Üniter Başkanlık Modeli'nin açmazları ve muhalefetin muhalifsizlik hali
16 Nisan referandumuyla birlikte Türkiye'de parlamenter sistem yıkıldı ancak yerine ikame edilmeye çalışılan Üniter Başkanlık Sistemi de arızalarıyla birlikte doğdu. Bu makale kapsamında bahse konu arızalar giderilmeden ikame edilen sistemin sürdürülebilirliği mümkün değildir. Parlamentarizme dönüş esasına dizayn edilmiş muhalefet söyleminin 24 Haziran seçimlerinde bir toplumsal karşılığa tekabül etmediğini görmek durumundayız.
Adil Zozani*
Türkiye sistem değişimini kabullendi mi? 24 Haziran seçimlerinin üzerinden sayılı günler geçti, ancak bu ülkenin siyasetçileri dahil kimse 'yahu yüz yıllık parlamenter sistem değişti, ne oluyoruz?' demiyor. Sanki yüz yıldır ülkeyi Erdoğan 'başkan' olarak yönetiyor iklimi hakim. Seçimler öncesinden muhalefet merkezli öne sürülen parlamentarizm muhafazakârlığına göre şimdi yer yerinden oynamalıydı. Yeni sisteme göre uyarlamalar yapan iktidarın her adımını daha ölçülü atması gerekirdi. Zira muhalefetin 'toplumun aşina olduğu parlamentarizm ' uygulamaları üzerinden güçlü bir karşı muhalefet geliştirmesi gerekirdi. Bu durum bir erken kabule mi dayanıyor yoksa başka sebepler de var mı? Mevcut duruma karşı bir kabulün olduğunu zannetmiyorum. En azından olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Üniter Başkanlık Modeli'nin sürdürülebilirliği ile ilgili kesin kanaati olanlardanım. Bana göre mevcut haliyle bu sistem yürümez. Ancak bu durum geriye dönüşü mümkün kılmaz. Eğer ki, geride kalan doğru olsaydı, bu değişim yaşanmazdı. Türkiye'de sistemsel anlamda bir değişim yaşandı. 16 Nisan referandumu ile gündemimize gelen Üniter Başkanlık Modeli (hükümet çevrelerine göre Türk-Tipi Başkanlık Modeli) üzerine hatırı sayılır bir tartışma yapılmadı. 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı fırsat aralığında hükümet çevrelerinin el çabukluğu ile gerçekleştirdiği bir referandum mazeretine sığınarak sorumluluk hafifletilmemelidir. Zira Türkiye'nin sistem tartışması 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte hasıl olmadı. Öncesi var. Gerçek olan şu ki; 'parlamentarizmin Türkiye açısından cumhuriyetin asli kazanımlarından biri olduğunu' düşünen bir muhalefet aklı var ve sistem tartışması 'kurucu değerlere' karşıtlık olarak değerlendirildi. Bu nedenle 'Türkiye'nin sistem sorunu yoktur, iktidar sorunu vardır' kabulüne tekabül eden bir doğrultuda politika geliştirildi.
İktidar merkezli sistem sorgulamaları Avrupa aristokrasisinin yeryüzüne bulaştırdığı kanser hücresidir. 1990'ların başlarında Juan J. Linz; 'Sıfır toplam oyunu' üzerinden aristokrasi sisteminin ömrünü uzatmak için yeni bir kelime oyunu ortaya çıkardı. Ancak, Linz'in kelime oyununa Türkiye'deki statükocular dışında pek itibar eden çıkmadı. Linz Başkanlık Sistemi'ne karşı argüman oluştururken demokrasi oyununu iki kişi arasında oynanan bir oyundan ibaret kıldı. 'Kazananın her şeyi kazandığı, kaybedenin her şeyi kaybettiği' gibi bir çıkarıma indirgeyen Linz parlamentarizm savunucularına 'kolay anlaşılır' bir malzeme vermek istemiştir. Francis Fukuyama 'tarihin sonu teziyle' ne kadar yanılmış ise Linz de bu çıkarımla aynı oranda yanılmıştır. Mutlak bir kabul ile parlamentarizme yaklaşmak geleceğe ipotek koymak anlamına gelir ki, Linz ve onu takip edenler bu hatayı yapmışlardır.
Türkiye'nin durumunu tartışırken neden Linz'e atıfta bulunmak durumunda kaldım? İzah etmem gerekiyor. Türkiye'de sistem sorununa ilişkin tartışma 1960'lardan itibaren mevcuttur. Kendi Başbakanını darağacına götüren sistem, ortaya çıkışıyla birlikte sorunluydu. Özellikle güçlü Özal iktidarı döneminin sonralarından itibaren güncellenen tartışma, kişilerin nevi şahsına münhasır özellikleri nedeniyle kişiselleştirilen bir tartışma oldu. Özellikle Türkiye'nin imparatorluk bakiyesinden kalma hanedan geleneği üzerinden yapılan okumalarla tartışma engellenmiş oldu. Türkiye bir türlü yapması gereken sistem tartışmasını yapamadı. Kişi özellikleri etrafında karambolize edilen tartışma aralığında parlamentarizm savunucularının imdadına J.J. Linz'in 1990 yılında yayınladığı 'Başkanlık Sisteminin Tehlikeleri' isimli makalesi yetişti.
Türkiye'de konuya kafa yoran akademisyen sayısı az olmakla birlikte, kafa yoranların da Linz'i dayanak yaparak parlamentarizmi kutsadıklarını görüyoruz. Tabii ki bu durumun sistem sorunu dışında başkaca sebepleri vardır ancak konu bütünlüğü açısından burada yer veremeyeceğim. Yakın dönemde sıkça vurgulanan 'diktatör' veya 'tek adam' tanımlamaları üzerinden devam edeceğim. Bu tanımlamalar yanlıştır demiyorum. Daha ilerisini söylüyorum; gerek değişen Anayasa'nın 101'inci maddesinde tanınan yetkiler gerekse değişmiş haliyle 104'üncü maddede tanınan yetkilerle Ermenek'te oğlu maden ocağında göçük altında kalan kara lastikli Recep Amcayı bile cumhurbaşkanı koltuğuna oturtursanız yine aynı tartışmayı yapmış oluruz. Yanılgı şu: Benibeşer egolarıyla birlikte vardır, fırsat bulduğunda egolarının tatmini için yapmayacağı şey yoktur. Sistemleri kurgularken, insana özgü bu zaafı görerek hareket edeceksiniz. Parlamentarizm savunusu karşısında benim esasta ifade etmeye çalıştığım noktalardan biri budur: Parlamentarizmin sistem kurgusunda 'azınlığın çoğunluğa tahakkümü öngörüldüğü için diktatoryal eğilimlere açık kapı bırakmıştır. Unutmamak gerekir, yeryüzünü kana bulayan 20'nci yy. diktatörlerinin hemen hepsi -tek parti rejiminin egemen olduğu ülkeler hariç- parlamenter sistemin bağrından çıktılar.
16 Nisan referandumuyla birlikte kabul edilen ve 24 Haziran seçimleriyle yürürlüğe giren Üniter Başkanlık Modeli'nin, eski sistemde olacağını öngördüğümüz ve hatta olan otoriterleşme riski mevcuttur. Türkiye'de muhalefet adına siyaset yapıcılarının yanılgıları sonucunda idari yapılaşma adına yeni bir tehlikeyle karşı karşıyayız. 'Sürekli iktidar, sürekli muhalefet' sürecine giriyoruz. Yani iktidarın sürekli iktidar muhalefetin ise sürekli muhalefet kaldığı uzun bir döneme girme tehlikesinden söz ediyorum. Bu durumu 1900'lerin başından itibaren Meksika yaşadı. PRI 76 yıl üst üste iktidarda kaldı. Aynı yüzyılın ikinci yarısından itibaren Japonya'da Liberal Demokratlar 46 yıl, Hindistan’da Kongre Partisi 60 yıla yakın iktidarını sürdürdü. Türkiye'nin de aynı döngüye girmesi yönünde güçlü emareler var. AK Parti'nin güçlü siyasal yapısından kaynaklı bir durum değildir bu. Tersine muhalefetin açmazlarının ortaya çıkardığı bir sonuçtan söz ediyorum.
Bu tablonun nasıl oluştuğunu bilmek sorunun çözümüne katkı sağlar. Siyasetin genel geçer kuralı 'değişmeyen tek şeyin değişim olduğudur'. Hele ki değişim talebi dipten gelen bir dalga ise önünde duran herkesi yıkar geçer. Nihayetinde son birkaç yıl içinde Türkiye'de gördüklerimiz bu kuralı gözetmenin ne denli hayati olduğunu bize musibetlerle kanıtlamıştır.
Türkiye'de toplumsal dinamikler, ülkenin idare ve siyasi sistem dokusunda değişim talep etmektedirler. Siyasi partilerden sivil toplum örgütlerine kadar herkes bu değişim talebini hissediyor olma ki, seçim beyannamelerinin ortak konusu 'yeni anayasa' vaadiydi. Ayrıca sivil toplum örgütleri de her fırsatta toplumun değişim talebine vurgu yapmışlardır. Siyasetin doğası gereği değişim talebine en güçlü cevap oluşturan muhalefet olmalıdır. Çünkü toplumsal sözleşme olarak tanımlanan 'Anayasa' metni günübirlik değişmez. Değişime ilişkin toplumsal ihtiyaç da sıklıkla hasıl olmaz. En önemlisi de bir kesimin 'yaptım oldu' demesiyle değişim talebi karşılık bulmuş olmuyor. Toplumsal uzlaşı temelinde mümkün olan en geniş mutabakatla kabul edilmesi gerekir. Bu olmadığı takdirde değişim belli bir süreden sonra değişimi gerçekleştirenleri dahi tatmin edemeyecek duruma gelir ki Türkiye'de bunu da göreceğiz(!).
Değişimin toplumsal talebe dönüştüğü yerde eğer muhalefet iktidarın gerisinde durur ise iktidarın söylediği topluma doğru gibi gelir. Meksika, Japonya ve Hindistan örneklerinde yaşanan bu durumun Türkiye'ye yansımasını görüyoruz. Türkiye'nin sistem sorunu karşısında muhalefetin takındığı tavır toplum tarafından kabul görmediği için AK Parti'nin önerisi sorgulama konusu yapılmaksızın toplumun salt çoğunluğunun kabulü haline geldi. Ortaya çıkan bu tabloyu yok sayarak 'geriye dönüş umudunu' enjekte etmenin bir anlamı yok. Parlamentarizmi tartışmak isteyenler tartışabilir. Ön sıfatı ne olursa olsun aristokrasinin azınlığın iktidar modeli olan parlamentarizm miadını doldurdu. Esasında salt çoğunluğun tek başına iktidarının anti-demokratik olarak değerlendirildiği bu çağda azınlığın iktidar modeline sarılmanın nasıl bir çelişki olduğunu anlamak güçtür.
16 Nisan referandumu ile kabul edilen Üniter Başkanlık Modeli'nin Türkiye açısından sürdürülebilir olmadığını daha önce de yazdım; hem de 16 Nisan referandumundan aylar önce. Aynı şekilde parlamentarizmin de Türkiye'ye uymadığını, dolayısıyla bu sistemde ısrarın da çıkar yol olmadığını görmek gerektiğine inanıyorum. Öyle ise ne yapmak lazım? Asıl görev bu soruya tatmin edici bir cevap oluşturabilmektir. Bugün ve yarın tartışacağımız hususları dün tartışmış olsa idik 16 Nisan garabetini yaşamayabilirdik. Türkiye toplumunun yönetişim ihtiyaçlarına cevap verecek sistem tartışmasını erteleme şansına sahip değiliz.
AK Parti'nin MHP ile birlikte Türkiye toplumunun önüne koyduğu Üniter Başkanlık Modeli'nin açmazları bellidir. Üç temel konuda bu model tıkanma yaşayacaktır. Birincisi; modelin yapısal olarak üniter olmasıdır. Bu yönüyle Başkanlık Sistemi'nden ziyade BAAS'a daha yakın bir sistemdir. BAAS sistemi Latin Amerika'da uygulanan Başkanlık Sistemi'nin daha otoriter modelidir. Latin Amerika Başkanlık Modeli, Avrupalıların ABD Başkanlık Modeli'ne alternatif bir uygulaması iken Ortadoğu'da özellikle de Arap ülkelerinde uygulanan BAAS Modeli Sovyetler'in Avrupa ve ABD sistemlerine alternatif olarak kurguladıkları tek parti rejimidir. Özü itibarıyla 'muhalefetsiz sistem' olarak da tanımlanacak bir uygulamadır. Bire bir Türkiye böyle bir yola sapmıştır demek ağır bir eleştiri olabilir ancak 'iktidarın sürekli iktidar, muhalefetin sürekli muhalefet kalma' ihtimalinin bulunduğu bir siyasi yapılanmada benzerlikler bulmak mümkün olacaktır. Referandumla birlikte Anayasa'nın 104'üncü maddesinde tanımlanan yetkileri kullanacak olan Başkanın denetim mekanizmasının etkisini hissetmesi gerekir. Mevcut düzenlemede böylesi bir etkiyi hissettirecek düzenleme yok.
Denetim yetkisi; Mevcut sistemde Anayasa'nın 98'inci maddesinde hükümeti denetleme yetkisi Meclise verilmiştir. Ancak denetime dair usul ve esaslar somutlaştırılmamıştır. Tali yasama yöntemi olarak Meclis İçtüzüğüne önem atfedilmiş ancak hükümete ilişkin araştırma ve soruşturma yetkisi nitelikle çoğunluk esaslarına tabi tutulurken, içtüzük değişiklikleri salt çoğunluk esasına bağlanmıştır. Meclis içinde hükümete yakın olan parti dilediğinde muhalefetin İçtüzükten doğan denetim haklarını kullanmasını engelleyebilecektir. Yeni düzenlemeye göre Plan ve Bütçe Komisyonu'nun üye sayısı 40'tan 30'a düşürülmüş ve nitelikli çoğunluk iktidar blokuna göre tahsis edilmiştir. 30 üyenin 18'i iktidar blokuna tahsis edilmiştir. Başkanlık Bütçe Ofisi'nin başkanın imzasıyla Meclise göndereceği Bütçe Kanun Tasarısında değişiklik yapabilme şansı ortadan kaldırılmıştır. Zira eskiden olduğu gibi Meclis Genel Kurulunun bütçe ödeneklerinde arttırma veya düşürme yetkisi bulunmamaktadır. Bu yetki komisyona verilmiştir. Komisyon da nitelikli çoğunluk kararıyla bütçe rakamlarıyla oynama şansına sahiptir.
Bütçe Kanunu öncelikli olarak hesap verirlik esasına göre tasarlanır. Sadece bütçenin ne şekilde harcanacağını öngörmez. Aynı şekilde bütçenin nasıl uygulandığının da tasarı kapsamında olması zorunluluğu vardır. Yürütme, yılın bütçesini sunarken önceki yılın kesin hesaplarını da vermek mecburiyetindedir. Mevcut durumda bütçe tasarısı ile birlikte bütçe kesin hesaplarının da denetimi aynı komisyondadır. Ancak gerek iş yükü ve gerekse zaman darlığı sebebiyle Plan ve Bütçe Komisyonu'nun olması gerektiği gibi kesin hesapları inceleme şansı yoktur. Zira gerek ABD'de, gerekse İngiltere'de ve daha birçok demokratik sistemde Plan ve Bütçe Komisyonu dışında Kesin Hesap Komisyonu vardır ve bu komisyonun başkanlığını muhalefetten bir üye yapmaktadır. Anayasa'nın 161'inci maddesinde bu hususla ilgili bir düzenleme gerekmektedir.
Ayrıca Meclis adına bütçe harcamalarını denetleme yetkisi Sayıştay'a verilmiştir. Sayıştay'ın da yapısında her hangi bir değişikliğe gitme ihtiyacı duyulmamıştır. Sayıştay üyelerinin belirlenmesinde iktidarın hükmü esastır. Mecliste yapılan kapalı oylamayla çoğunluk oy esasına göre Sayıştay üyeleri belirlenmektedir. Sayıştay Meclis adına denetim yetkisini kullanırken iki tür rapor hazırlamaktadır. Bütçe harcamalarının aklanmasıyla ilgili raporlarını Meclis Başkanlığı'na sunar, aklanamayan hususlara ilişkin raporlarını ise yargıya gönderir. Buradaki ince ayrıntı ise aklanamayan hususlara ilişkin bilgilerin Meclisin bilgisine sunulamamasıdır. Eskiden mevcut olan bu uygulama yeni sistemde de olduğu gibi korunmaktadır.
Durum bu iken gensoru ve yazılı/sözlü soru önergeleri hakkının Anayasa'dan çıkarılmış olmasının tartışma konusu edilmesi sadece laf kalabalığıdır. Zira parlamenter sistem uygulamasının bahis konusu argümanlarının işe yaradığını gösteren tek bir örnek yoktur Türkiye'de.
Merkezi otorite güçlendirilmiştir; Başkanlık sistemlerinde 'az yönetme' ilkesine göre dizayn edilmiş hükümet modeli vardır. Örneğin; Amerika'da Başkan ve oluşturduğu sekretarya (bakanlar kurulu) ülkenin geneline şamil hususlarda yetki sahibidir. Toplumun yaşamına doğrudan temas eden hususlarda hükümetin bütçe ve genel esaslar dışında yetkisi yoktur. Yerel meclisler bu konuda yetkilidir. ABD'de valiler başkan adına yetkiler kullanırlar ancak valiler de başkan gibi seçimle işbaşına gelirler. Türkiye'deki düzenlemede ise başkan kendisini temsil edecek valileri de kendisi belirliyor. Ayrıca İl İdare Kurulu da valiye bağlı çalıştığı için üyelerinin seçimle gelmesinin de bir anlamı yoktur. Mevcut haliyle yürürlüğe giren uygulama 1930'ların Türkiye'sine götürür bizi. Zira başkan adına yetki kullanacak olan vali aynı zaman da başkanın partisinin de il başkanı olmasını sağlayacaktır. Belediyeler üzerindeki denetim ve kontrol yetkilerini hesaba katarsak her ile bir 'Tandoğan' atamasıyla karşı karşıya kalacağız.
Bu modelin tıkanmasını sağlayacak ikinci husus ise; 'Bey'atu'r-Rıdvan' olma durumudur. Yani sonsuz ve sualsiz biat durumu. Sistem tartışmasının esası tek başına siyasal sistemin yapısına tekabül etmez. Siyasetin toplumsal yönetişimin temel enstrümanı olması nedeni ile siyasi yapının yanında idari yapıyı da kapsamaktadır. Tek başına alanlardan birinde uygulanıp diğerinde uygulanamazlık mümkün değildir. İdarenin şekillenişinde ve hatta kökten değişikliğini de mümkün kılan bir yetki başkana tanınmıştır. Bu da parlamentarizmin bir uygulamasıdır. Başkanlık Sistemi'nde böyle bir yetkilenme söz konusu değildir. Anayasa'nın 105'inci maddesinde bu yetkileri elinde bulunduran başkana karşı cezai sorumluluklar düzenlenmiş ancak uygulama şansı oldukça zayıftır.
Bunun yerine 'geri çağırma yetkisi' olarak tarif ettiğimiz ilkenin işlerlik kazanması doğru olandır. Hâlihazırda Amerika'da valiler için eyaletler düzeyinde, İsviçre'de ise merkezi hükümet için de söz konusu olan bu ilkenin, uygulanabilirlik esasları gözetilerek Anayasa'ya konulması gerekmektedir. ABD Başkanlık Sistemi'nde de tartışma konusu olan 'Anayasa'da belirlenmiş mutlak süre' kavramının toplumsal denetime tabi tutulması doğru olandır. Meclisin, toplumsal memnuniyetsizlik hallerinde başkanın durumunu gözden geçirmek üzere halka sunma yetkisinin olması gerekir. Bunun için 101'inci maddeye bir bendin ilave edilmesi yeterli olacaktır. Tabii ki, buna paralel olarak Siyasi Partiler Yasası'nın da uyumlulaştırılması gerekmektedir.
Erkler ayrılığı prensibi; Başkanlık sistemlerinde erkler ayrılığı prensibi esastır; yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız işlemesi için kesin ilke ve prensipler vardır. Parlamentarizmde yasama ve yürütmenin birlikteliği, yargının bağımsızlığı prensibi esastır. Türkiye'de ise erklerin birliği prensibine göre şekillenen 'Meclis Hükümeti Sistemi' esas alınmıştır. Kurucu Meclis'ten itibaren idari mekanizmaya tezahür etmiş bu alışkanlık 16 Nisan referandumunda da önemli oranda korunmuştur. Örneğin yüksek yargı mensuplarının ve yargı mensuplarının üst örgütlenme organı üyelerinin belirlenmesinde başkana tanınan yetkilerin Başkanlık Sistemi'nde yeri olmadığı gibi esasında parlamenter sistemlerde de yeri yoktur. Sparta Kralı Lykurgos, Sparta Anayasası olarak tarihe kaydolmuş kanunları yazmadan önce krallıktan feragat etmesi gerektiğini düşünmüştür. Lykurgos'a göre kral olarak yazacağı kanunların toplumun geneline tezahür etmesi mümkün değildir. Bir yönetici, yasa yapıcı olduğunda yasaları kendi yönetiminin ihtiyaçlarına göre dizayn edecektir. Lykurgos'un günümüzden 2 bin 700 yıl önce yaşadığı sanılmaktadır. Montesquieu erkler ayrılığı prensibine açıklık getirirken öncelikli olarak yasama ve yürütmeyi, daha sonra yargıyı ayırmıştır. Zira yasama ve yürütmenin birlikte olduğu bir yerde yargının bağımsızlığının bir anlamı yoktur. Benzer görüşü Rousseau da 'Toplumsal Sözleşme'de ifade etmiştir.
Mevcut düzenlemeye göre Anayasa'nın 119'uncu maddesinde başkana kararnameyle düzenleyemeyeceği bir yetki tanınmıştır. Olağanüstü hal tanımı içinde ilgili maddenin 17'nci fıkrasında temel hak ve hürriyetler kapsamındaki 'kişi hürriyetinin kısıtlanması' yetkisi başkana verilmiştir. Kanunu yazanlar bu maddeyi savunurken 'eski uygulamadan daha esnek bir düzenleme yaptıklarını' söylemişlerdir, olağanüstü hal ilanı kararının en geç 24 saat içinde Meclis'e sunulmasını gerekçe olarak sunmuşlardır. Ancak talihsizlik, 'kötünün iyisini yaptık' demeleridir.
HSYK yapısal olarak yürütmenin tam denetimine alınmıştır. Bakan, kurulun tabii başkanı, müsteşarı ise tabii üyedir. Üyeler ise dört yıllığına seçilmektedir. Yürütme ve Meclis seçimlerinin beş yılda bir yapıldığını anımsar isek süre farkının nasıl bir kıskaca dönüşebileceğini tahmin etmek zor değildir. 159'uncu maddedeki bu yetkiler revize edilmek durumundadır. Kanımca yargı usul ve esaslarında da yapısal değişikliklere gidilmelidir. Mahkemelerin yapısının değişmesi gerekir.
Üçüncü husus; Üniter Başkanlık Modeli'nin örgütlenme sistematiği halkın yönetene erişimini engeller tarzda tasarlanmıştır. Başkan etrafında dizayn edilen ofisler ve bakan yardımcılıkları ihtiyaçtan siyasi kadroların istihdamı esasına göre dizayn edilmiştir. Bu uygulamaya göre belli bir süre sonra ülkenin yönetim katında herkesin 'akıldar' olduğunu göreceğiz. 'Kaldırılacağı söylenen bürokratik zincir' yerine herkesin yetkileri kendisinde düğümlediği bir yapıya dönüşecektir. Herhangi bir hususta başkana derdinizi anlatabilmeniz için önce saraydaki 'akıldar' kesimleri ikna etmeniz gerekecektir. Hasılı mevcut düzenlemeyle başkan davulu taşıyan olacak, tokmağı ise etrafını saranların elinde olacaktır. Parlamentarizmi eleştirirken 'davul siyasetçinin boynunda tokmağı bürokratın elinde' diyorduk. Durum çok benzerdir.
Yetkilerin merkezileşmesi uygar çağın Ziguratını ortaya çıkaracaktır. Halkın asla erişim imkanı bulamayacağı bir yapı ile karşı karşıya kalacağız. Tek yapılı meclis uygulamasında yerelin merkezi karar organlarına iradesini yansıtabilme imkânı yoktur. Tek meclis uygulamasında denetim ve karar organlarına erişim mekanizması inşa edilmiş değil. Parlamenter sistemlerin dahi uzak durduğu bu uygulamanın Başkanlık Sistemi'nde yeri yoktur.
Sonuç olarak; 16 Nisan referandumuyla birlikte Türkiye'de parlamenter sistem yıkıldı ancak yerine ikame edilmeye çalışılan Üniter Başkanlık Sistemi de arızalarıyla birlikte doğdu. Bu makale kapsamında bahse konu arızalar giderilmeden ikame edilen sistemin sürdürülebilirliği mümkün değildir. Parlamentarizme dönüş esasına dizayn edilmiş muhalefet söyleminin 24 Haziran seçimlerinde bir toplumsal karşılığa tekabül etmediğini görmek durumundayız. Bu nedenle Türkiye'nin idari ve siyasi sistem sorununu tartışırken neyi nasıl reformize edeceğimiz konusunda bir netliğin olması gerekir. 24 Haziran seçimleri yakın tarihin 'siyasetsiz seçimleri' olarak tanımlanacaktır. Bu tanımlamada da en ciddi eleştiri de muhalefetin hanesine yazılacaktır. Herkesin eleştirdiği şeye benzediği ve esasında kimsenin bir şey söylemediği bir seçim sürecini yaşadık.
Düşünsel olarak iktidar bloku muhalefete göre daha avantajlıydı çünkü onların kendilerine ait bir hikâyeleri vardı. Muhalefetin eskinin tekrarına tekabül eden hikâyesinin alıcısı zayıftı. 16 Nisan Referandumu sürecinde olduğu gibi iktidar blokunun gerisinde bir söyleme sahip olan muhalefetin kaybettiğini kabul etmek durumundayız. Zira bu kabul bizi eksik olana götürecek ve oradan bir çıkış bulmamıza yardımcı olacaktır.
Merkezi halkada duran siyaset yapıcılara dış halkalardan basınç uygulayarak yeni bir arayışa kapı aralanmalıdır. Türkiye'nin sistem sorununu tartışmamız gerekiyor. Hem de mümkün olan en geniş katılımlarla gerçekleşecek arama konferanslarıyla bunu yapmalıyız. Muhalefet yok saysa bile toplum değişim talebini dillendirmekten vazgeçmiyor. Türkiye'nin akademi camiasının önemli bir kesimi parlamentarizmi bir cumhuriyet kazanımı olarak değerlendirdiğinden kutsallık atfediyor. Dolayısıyla üretken olmaktan uzak bir yapı arz ediyor. İtalyan düşünür G. Sartori'ye kulak vermemiz gerekiyor, "Eğer deneysel akıl kendini 'bekle ve göre' gibi dikkatli bir özdeyişte gösterirse, pragmatik akıl bunu 'dene ve gör' biçiminde cesur, dinamik bir formüle çevirir. Dede (ampirizm) ile torun (pragmatizm) arasındaki bu ve başka ayrılıklara karşı iç farklılıklar, ortak bir temelden doğar ve akılcılık ile karşı karşıya gelince özelliğini yitirir."
*24. Dönem HDP Hakkari Milletvekili