Üniversite ve piyasa: Ne iş olsa yaparım!

Günümüzde, Türkiye de dahil olmak üzere artık birçok ülkede eğitim sistemi, piyasacı ve özel çıkarı dikkate alan bir biçime büründürülmüştür büyük oranda. Bu durumda bilimsel araştırmalar sadece ve sadece proje bazında gerçekleştirilecek, araştırmalar projeye özel bir finansmanla yapılabilecek, dolayısıyla akademik özelliklere sahip olması gereken “metin” bir tür “şirket faaliyet raporuna” dönüşecektir

Abone ol

Mustafa Kemal Coşkun*

En baştan belirtmek gerekir ki bu Türkiye, eğitimin toplumsal eşitlik, adalet ve hareketlilik gibi geleneksel işlevlerini bir yana bırakan, eğitimi, içeriği büyük ölçüde piyasanın talep ve ihtiyaçları tarafından belirlenen, böylece de rekabete dayalı girişimcilik kültürüyle yetişmiş bireyler oluşturmaya çalışan, sınıfsal eşitsizlikleri yeniden üreten bir kurum haline getirmiştir. Elbette ki daha önceki eğitim sisteminin de bu özellikleri içerdiği söylense yanlış olmayacaktır, lakin son otuz yılda yaşamış olduğumuz değişim ve dönüşümün başka ve çok önemli bir anlamı daha vardır ki, o da, eğitim sistemi kapitalizmin yeniden üretimini dolayımlarla, yani aile ve diğer sosyal kurumlar aracılığıyla yaparken, artık bunu doğrudan doğruya yapmaya başlaması, yani eğitimin işlevinin “toplumun yeniden üretimi”nden “kapitalizmin yeniden üretimi”ne doğru evrilmesinden başka bir şey değildir. Bunu söylerken hiç de haksızlık yapmadığımızı gösteren epeyce bir gösterge vardır, zira günümüzde pek bir revaçta olan teknokentlerin/teknoparkların önem kazanmasına, özelleştirme politikasıyla eğitimin bir meta/bir ürün haline getirilmesine, aydınlanmacı birey modelinin yerini küreselleşmeci liberal bireyin almasına, eğitimin içeriğinin piyasanın talep ve beklentilerine göre değişmesine ve böylece de olasılıkçı ve relativist bilme ve öğretim yöntemlerinin giderek yaygınlık kazanmasına bakıldığında bu dönüşüm çok daha açık biçimde görülebilecektir. Elbette ki bu değişimden eğitim sisteminin bütün kademeleri, ilköğretimden üniversiteye kadar bütün alanlar payını alacaktır.

Nitekim, üniversite eğitiminin değişim ve dönüşümü üzerine bir çalışmayı okurken, David Harvey, “artık bilimsel araştırmada itici güç olarak merakın demode olduğunu, bunun yerine araştırmalarımızı sanayi ve hükümet hizmetinde gerçekleştirmek gerektiği”nin ileri sürüldüğünü, bunu okuyunca ise “bir üniversite mensubu olarak irkildiğini” belirtir. Ve “ne zamandan beri kamu yararı hükümet ve sanayi tarafından kuşatıldı” diye sorar pek haklı olarak. İrkilmekte haklıdır, ama şaşırmamak gerekir. Zira eğitim, “faydalı” bilginin, yani hükümetler, şirketler ve sermaye için “faydalı” olan bilginin üretimi, değişimi ve tüketimi için bir pazar haline getirilmeye çalışıldığından beri bu böyle aslında. Nitekim günümüzde, Türkiye de dahil olmak üzere artık birçok ülkede eğitim sistemi, piyasacı ve özel çıkarı dikkate alan bir biçime büründürülmüştür büyük oranda. Bu durumda bilimsel araştırmalar sadece ve sadece proje bazında gerçekleştirilecek, araştırmalar projeye özel bir finansmanla yapılabilecek, dolayısıyla akademik özelliklere sahip olması gereken “metin” bir tür “şirket faaliyet raporuna” dönüşecektir. Tam da burada toplum bilimlerinin düştüğü/düşmekte olduğu durum daha bir anlaşılır olacaktır: “Bir sorunu çözmek” amacını taşıyan projeler piyasada işe yararlılığı ölçüsünde, daha doğrusu sistemin yeniden üretimini sağladığı müddetçe el üstünde tutulacaktır. Böylece bilgi üretimi felsefi temellerden/tartışmalardan bütünüyle ayrıştırılır ve toplum bilimler sadece bir tür “toplumsal sorunları çözme” etkinliğine dönüştürülüp anket ve mülakata, daha doğrusu istatistiki verilere indirgenir. Dolayısıyla bütün toplum bilimler, tıpkı diğer bilimler için olduğu gibi ya piyasanın/sermayenin işine yarayacak “bilgi” üretme yarışına katılıp pazara açılacak ya da bütünüyle gereksizleşecek/önemsizleşecektir. Bu duruma düşen üniversite hocası da ister istemez bilim insanı kimliğini bir tarafa bırakmış olan bir “teknisyen”den başka bir şey olmayacaktır.

BOY BOY ÜNİVERSİTE REKLAMLARI NEDEN ÇIKIYOR?

Bu noktada şu son günlerde gazetelerde, televizyonlarda, billboardlarda boy boy üniversite reklamının çıkmasına şaşırmamak gerekir. Üniversiteler bir kez pazara açıldığında, doğaldır ki her üniversite pazarda kendisine bir yer bulmaya çalışacak, diyelim yabancı dille eğitim verme, yurt dışı anlaşmalarla öğrencileri yabancı ülkelere gönderme (“Erasmus da Erasmus”), yüksek puanla tercih edilen bir okul olma, yabancı dilde yayın yapma gibi üniversite olmakla hiçbir zorunlu bağı bulunmayan nitelikler değerli kılınmaya çalışılacak demektir. Bundan sonra hiç şüphemiz kalmamalıdır ki, bu tür bir anlayışla yetiştirilen birey de piyasa kurallarına uygun ve hatta derinden bağlı olacaktır.

Son söylediğimizi biraz daha açacak olursak, piyasa kurallarına derinden bağlı insan tipi, pek doğal olarak, risk alarak rekabete girebilen, ancak ne kadar “esnek” ise rekabet yeteneği de o kadar artan, dolayısıyla esnekleştiği ölçüde/oranda iş bulabilen, esnek olmak için de sözüm ona sürekli kendisini yenileyen (elbette ki yaşasın “yaşam boyu eğitim”) ve seyyar, yani iş değişikliklerine hazır, bu nedenle de “ne iş olsa yaparım”ı ilke edinmiş, bu söylemi benimsedikçe de piyasada değeri artan bir insan tipi olacaktır. Bu duruma bir örnek vermek gerekirse ilk aklımıza gelen, Richard Sennett’in Karakter Aşınması kitabında anlattığı bir fırın işçisinin söyledikleridir: “Fırıncılık, ayakkabıcılık, matbaacılık, hiç fark etmez, hepsi gelir elimden.” Anlaşılan o ki günümüzde, çalışan tüm insanlardan beklenen, tıpkı kapitalist girişimciye özgü özellikler gibi, geçmişini terk edip parçalanmayı benimsemek, risk alıp rekabete girmeyi becerebilmektir. Elbette ki çalışanlar için bu esnekliğin sonucu, tıpkı Sennett’in dediği gibi, “yaşam boyu iş güvencesinin yok olması; sürekli iş ve şehir değiştirerek yön duygusunu yitirmek; istikrarlı işlerin yerini geçici projelere bırakması ve bir işten diğerine, dünden yarına sürüklenen yaşam parçacıklarından beslenen, rekabetin körüklediği 'güvensizlik' ve 'kayıtsızlık' duygusu”ndan başkası değildir. Ne var ki bu sürecin yarattığı önemli sonuçlardan bir başkası, “mesleksizleştirme”nin bizzat kendisidir. Şöyle ki, egemenlerin dilinden düşmeyen “Türkiye’de işsizliğin nedeni mesleksizliktir” söylemi, işsizliği tek tek bireylerin ya da eğitim sisteminin sırtına yüklediği için, tam da bu nedenle yanlıştır, ama tersinden, yani “mesleksizliğin nedeni işsizliktir” denilirse doğru bir cümle kurulmuş olur. Çünkü işsizliğin nedeni ne tek tek bireyler ne de eğitim sistemindeki aksaklıklardır, kapitalist sistemin bizzat kendi doğasından kaynaklanır, zira var olan/yerleştirilmek istenen esnek çalışma sistemi çalışanların işsizleşmesine, bu da pek doğal olarak mesleksizleşmelerine neden olmaktadır ki, işsiz insan, mesleği/uzmanlığı ne olursa olsun “ne iş olsa yapmak” isteyecektir, tıpkı, Ziraat Fakültesi mezununun ilkokul öğretmeni yapılması, beden eğitimi mezununun polis olması, öğretmenin garson olması gibi. Dolayısıyla vasıfsızlaşma, çalışanların iş yapabilme becerilerini kontrol etme ve vasıflı emek türlerine daha az ihtiyaç duyma anlamında egemen sınıfın tam da istediği bir durumken, emeği vasıfsızlaştırmanın doğal sonucu, işsizliğin giderek artmasından başka bir şey değildir. Bu, tam da Marx’ın dediği gibi, kişisel emek türlerinin soyut emek olarak türdeşleşmesi anlamına gelecektir. Elbette ki bütün bunların üzeri, yok KPSS, yok uzmanlık sınavı, yok devlet memurluğu sınavı denilerek örtülecek, doğrusu, sınav sayısı arttıkça bir taraftan rant savaşları da artacak (yaşasın “temel liseler”), diğer taraftan sınavların kendisi hem insanların işsizliğinin temel nedeni olarak gösterilecek hem de sınavı “kazanmak” ile emekçiler, rutinleştirilmiş belli bir teknik beceriye sahip bireylere indirgenecektir. Öyleyse, sınavı kazanamayana iş filan yoktur, zira yapılacak iş her ne ise onun “uzman”ı olamamıştır, kazanan ise artık üretim sürecinde kendi kontrolünün olmadığı bir sisteme dahil olacaktır, bu durumda zaten “uzman” olmasına gerek de yoktur. Bu, hiçbir mesleğin artık geleceği filan yoktur biçiminde de okunabilir. Piyasada değerli sayılabilecek bir iş yapmadığı sürece toplum bilimcinin hiç yoktur.

ZORUNLU SONUÇ: GÜÇLÜ OLANIN HİZMETKARLIĞI!

Bu türden bir mesleki vasıfsızlaştırma ister istemez ideolojik vasıfsızlaştırmayla beraber işleyecektir, böylece emekçilerin kendi ürettikleri şeyler üzerindeki kontrolleri de ele geçirilmiş olur ki, mesleksizleştirme ile amaçlanan da budur zaten. Bu yolla bütün üretim süreci de kontrol altına alınmış olur. Böylece esnek kapitalizm, insan hayatının bütününe hükmetmeye başlayacak, hem yaşadıkları an hem de gelecekleri konusunda tedirgin bireyler yaratarak hiçbir ideale/amaca bağlı olmamaya, yok eğer böyle bir ideali varsa bile ondan vazgeçmeye zorlayacaktır. Tam da bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, böylesi bir süreç, insanı/emekçiyi her “iktidar” karşısında korku içinde yerlere kapanan, yukarıdaki bu güç her ne ise onu hissettiğinde biat eden güçsüz bir varlığa/nesneye çevirecektir. Bu durumun zorunlu sonucu, “güçlü” olanın ve sadece onun hizmetkarı olmaktan başka bir şey değildir. Lakin böylesi bir esnekliğin, pek doğal olarak bir sınırı, ucu/bucağı yoktur, insanı, girdiği kap her ne ise tamamen onun biçimini alan bir sıvıya, aslında en esnek madde her ne ise işte bizzat ona döndürene kadar da devam edecektir. Elbette ki bütün bu anlattıklarımız, küresel sistemin temel paradigmaları olan “demokrasi ve insan hakları”, bilgi ve teknolojiye dayalı “verimlilik” ve “serbest piyasa” söylemleriyle pazarlanacaktır. Ve daha şirin/meşru/kabul edilebilir gözükmek adına, bütün bu esnek çalışma koşulları dayatmasına hep bir ağızdan “toplam kalite yönetimi” denilecektir.

Söylemeye bile gerek yoktur ki, üniversite öğrenci ile alım-satım ilişkisine girmiş bir ticarethaneye dönüştürülmüşken, bütün bunlarla mücadele etmeye girişen insanın/emekçinin/bilim insanının yaptığı, ödüllendirilecek bir şey değil, fazladan bir onurluluk hiç değil, nesne olmaktan çıkıp özne olmak, yani, olsa olsa insan olmanın gereğidir.

*Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, DTCF, Sosyoloji Bölümü Eski Öğretim Üyesi