Üniversitede kadın olmak
Kadınların yok sayıldığı modern bir toplum nasıl imkansızsa, kadınların dışlandığı bir üniversite anlayışı da o derecede imkansızdır.
Funda Neslioğlu Serin*
Kadınların toplum içindeki yerinin ve rolünün sorun olmadığı bir çağ herhalde yoktur. Ama sorunların berraklaştığı ve keskinleştiği evre hiç kuşkusuz modern dönemdir. Sanayi devriminin bir sonucu olarak yeniden örgütlenen toplumlar feodal düzenin terk edilmesini sağlamışlardı. Bu büyük dönüşümün ana gücü burjuvazi, Fransa’dan başlayarak “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” ilkelerini, insan hakları başlığı altında tüm Avrupa’ya ihraç edecekti. Ancak, tüm ilericiliğine rağmen burjuvazi kadınları erkeklerin eşiti görmekte ayak sürüyecek, kadınların eski düzenden kalan cinsiyet rollerini sürdürmeleri beklenecekti. Sözgelimi Almanların kadınlara yönelik meşhur 3K (Kirche, Küche, Kinder [kilise, mutfak, çocuk]) ölçütü bu bakımdan oldukça öğreticidir. İki yüz yıl kadar önce bile Almanlar kadınları, çocuk doğuran, yemek yapan ve kilisede vaktini geçiren bir canlı olmaktan ibaret sayıyorlardı. Elbette bu durum, herkesin özgür, eşit ve kardeş olduğunu savunan burjuvazinin iki yüzlülüğünden başka bir anlam taşımıyordu. Burjuvazi kadınların yeni düzende yerini almasının hukukta, dinde, ahlakta ve bunların uygulandığı toplumsal düzende yıkıma yol açacağına emindi(!). Oysa aslında mesele, büyük ölçüde yeni düzeni inşa etmiş burjuvazinin kendi konumunu kalıcı kılmaya çalışmasından başka bir şey değildi. Bu anlamda -başta İngiltere olmak üzere- tüm Avrupa’da feminist hareketlerin yürüttüğü mücadele, aslında dar anlamıyla yalnızca kadınları ilgilendirmekten öte, tüm insanlığın geleceği ile yakından ilgilidir. Herkesin eşit ve özgür olduğu, ama kadınların bundan hariç tutulduğu bir dünya hayaldir. Avrupa ülkelerindeki burjuvazi günümüzde bunu büyük ölçüde artık kavramış görünüyor.
Modern çağda üretimin giderek daha çok makineleşmesi, bu makineleri kullanacak çok sayıda işçiye ihtiyaç duyulmasına yol açmıştı. Yani daha çok üretim için daha verimli bir çalışma ortamı şarttı. Artık bilimler eskiden olduğu gibi manastırlarda/medreselerde din adamlarının tekelinde olamazdı; bilimler üretimin emrinde olmalıydı. Din ile bilim arasında Avrupa’da yaşanmış o kanlı çekişmenin galibi din dışı çevreler, yani burjuvazi olmuştur. Bu noktada günümüz üniversitelerinin hem fikir hem de kurum olarak somutlaştığını gözlemliyoruz. Avrupa’daki üniversitelerden bazılarının oldukça eski kuruluş tarihleri olsa da temel bilimlerin baş tacı yapıldığı ve mühendisliklerin yüceltildiği dönemin yeni olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır. Modern üniversitelerdeki akademisyenlerin/bilim insanlarının artık ezici bir çoğunluğu din adamı değildir ve modern dönemin bilim insanları, bilimi dinin hizmetinde görmemektedirler. Türkiye söz konusu olduğunda, Atatürk’ün 1933’teki üniversite reformunun bu noktada ne kadar hayati bir önemde olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bilimin skolastik ya da dinsel çerçeveden bağımsız yapılabilmesinin ilginç ve öğretici sonuçlarından bir tanesi de; bilim insanının kimliği ile ilgili olanıdır: Bilim yapmak için din adamı olmak gerekmediği gibi erkek olmak da gerekmez! Ne var ki, yukarıda anılan gerekçelerle kadınların akademide varolmaları türlü oyunlarla engellenegelmiştir. Akademik yaşamda da iki yüzlü burjuvazinin varlığını sürdürme çabası, kadınları duygularına yenik düşeceği kesin sayılan (!) ve dolayısıyla kadından bir bilim insanı olgunluğu ya da zekâsı beklenemeyeceği yönündeki dogmada da kendini gösterecekti. Gelişmiş ülkelerde bizdeki kadar kaba ve açıkça yürütülmese de genel olarak bu sorunun erkek akademisyenlerin gündeminden düştüğünü söylemek pek mümkün görünmüyor.
Cumhuriyetin ilanından bu yana kadınların eskiye oranla pek çok hak elde ettikleri ortadadır. Ama ülkenin başta burjuvazisi olmak üzere tüm güç odakları din, hukuk ve ahlak kılıfına sığınarak kadınları toplum içinde görünmez kılmak peşindedirler. Bu durum en rafine şekilde üniversitelerde karşımıza çıkmaktadır. Akademik hiyerarşiyi kadın meslektaşlarına ve kadın öğrencilerine karşı bir baskı aracı olarak kullanmak, erkek akademisyenler arasında sıradanlaşacak kadar yoğundur. Bu baskının bazen polisiye tedbirler gerektirecek kadar ağır, bazen hapis cezası verilmesini zorunlu kılacak kadar şiddetli olduğu herkesin malumudur.
Türkiye üniversitelerinde son yıllarda hem kurum hem de öğrenci sayılarında muazzam bir artış yaşanmıştır. Bu gerçek, geçmişte çok sınırlı düzeyde varlığını bildiğimiz merkez-taşra ayrımının şiddetlenmesine yol açmıştır. Taşra üniversitelerindeki akademik personel ve öğrenciler yöre halkının önyargılı tavırlarına muhatap olmakla kalmıyorlar; ayrıca bu üniversitelerin akademik-idari personel alımında yerel güçlerin müdahalesiyle karşılaşıyorlar. Bu durum üniversite içinde personel arasında bölgecilik, hemşericilik üzerinden çeteleşmenin ve tarikatların kümeleşmesinin önünü açıyor. Anılan bu grupların akademik olmayan amaçlar doğrultusunda hareket ettikleri bilinen bir olgudur. Akademik kariyerlerini uzmanı olduğu alanın ölçütlerine göre yapamayan, ama mensubu olduğu çetenin/kliğin desteğiyle yükselen insanlar, kendilerini süratle mesleki bir dejenerasyonun içinde buluyorlar. Kayrılarak yükselenlerin başkalarını kayırması kaçınılmaz olacaktır. Son yıllarda hemen her üniversitemizde gözlemlediğimiz bu işleyişin en büyük mağdurları kadınlardır. Üniversitelerin büyük bir “aile” olduğunu vurgulayan yöneticiler, adeta ailenin kadınlarından beklenen şeyi kadın öğrenci ve çalışanlardan beklemektedirler: Otur oturduğun yerde ve ben izin verirsem -benimle aynı fikirde olmak kaydıyla- konuş. Ya da kadınların hâlâ neden konuşuyor olduklarını apaçık bir dille ve fütursuzca sorgulamalar… Bu tutumun altında elbette büyük bir korku yatmaktadır; mevcut işleyişin göreceği zarardan duyulan korku. Üniversitelerde kadınların varolması, muhafazakârlığın büyük tabularından birisidir. Nihayetinde hukukla, dinle, ahlakla dokunulmaz kıldıkları ayrıcalıkların bilimin elinde eleştiriye açılması söz konusudur. Özellikle kadın akademisyenlerin uğradığı haksızlıkların en büyük nedeni, zaten yürürlükteki bir haksızlığın korunması inadından kaynaklanmaktadır.
2020'li yıllarda Türkiye’deki tüm üniversitelerin baştan aşağıya kendilerini gözden geçirmeleri kaçınılmaz gözükmektedir. Ancak bu gözden geçirme işinin önündeki en büyük engel, bizzat üniversitelerin mevcut kadrolarıdır. Dejenere olmuş akademisyen, muhafazakarların tam da kendilerinden bekledikleri göreve ihanet etmektedirler. Personel olsun, öğrenci olsun kadınlara “kızım, evladım, yavrum” sözleriyle başlayan gayri resmi hitap şekli, suistimale, istismara evrilmektedir. Akademisyen olma hayaliyle kız öğrencilerin başladıkları lisansüstü eğitimleri ise en kısa sürede çay, kahve, ikram, bulaşık yıkama, vb. işleri kapsayan bir zorbalığa dönüşmektedir. Sınıf dışındaki eğitim-öğretim faaliyetlerini erkek akademisyenlerin sıklıkla bir fırsat gibi değerlendirdiklerini ise pek çok kez medyaya yansıyan olaylardan biliyoruz. Laboratuvar ortamında erkek akademisyenin kadın öğrencinin ona temas edecek şekilde arkasında değil, temas etmeyecek şekilde yanında durması gerektiği ilkesi bile kolayca unutulmakta; arkeolojik kazı yapılan bir alanda kadın öğrenciden içki içmesi teklifsizce istenebilmekte; “özel görüşme için” odasına davet edilebilmekte ya da gecenin bir yarısı telefon edilebilmekte. Tüm bunlar ulusal ya da yerel medyaya yansımış olaylardır. Kurum içerisinde haklarını arayan kadın akademisyenlerin nelere maruz kaldığı, uğradıkları hakaret ve tehditlerin nasıl ört bas edildiği ve bu tür durumlarda dejenere erkek akademisyenlerin kendi aralarında gösterdikleri dayanışma, çoğu zaman hukukun ve aklın sınırlarını zorlayan çabaları herkesin malumudur. Kadınların maruz kaldığı bu tutumu erkek akademisyenlerin kendiliğinden düzeltmesini beklemek boşunadır. Acilen başta kadın akademisyenler olmak üzere üniversitede bulunan tüm kadınların karşılaştıkları sorunların açık ve adil bir biçimde ele alındığı ve yaptırım gücü olan birimler oluşturulmalıdır. Bu birimler özerk bir işleyiş içinde çalışmalıdır.
Elbette böylesi ağır bir sorunu çözmesi için mevcut hâkim üniversite rejiminin harekete geçmesini beklemek de pek gerçekçi görünmeyebilir. Ancak, kadınların yok sayıldığı akademik bir ortam kurma hayalinin üniversitelerimiz üzerinde nasıl yıkıcı bir etkiye yol açtığı da bütün açıklığıyla ortaya serilmiştir. Sorun birkaç dejenere ve/veya ahlaksız hocanın, birkaç kendini bilmez yöneticinin hatalarının çok ötesindedir ve bu sorun artık tüm üniversite rejimini yıkma aşamasındadır; kadınları değersizleştirerek üniversitelerin manastırlaşmasına, medreseleşmesine yol açmaktadır. Kadınların yok sayıldığı modern bir toplum nasıl imkansızsa, kadınların dışlandığı bir üniversite anlayışı da o derecede imkansızdır.
*Doç. Dr., On Dokuz Mayıs Üniversitesi.