret Başkaya) veya bir başka deyişle ‘korsan kapitalizminin siyasal iktidarının’ (ii) (Kadir Cangızbay) dayattığı koşullarla ilgili olduğu için bir şeyler söylemek elzem.

Sanırım yönetenlerin başarılı oldukları en önemli şey yönetilenlerin zihinlerine enjekte ettikleri "hiçbir şeyin değişmeyeceği" "doğanın kanununun böyle olduğu" "başka bir dünyanın mümkün olmadığı" masalıdır. Bütün bu masallar insanın ruhunda umutsuzluğa yer açıyor elbette. İşte tam da burada ister Pink Floyd’ça söyleyelim “Don't tell me there's no hope at all / Together we stand, divided we fall.”, ister Mikail Aslan’ca söyleyelim “Ere finde daye, ezo naye xore tore vaci / Kami vato bine asmende haştiye çinna.” ister Ahmed Arif’çe söyleyelim “Dayan tırnak ile, dayan diş ile / Umut ile, düş ile / Dayan rüsva etme beni.”, umuda dair bir şeyler söyleyelim. Umutsuzluğa değil, umuda yer açalım hayatımızda. Düşünerek umudu, umutlu şeyler yaparak, yazarak, çizerek, söyleyerek. Şöyle haykırsak olmaz mı: Biz sizin yalanlarınızla, dolanlarınızla baş edemiyoruz, bu bize dert oluyor.

Ama sizin önünüzde diz çökmedik, diz çökmüyoruz ve de asla diz çökmeyeceğiz. Bu da size dert olsun!

Dönüp dolaşıp  "to be or not to be" meselesine geliyoruz değil mi?

İnsanı bulunduğu umutsuzluk veya karamsarlık pençesinden ne kurtarabilir? Bir şarkı, bir kitap, bir film, bir video, bir tablo, bir fotoğraf, bir gülüş, bir bakış, bir dokunuş, bir söz, bir dost eli, bir dayanışma kapısı, kim bilir daha neler neler...

Abbas Kiarostami'nin bir felsefi makale tadındaki filmi Kiraz Mevsimi'nde sabah evden intihar etmek için çıkan ama elinde kirazla eve dönen Baheri’nin çarpıcı hikayesiyle bitireyim yazıyı.

Size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Henüz yeni evlenmiştim. Başımızda bir sürü bela vardı. Öylesine bıkkındım ki her şeyi sonlandırmaya karar verdim. Bir sabah şafak sökmeden, yanıma bir ip alıp arabama atladım. Kendimi öldürmeyi kafama koymuştum. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım. Orada durdum hava hala karanlıktı. İpi bir ağaca doğru fırlattım ama tutturamadım. Bir kere iki kere denedim ama kar ettiremedim. Ardından ağaca çıktım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şeyler hissettim. Dutlar! Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim taze ve suluydu. Ardından bir ikincisini ve üçüncüsünü… Birdenbire güneşin dağların ardından yükseldiğinin farkına vardım. Ama ne güneş!  Ne manzara! Ne bahçeydi ama! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. Ağacı sallamamı istediler. Dutlar dallarından yere döküldü. Çocuklar yerken kendimi çok mutlu hissettim. Eve götürmek için biraz dut topladım. Karım hâlâ uyuyordu. Uyandığı zaman o da dutlardan yedi. Çok hoşuma gitti. Kendimi öldürmek için evden ayrılmıştım. Dutlarla geri geldim. Bir dut hayatımı kurtardı. Sadece bir dut, hayatımı kurtardı.

(i)  Fikret Başkaya, http://ozguruniversite.org/2017/08/21/seriat-soslu-neo-fasist-tirmanisi-durdurmak-fikret-baskaya/ 

(ii) Kadir Cangızbay, https://www.birgun.net/haber-detay/mesele-isid-degil-hala-anlamiyor-musunuz-85469.html