Türkiye bir geçiş sürecinde. Her geçiş sürecinde olduğu gibi ülkemizin içinde bulunduğu sürecin de çok boyutlu ve çok yönlü olduğunu biliyoruz. Olasılıkları politika, politikayı da toplumsal güçlerin etki etme kapasiteleri belirleyecek. Elbette, devletin; hem bir kurumlar ve kurallar bütünü olarak (anayasalı) hem de mevcut anayasasız rejimde kurum ve kuralları askıya alma kudreti olarak egemenlik bağlamında bu süreçte bir rolü var. Kurum ve kurallar bütünü olarak meşru devlet ile bu kurum ve kuralların dışına çıkma fiili gücünü kullanan meşruiyetini anayasadan almayan aygıt olarak devletin kesiştiği alan da bürokrasi. Dolayısıyla bürokrasinin, yani kurumsal teamüller ve anayasadan başlayarak normlar hiyerarşisi içindeki kurallara göre hareket etmesi gereken kamu görevlilerinin bu geçiş sürecindeki rolleri hem bürokratların kendi gelecekleri açısından hem de ülkenin bir demokrasi mi yoksa diktatörlük mü olacağı bağlamında etkili olacak. AKP – MHP rejimi, 2015 Haziran'ın ardından diktatörlük koşullarını yaratırken de bir geçiş süreci pratiğini uyguladı. Tersine bir geçiş. Mevcut bürokrasiyi, kurumları gelenek ve kurallarıyla birlikte yok ederek rejimin aparatı haline getirdi. Bunu yaparken de normların en üst norm olan anayasaya göre düzenlenmiş hiyerarşisini, yani kuralları değil kuralların dışına çıkan fiili – olağanüstü araçları kullanmayı esas aldı. Türkiye’de bu sürecin dışında kalmış herhangi bir kurum yok, ama nitelikleri itibarıyla bu süreçlerden en çok etkilenen iki kurumun, özgül nitelikleri nedeniyle yargı ve üniversite olduğunu söylemek mümkün. Eğer bu süreç tersine çevrilecekse, yani bir demokrasiye geçiş sürecine doğru ilerleyebileceksek yargı ve üniversitenin en özenle ele alınması gereken kurumlardan ikisi olduğunu da söylemek gerek. Tabii buna kamusal bir faaliyet olarak basını da ekleyerek.
Basını da eklediğimizde bu üç kurumun birbirini tamamlayan işlevleri var. Üniversiteler, iktidarlar ne derse desin, hakim sınıflar hangi bilgi türüne ihtiyaç duyarsa duysun gerçeği bu ikisine teslim etmemek ideali üzerine inşa edilmiş. Üniversite fikri bütünüyle terk edilmiş olsa dahi üniversite yönetimleri ve üyeleri hala bu fikri ceplerinde tutmak zorunda hissediyor. Bir üniversite mensubu, gerçekliği siyasal iktidarlar lehine büktüğünde ya da açıkça belirli sınıfsal çıkarların hizmetinde olduğunda bile bir biçimde üniversite ideasına bağlı olduğunu deklare ediyor. Doğru haber aktarma, gerçekliğin bir medyumu olma vasfıyla basın kurumu için de sadece hukuka ve vicdanlarına uygun karar verme niteliğiyle yargı kurumu için de durum bu. Hiçbir yargıç, cumhurbaşkanımızın talimatıyla diye kararlarına başlamıyor, fakat mevcut hukuku ve mevcut gerçekliği karşılaştırdığımızda yargı kurumunun iktidar ile ilişkisinin nasıl kurulduğunu görmemek ve bunun diktatörlüğe geçişteki etkisini anlamamak mümkün değil. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş neden hala cezaevinde gibi birçok yalın sorunun başka bir yanıtı yok.
Bu fikirleri yazma ihtiyacım, üniversite ile yeniden ve yeni bir ilişki kurmamın ardından doğdu. Ankara 21. İdare Mahkemesi’nin kararının idarenin uygulamak zorunda olduğu süre içinde uygulanmamasının ardından gerekli hukuki girişimlerde bulundum. Sürecin sonunda karar kısmen de olsa uygulandı ve Fakülteme adımımı atabildim. Adımımı atabildim diyorum, çünkü 2017’de KHK ekli listelerine adımın eklenmesinden ve üç gün sonra polis şiddetiyle onlarca arkadaşımla birlikte, o cübbelerin postallarla ezildiği gün kampüsten çıkarılmamızın ardından Fakülte’ye girmem yasaklanmıştı. Bir yurttaş olarak Fakültede çalışan arkadaşlarımı görmekten, bir araştırmacı olarak ihtiyacım olan materyali kamuya ait olan kütüphaneden edinebilmekten söz ediyorum. Tabii bir de Mülkiyeliler Birliği Başkanı olarak davetli olduğum tören için gittiğimde kapıda polis tarafından karşılanmam ve polisin eğer ayrılmazsam gözaltına alacağı uyarısını eklemeliyim. Eklenecek çok şey var ama her neyse, olanlar uzun, anlatmak için daha zaman çok. Gerektiğinde ve gerekli yerlere başvurular yaparak anlatacağım da. Sonuçta adımımı attım ve karşılaştığım şey beklememe ve hazırlıklı olmama rağmen içimi yeterince kararttı. Öğrencisiz, cumhurbaşkanının talimatıyla öğrencisiz olmaya da itiraz gücü olmayan bir üniversite. Genel olarak “itiraz” fiilinin gerçekleşebileceği bir ortamı tamamıyla tasfiye uğraşındaki bir üniversite. Elbette, 2016’da başlayan tasfiyeler, ardından OHAL KHK’leriyle rektörlerin belirlenmesine ilişkin düzenlemeler… İktidarın olanca hızlıyla yürüttüğü fetih sürecinin sonucuydu bu. Ders içeriklerinin engellenmesinden tez konularının sınırlarının çizilmesine, öğrencilerin üniversitenin dışına çekilmesinden en küçük itirazlarının cezalandırılmasına varan sürecin sonucuydu. Ne yazık ki öğrencisi de olduğum ve çalıştığım süre boyunca gözümüzden sakındığımız Fakültemiz bunun haricinde değil, hatta bu fetih sürecinin göbeğinde yer almış olan Ankara Üniversitesi’nin genelinden bir farkı da bırakılmamış. Daha bir gün önce sosyal medyada yer alan haber mezunların Fakülteye girişinde herhangi bir özel uygulama yokken -ki bu da zaten olamaz- Mülkiye geleneğinin önemli bir parçası olan inek bayramındaki imam temsilini yerine getiren öğrencinin mezuniyetinin ardından Fakülte’ye girişinin yasaklanması. Tam bir Deli Dumrul hikayesi yani. Kamu kurumu, kurallarla mı yönetilecek yoksa hayatımız küçüğünden büyüğüne herhangi bir kurumu yöneten herhangi bir reisin iki dudağından çıkan sözlere mi tabi olacak sorusuna çok küçük bir yanıt işte bu da.
Uzatmadan… Geçiş sürecinde üniversiteler yeniden inşa edilecek, yargı gibi, basın gibi, milli eğitim gibi, tüm kamu kurum ve kuruluşları gibi. Bu inşa sürecini de üniversite kurumunu Ortaçağdan modernliğe taşıyan üniversite fikri belirleyecek, daha doğrusu belirlemesi için mücadele edeceğiz. Siyasal iktidardan özerk, sermaye sınıflarının çıkarlarından bağımsız, gerçekliğin peşinde olan üyelerinin olduğu ve sadece onun peşinde koşmanın mümkün olduğu kurum fikri.
Son söz olarak. Fakültemden ayrı kaldığım süre boyunca Mülkiyeliler Birliği’nde hem üniversitede yapılamayan akademik çalışmaların kamuoyuna sunulmasına hem de bürokrasinin hukuk devletine uygun ve kamu yararına nasıl çalışabileceğine katkı vermeye çalıştık, geniş bir ekip olarak. 1980 sonrası, 1402’liklerin de katkısıyla Mülkiye’de oluşmuş bir geleneği devralarak. Hem eleştirel sosyal bilimin yok edildiği anda ona yuva olan hem de ülkenin geleceğini şekillendirmeye talip demokrasi, laiklik, hukuk devleti, kamu yararı ilkeleri etrafında biçimlenen bir geleneği takip ederek. Mülkiyelilere bir hatırlatma olsun, bu pazar, 26 Mart 2023’te Mülkiyeliler Birliği’nin Genel Kurulu var, yönetime yeniden aday olan Yetiştik Çünkü Biz ekibi de Türkiye’nin geçiş sürecinde hem üniversite hem de bürokrasinin yeniden yapılandırılmasında iddialı. Biz Mülkiyeliler için, ‘Seçim’den bir önceki ‘Seçim’ Pazar günü. Umuyorum hem genel kurulun havası hem adayların memlekete vereceği mesajlar bakımından gücümüzü, umudumuzu artıracak bir Pazar olacak.