John Holloway’in 'Umutsuz Zamanlarda Umut' kitabı, Otonom Yayıncılık tarafından Münevver Çelik çevirisiyle basıldı. Holloway, iyimser olmayan, yaralanmış bedenlerimizden taşan, olumsuz ve karşı bir umut fikri geliştirmeye çalışıyor. Sistemin aslında nasıl kırılgan olduğunu göstererek bu kırılganlığın bizim için nasıl umuda dönüşebileceğini, bunun yollarını, şimdiye kadar olan mücadele biçimlerindeki sorunları da ortaya koyarak tartışıyor.
“Tren gecenin içinde hızla ilerliyor, hızlandıkça hızlanıyor. Nereye gidiyor, bizi nereye götürüyor? Toplama kamplarına mı? Nükleer savaşa mı? Birbiri peşi sıra gelen salgın hastalıklara mı? Bilmiyoruz.”
John Holloway’in 'Umutsuz Zamanlarda Umut' kitabının ilk cümleleri bunlar. Umuttan söz eden bir kitabın böylesine karanlık, bilinmezliği çağıran ifadelerle başlaması, kuşkusuz yaşadığımız zamanda hakkında konuşulması gittikçe zorlaşan umut kelimesinin şüpheli varlığına işaret ediyor. Çünkü yaşadığımız çağ, düşünürün hemen sonrasında tekrar vurguladığı gibi: “Küresel ısınma, biyolojik çeşitliliğin yok olması, su kıtlığı, daha fazla salgın hastalık, devletler arasında nükleer savaş riskini arttıran gerilimler, gittikçe kötüleşen eşitsizlikler, her yerde yükselen ırkçılık, milliyetçilik” gibi felaketin, kaygının çoğunlukla yaşamın ortasında olduğu bir zamanı imliyor ve açıkçası bunlardan söz etmeyi sevmiyor, söz edeni de genelde pek dikkate almıyoruz. Bu da kapitalizmin kendi krizlerini sürekli erteleyerek bizi yıkıma doğru götürmesi anlamına geliyor ki belki de tüm bunları konuşmak için umut kelimesinin seçilmesi aynı zamanda işlevsel.
KURBAN DEĞİLİZ
Holloway bu nedenle zor bir işe girişiyor; beklemeden, şimdide, dünyanın deneyimlerini reddetmeden ama aksayan yönlerini görerek, eleştirel teoriyi akademinin binalarından çıkararak bir umut fikri inşa etmeye çalışıyor. Her zamanki gibi bizi kurbanlar olarak yeniden yeniden üretenlere, kurban olmadığımızı, yaralanmış olsak da direnmeye devam ettiğimizi hatırlatıyor. Bu nedenle umudun öznelerinden bahsederken şuna dikkat çekiyor: "Umut kurbanlar için değildir. Biz ise tam da baskının kurbanları olduğumuz için farklı bir dünya umut ediyoruz. Bizi kurbanlaştıran kapitalizmin ta kendisi. Kapitalizm bizi kontrol edemediğimiz bir sistemin kurbanı haline getiriyor. Bizi tarihin nesnelerine dönüştürüyor." Bu cümlelerden anlaşılacağı üzere düşünür kapitalizme karşı, kinizme kapılmadan hareket etmeye yönelten, eleştirel teoriyi gerçekleşmiş pratiklerle birlikte düşünen, sistemin ne kadar korkunç olduğunu söyleyerek tahakkümü sabit bir yere yerleştirmemeyi amaçlayan bir tartışma yürütüyor. Ayrıca sistemin aksayan yönlerinin farkında olarak kendi öznelliğimizi ortaya koymaya çağırıyor.
'İMDAT FRENİ'
Evet, şöyle bir gerçek var: "Karanlık zamanlar. Umut anlamsızlaşıyor. Daha da kötüsü yersiz ve kör bir duyguya dönüşüyor" ama şu da var, "Geçen yüzyılda pek çok insan umutla yaşadı ve öldü. Bugün de umuda, bir çıkış yoluna, farklı bir dünyaya duyulan muazzam bir susamışlık var.” Böyle bir durumda yapılması gereken “imdat frenini çekmek” çünkü durum gerçekten acil, bu nedenle kitabın bir yerinde söylendiği gibi: “Umut tarihsel misyonumuzu yerine getirme meselesi değil, Benjamin’in işaret ettiği üzere, imdat frenini çekme, treni durdurma meselesidir: ‘Marx, devrimleri dünya tarihinin lokomotifleri olarak adlandırdı. Ama belki de durum tamamen farklıdır: Belki de bu trenlerdeki insanlar acil durum frenine uzanıyordur.” Kitabın temel argümanlarından biri olan bu bakış, büyük anlatılara karşı-anlatılar oluşturmanın bir aracı olarak da işliyor çünkü dikkat çekilmeye çalışılan şey şimdide, burada acillik nedeniyle bir umut açısı oluşturmak.
DÜŞMANI TANIMAK
Metin ayrıca, umutsuzluğun sorumlusu biz değiliz demeye çalışıyor. Bu nedenle düşmanı tanımak, yazarın kitapta yer yer işaret ettiği gibi önemli görünüyor. Şöyle diyor Holloway: “…Treni kullanan biz değiliz. Onu biz kontrol etmiyoruz. Birileri trenin sürücüsü olduğunu iddia ediyor, ama onların arkasında kendilerinin de kontrol edemediği daha karanlık bir güç var: Para. Treni Para sürüyor, Para ise karşı konulmaz bir kendini genişletme ve kâr elde etme dürtüsü…” Düşünürün takipçilerinin bileceği gibi para onun metinlerindeki eleştirisinin temel nesnelerinden biridir ki bu kitabında da önemli yer tutuyor çünkü özellikle toplumsal ilişkilerin parasallaştırılmasının, meta mübadelesi yoluyla emeğin görünmezleşmesinin, ortak olanın aşındırılmasının sebebi olarak para, yok oluş treninin baş aktörlerinden biri olarak işliyor.
UMUDU DÜŞÜNMEK NASIL?
Peki, "dünyanın acısını yaratıcı bir şekilde akıtabilecek" bir umut fikrini düşünmeye nereden başlayacağız? Kitabın sorularından biri de bu. Holloway, “Korkudan değil umuttan başlayın. Korku bizi içine hapseder, umut ise dışarı iter” diyor en başta. Bu cümleleri düşünürsek şunu fark ederiz, gerçekten de dünyanın sorunları hakkında konuşurken konuya hemen korkularımız dahil olur; haklıyızdır belki ama meseleyi buradan tartışmaya başlamak korkunun içinde kapanmaya sebep olabilir, umuttan yola çıkmak ise yaşadığımız dünyanın meselelerine dışarıdan daha mesafeli bir yerden yaklaşmayı sağlarken bizi korkunun dışına itebilir.
“Direniş ve isyanın dansından başlayın” diyor sonrasında Holloway ve Zapatistalar'ın 2020’nin son aylarında dünyanın içinde bulunduğu vahim duruma dikkat çekerek yaptıkları açıklamanın şu cümlelerini alıntılıyor: “Ve biz şuna karar verdik: Şimdi kalplerimizin yeniden dans etme vakti geldi ve dans ettikleri müzikler de attıkları adımlar da kederin ve boyun eğmenin müzikleri ve adımları olamaz.” Zapatistalar gibi, kalplerimizi tekrar dansa kaldırmak yani direnmek bizi hapsetmeye çalıştıkları kederden ve boyun eğdirme pratiklerinden kurtulmanın bir yolu ki bu da umudu konuşmaya başlamak için iyi bir yer.
Yine Zapatistalar’ı hatırlatarak onurdan başlamanın da umut için iyi bir yol olacağını düşünüyor Holloway çünkü onlar ilk bildirilerinden birinde şöyle diyorlar: “Kendimizle konuştuk, içimize baktık ve tarihimize baktık. En eski atalarımızın acı çektiğini ve mücadele ettiğini gördük, dedelerimizin mücadele ettiğini gördük… En değerli şeye hâlâ sahip olduğumuzu gördük; bizi yaşatan, bitkilerin, hayvanların bir adım ötesine taşıyan, taşı ayağımızın altında tutan şeyi, yani onuru gördük…” Sermayenin ve paranın saldırısının en çok zarar verdiği yanlardan birinin, bize, insan onuruna yaraşmayan hayatları dayatması olduğu düşünüldüğünde tıpkı Zapatistalar’ın yaptığı gibi, onuru hatırlamak da sanırım umutlu bir başlangıç olabilir. Holloway sonrasında Marx’ın 'Grundrisse' kitabında bahsettiği zenginliğin ve servetin anlamından yola çıkarak, “Bizden değil onlardan başlayın” diyor. Onlardan yani trenin başındakilerden başlamak aslında failden başlamak anlamına geliyor, sebep olanlardan başlamak, onları fark etmek "kendi zenginliğimizi, yaratıcı potansiyelimizi" açığa çıkarmak, umut için önemli bir adım daha.
Böylece, kıstırılmış olduğumuz sistemde ve buradan çıkan çığlıkla birlikte zenginlere karşı, bir "karşı-zenginlikle" hareket etmiş oluruz bu da umudu düşünmenin başka bir imkanı olabilir ki burada yazarın "kopuş" ve "çatlak" fikrini ısrarla vurguladığını da söylemek gerekir. "Kopuş" (ben bunu sistemden kopuş olarak yorumluyorum) yazarın deyimiyle, "mümkün olanın sınırlarını parçalayan, zihnimizdeki engelleri yıkan, daha önce düşünülemez olan şeyleri mümkün kılan kopuşlar…" Bu kopuşları Occupy hareketlerinde veya çok uzağa gitmeden Gezi Direnişi'nde gördüğümüz söylenebilir. Bu deneyimlere benzer anlık veya sürekli kopuşlar bize kendimizi hatırlatırken sistemin korkuya kapılmasını sağlar.
"Çatlaklar" ise kuşatıldığımız tahakkümü reddederek, "Burada paranın kuralına uymayacağız, burada kolektif olarak gerekli veya arzu edilebilir gördüğümüz şeyi yapacağız demektir" bunu işler hale getirmenin bir yolu otonom mekanlar ki Holloway bu konuda Zapatistalar’ı ve Rojava’yı örnek veriyor. Burada ve şimdi değiştirmenin bir yolu olarak "çatlaklar" umudu düşünmenin önemli araçlarından.
PEKİ, BU NASIL BİR UMUT?
Tüm bu bahsettiklerimiz şöyle bir soruyu düşündürebilir, Holloway bize “iyimser bir umut” açısı mı çiziyor? Aslında tam tersi düşünürün söylediği gibi, "ıstırap dolu bir kitap"la karşı karşıyayız. Bu nedenle şu cümleler de önemli: “Umuttan başlayın, ama ıstıraplı bir umuttan. Vagonun sonunda gerçekten de Son Durak Yok Oluş yazan bir bilgi ekranı var ve şimdi onu her zamankinden daha net görebiliyoruz…” Bundan dolayı kitap boyunca dünyanın içinde bulunduğu tehlikelere, kapitalizm kaynaklı felaketlere, saldırının devam ettiğine sıklıkla vurgu yapılıyor ancak yazarın derdi 'Bu acil durum karşısında bir çıkış imkanı yaratabilir miyiz?' sorusunu düşünmek ve düşündürmek.
Bunu yaparken de kendi gücümüzü hatırlatıyor yazar, sistemin krizinin biz olduğumuzu kısacası biz sürdürmezsek sistemin sürmeyeceğini göstermeye çabalıyor. Buradan yola çıkarak, sermaye için yeterince uyumlu olmamayı olumluyor, bu uyumsuzluğun özneleri herhangi bir yapının parçası da olmayabilirler, sermaye için iyi olmamaları yeterlidir çünkü ona göre: “Sermayenin dinamiği onları giderek daha çok zorluyor, onlardan daha fazla itaat etmelerini istiyordur. Dolayısıyla onlardan beklenen itaat düzeyi birçok insan için kabul edilemez ya da imkânsız hale geliyor ve bu insanlar: ‘Hayır, çocuklarımı hiç göremeyeceğim bir yaşamı kabul edememem’, ‘Hayır benden istenen iş temposu beni kelimenin tam anlamıyla çıldırtıyor, sakinleştirici ve anti depresanlara itiyor’… demeye başlıyor.” Böyle denmeye başlandığında aslında sistemin krizi başlıyor çünkü dayatılana itiraz edenler sermayenin devamı için gerekliler. Bu durumda itaatsizlikten doğan, kapitalizmi zayıflatan ayak takımının yarattığı bu kriz, sermayenin krizi oluyor bizim krizimiz değil tam tersine bu kriz bizim umudumuz.
Bu nedenle Holloway metinde; kendi korkularımızı aşıp sermayenin korkusu olan bir biz inşa etmeye, sorunlarımızı bizden değil onlardan konuşmaya başlayarak çözebileceğimizi vurgulayarak umutsuzluğun failini belirlemeye çalışıyor. Çünkü ona göre düşman önemli onun edimleri: “Daha iyi bir dünya umudunun yeşermesini engeller, bu umudu sistemin bir parçası haline getirir, nefessiz bırakır, sistemle bütünleştirir bastırır. Düşmanla yüzleşmek için umudu olumlu umut olarak değil de umuda-karşı-ve-umut-ötesi olumsuz bir umut olarak görmeliyiz.” Sistemin saldırısı altında yaşarken umut tahayyülü onu olumlu olarak düşünmeye izin vermez, bu nedenle sistemin umut olarak önümüze koyduklarına karşı olumsuz bir umutla karşılık vermek gerekir ki böyle bir umut, bizim saldırı karşısında aldığımız yaradan, çektiğimiz acıdan doğan bir umut olarak düşünülebilir.
Bu nedenle açık bir şekilde söyleyebiliriz ki yazarın meselesi iyimser bir umut açısı ortaya koymak değil, Eagleton’dan alıntıladığı şu cümle de bunu ifade ediyor bana kalırsa: “Umut, yıkılmayı reddeden indirgenemez bakiyedir; kendi direncini katıksız felaket ihtimaline açıklıktan koparıp alır. Bu yüzden iyimserlikten hayal edilemeyecek ölçüde uzaktır.”
TANIMLARDAN TAŞAN
Holloway’in metin boyunca en çok üzerinde durduğu meselelerden özdeşlik-karşıtlığı devletten, bir sınıf veya kimlik olarak tanımlanmaya kadar pek çok meseleyi kapsayan bir yerde duruyor. Ona göre; “Özdeşlik-karşıtlığı ile özdeşlikçi yaklaşım arasındaki ilişkiyi anlamanın en iyi yolu, onu dışsal bir antagonizma olarak değil de bir taşma olarak, içinde-karşısında-ve-ötesinde içsel bir ilişki olarak kavramaktır.” Bunu bir çeşit verili sınırın ötesine geçmek olarak yorumlayabiliriz fikrimce, parti yerine ondan taşan onun ötesine geçen bir meclis, bir komün fikri gibi mesela veya bize bir sınır olarak dayatılan herhangi bir kimlikten ve sınıftan taşarak, onun ötesine geçtiğimiz karşılıklı tanınma ilişkisi geliştirebildiğimiz bir hareket şeklinde tahayyül edebiliriz. Holloway, bu konuda bir geleneğin olduğunu da hatırlatıyor: “Paris komünü, Sovyetler, işçi konseyleri, Zapatistaların köy meclisleri, Kürt Hareketinin Komünleri… Bunların ötesinde, insanların hiyerarşi karşıtı, karşılıklı tanınma temelinde örgütlenmeye çalıştığı milyonlarca çatlak ya da taşma.” Bizi çizilmiş sınırların dışına atan, ondan taşan yanlarımızla var eden, yapışmayan, bizi bir öze indirgemeyen, onun dışında da varlık imkanı sunan ve geniş ortaklıkları mümkün kılan bir yaklaşımdan söz etmeye çalışıyor Holloway belki de ona göre umudu yeniden öğrenmeye de alan açacak bir bahis bu.
John Holloway’in 'Umutsuz Zamanlarda Umut' kitabı, Otonom Yayıncılık tarafından Münevver Çelik çevirisiyle basıldı. Holloway, iyimser olmayan, yaralanmış bedenlerimizden taşan, olumsuz ve karşı bir umut fikri geliştirmeye çalışıyor. Sistemin aslında nasıl kırılgan olduğunu göstererek bu kırılganlığın bizim için nasıl umuda dönüşebileceğini, bunun yollarını, şimdiye kadar olan mücadele biçimlerindeki sorunları da ortaya koyarak tartışıyor. 'Yıkım trenini nasıl durdurabiliriz?' sorusunu temel alıyor ama kendisinin de vurguladığı gibi bu kitap yanıtlardan değil sorulardan yola çıkıyor. Kısacası metin, katıldığım ve katılmadığım yanlarıyla özellikle kapitalizmin saldırısı altında yaşadığımız bir zamanda, karşı bir umut saldırısını nasıl inşa edebileceğimizi tartışıyor. Böylece, umudu hüsnükuruntu olmaktan kurtararak direnişin merkezine yerleştiriyor.